İBN TEYMİYE'NİNTZAMANI


ÖNSÖZ


Allah'a hamdolsun ye seçkin kıldığı kullarına se­lâm olsun. Allah'a şükür ki? Tarik-i Davet ve Azimet'in 2. cildini de okuyucuların önüne koymaya muvaffak oluyoruz. Temiz ve güzel şeylerin kendi izzet ve celâli ile tamamlandığı Allah'a hamdederim.
Kitabın birinci cildinde hicretin 1. yüzyılından baş­layarak 9. hicrî asra kadar yapılan düzenleme, ıslâh ve İslâm'a çağrılar anlatılmış: büyük zâtlar olarak Ömer b. Abdülaziz'den başlayarak Mevlânâ'ya kadar gelen davet ve cihad erbabı kişilerden genişçe bahsedilmiş, onların ıslahatçı ve azimli çalışmaları sonucu elde et­tikleri başarılar zikredilmiştir.
Bu ikinci ciltte ise, söz verdiğimiz gibi Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin hayat hikâyesi, öğrencileri, fikir bah­çesinde yetişen ünlü kişiler anlatılmıştır.
İşin başındaki planıma uygun olarak bu cild, sade­ce o döneme ve o dönemin düşünce ekolüne özgü kılın­mıştı. O ölçü içinde yazmaya başladım. Şeyhulisîâm'm hayat hikâyesi bölümü ikiyüz sayfayı buluncaya dek böyle düşündüm. Henüz onun ıslah ve yenileme işinde­ki başarılarını ve etkilerini yazmaya yeni sıra gelmişti ki; birinci cildi okuyup inceleyenlerden bazılarının sa­mimi tavsiyeleri oldu. Günümüzde okuma zamanının az olmasını, kısa ve özet bilgi vermeyi gözonünde tuta­rak kitapta buna göre hareket edilmesini ve kitabın öl­çüsünün sınırlı tutulmasını ifade ettiler. Bu ise; Şeyhulislâm'ı anlatmada kısaltma ve özetleme ile hareket etmemizi gerektiriyordu. Ta ki bu ciltte diğer davet ve ıslâh önderi kişilere de yer çıksın. Bugünün eğilimle­rinden habersiz olmayan kitabın yazarı da böyle yap­mayı istedi.
Fakat toplanan bilgilere göz attığımızda pek çok kıymetli ve işe yarar malzemenin biriktiğini gördük. Bazı kimseler tarafından kısaltılması hakkında tavsi­yelerde bulunulmuş ise de bir kısım samimi ve yetkili kişiler de genişçe anlatılmasını arzu etmişler, bu konu­da kesinlikle kısaltma yönüne gidilmemesinde ısrar et­mişlerdir.
Sonunda içimizden gelen bir kararla şimdiye kadar yazılmış olanların, olduğu gibi bırakılarak tekrar üze­rinde kalem oynatılmamasma karar verdik. Çünkü ilmî çalışma her gün yapılamaz. İnsanın neşe ve enerji­si, fırsatlar ve kalemin akışı her zaman aynı olmaz. Ki­tabın hazırlanıp ortaya çıkmasından sonra okuyucular kendi arzularına göre seçme ve kısaltma yönüne gide­bilirler diye düşündük.
Bu ikinci cildin yayınlanması sırasında değerli in­san Mevlânâ Seyyid Menâzır Ahsen Geylânî ve Mevlâ-nâ Şah Halım Atâ'nm bulunmayışının ızdırabını ve hasretini çekmekteyiz. Onlar bu dizi eserleri en çok takdir eden, beğenen ve destekleyen kimselerdi. İlk cild yayınlanınca en çok sevinen Mevlânâ Geylânî şöyle buyurmuştu: "Kitabı kelime kelime neşe ve zevk içeri­sinde okudum. Büyük bir heyecanla ve okuduklarımın etkisi ile bu mektubu yazdım."
Merhum, bildiğimiz kadarıyla Hindistan'da Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi'yi en iyi inceleyenlerden ve o konuda en çok bilgi sahibi olan biriydi. Bununla birlik­te Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin de önderliğine ve bü-
yüklüğüne inanır, onun çok üstün biri olduğunu kabul eder, eserlerini devamlı incelemekten haz duyardı. Şüphesiz ki, o sağ olsaydı bu cildin de yayınlanmasın­dan çok büyük sevinç duyardı.
Mevlânâ Şâh Halım Atâ, hayatını uzlet ve gizlilik içinde geçirdi. İlim sahipleri onu çok az tanıdı. Ama gerçek şu ki, bu Hindistan ve Pakistan büyük yarıma­dasının aşağı güney bölümünde Şeyhülislâm İbn Tey-miye ve onun öğrencileri hakkında ondan daha geniş bilgiye sahip bir kimse yoktu. O; onun eserlerinin ve araştırmalarının canlı bir ansiklopedisi idi. Nasıl ki bi­rinci cild onun yardım ve önderliğinden yoksun kalma­mışsa bu ikinci ciltte de onun geniş bilgisi, güçlü hafı­zası ve çok değerli kütüphanesi kitabın yazarına yar­dımcı ve destekçi olmuştur. Bu kitabın hazırlanmasın­da o kadar çok payı olmuştur ki, teşekkür ve hakkını itiraf kelimelerinden daha güzel bir kelime minnettar­lığımızı anlatmaya yetmez. Son dönemde yaşayan bu iki büyük bilgin kişi; ilk dönem İslâm âlimlerinin ilim zevkine, kendini ilme verişlerine, bakış açılarının ge­nişliğine, inceleme duygularına ve ilim yolunda kendi­lerini tüketmelerine tam bir örnek idiler. Allah ikisine de mağfiret buyursun ve derecelerini yükseltsin.
Bu cildin hazırlanmasında eski kaynaklardan baş­ka Mısırlı bilgin Şeyh Muhammed Ebu Zehra'nın İbn Teymiye isimli kitabından çok faydalandık . Bunu açıklamak ve kendisine teşekkür etmek görevimizdir.
Allah Teâlâ'mn yüce zâtından, birinci cildin olduğu gibi, bu ikinci cildin de Hindistan'ın ilmî ve dinî çevre­lerince benimseneceğini, zevkle ve şevkle okunacağını ümit ediyorum.
17 Muharrem 1376 Hicrî Ebu'l-Hasan Ali en-Nedevî[1]

BİRİNCİ BÖLÜM ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE VE ZAMANI

 

ŞERİATIN SAVUNUCUSU VE ÇOK YÖNLÜ BİR YENİLİKÇİYE İHTİYAÇ DUYULMASI


Dinî bilgiler yani ilahiyat ve akaid (inançlar) konusunda, felsefecilere, eski Yunan düşünce tarzına ve kelâmcılarm zahirî akılcılık şekline karşı bir tepki or-; taya doğmuştu ki, bunun öncülüğünü Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî çekmişti. Bu tepki ham ve basit akılcıhe ğa karşılık daha üstün bir akılcılığı ve daha olgun bir' görüş ve düşünceyi ortaya koyuyor, yeni bir kelâm il-/ minin başladığını gösteriyordu ki, onun temeli duygu' ve görüşün yükseklik ve temizliğine, kelâmcmm şahsî tecrübesine dayanıyordu.
Mevlânâ Çelâleddin, Allah'ın kendisine sezen bir kalp ve aşık bir karakter lütfettiği, döneminin derin bir bilgini idi. Felsefecilerin laf ebeliğinden, kelâmcılarm ifade oyunlarından içi daralmış ve çok usanmıştı. Ke­sin imana ve aşk sahibi birine rastlaması, riyâzat ve mücahede ile uğraşması onu öyle bir makam ve mevki-ye ulaştırdı ki, artık bu makamda o kelâm ilminin mü­cadele sistemini gerçekçilikten uzak, mantık ve söz söyleme yeteneğini fazla görmeye başladı. Bu makama ulaştıktan sonra o; dinî gerçekleri dilinde açıkladı. On­ları isbat için gerçeğe daha yakın vicdan ve tecrübeye dayalı bir yol tuttu.
Fakat felsefenin bu azgınlık ve aşırılığına, kelâm il­minin bu ölçüsüzlüğüne karşı bir tepki daha gerekli idi. Bu tepki, daha önce bildirilen tepkinin karşısında
daha az haklı değildi. Felsefe ve kelâmın konusu Al­lah'ın zâtı ve sıfatları ile ilgili meselelerdi. İslâm şeriatı, akaid konusunda insanları karanlık içinde bı­rakmadı. Aksine bu saha; bütün bir hayat, amel, ahlâk ve sağlam toplum düzeninin ve medeniyetin temelini oluşturduğundan o, bütün önceki dinlerden çok fazla Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatı hakkında öyle açık, herke­sin anlayacağı ölçüde ve kesin karar bildiren bilgiler verdi ki, bundan sonra artık bu konuda herhangi bir çabaya, didinmeye, baş ağrısına ve herhangi bir tahmi­ne gerek kalmadı.
Bu bilgi ve kesin inancın kaynağı, doğuş yeri sade­ce peygamberlerin getirip verdikleri bilgilerdir. Onlar ne söylemişse, ne kadar söylemişse o son ve kesin söz­dür. Çünkü onlar o ötelerin ötesindeki varlığın ve onun tahmin edilemez, zan ve kıyas edilemez benzersiz sıfat­larını bilen kişilerdir.
Felsefenin o konuda söz söyleme ve bir taraf olma hakkı yoktu. Çünkü o, bu ilmin ön ilkelerine bile sahip değildi. Felsefecilerde buna yetki de yoktu. Fakat felse­fe çizgisini aştı. Bu konuya sadece müdahelede bulun­makla kalmadı; onun meselelerinde ve detaylarında ancak bir kimyala boratuvarmda sonuçlandırılabilecek şekilde geniş, kesin ölçüler içinde fikirler beyan etti.
Felsefe karşısında dini korumak için kelâm ilmi or­taya çıktı, çıkması da gerekli idi. Fakat gitgide buna felsefe ruhu girdi ve o, dini bir felsefe haline geldi. Ko­nusu aynı konu oldu. Araştırma ve ispatlama metodu aynı metod oldu. Allah'ın zâtı ve sıfatlarının ve akıl üs­tü konuların akılla ispat edilebileceğini belirtmesi, ay­nı temel hatası oldu. Peygamberlerin yorum ve açıkla­malarına aynı güvensizlik devam etti. Sınırlı eksik ve yanlış anlama meydana getiren eski Yunan terimlerinin kullanılması yine sürdü.
Bunların sonucu olarak; konuların rahat anlaşıl­ması, sözün kısa olması yerine daha çok dolambaçlık ve sözlerin uzaması meydana geldi. Zât ve sıfatların son derece sade, etkili ve hoşa giden anlatımına karşı­lık -ki bunda gönüllerde iman meydana getirme, kafa­ları tatmin etme yetkisi vardı, Kitap ve sünnetin ifade­lerine dayanıyordu- uzun, dolambaçlı bir ilahiyat felse­fesi ve kalın bir "Şerh-i Akâid=İnanç esaslarının izahı" ortaya çıktı. Eski Yunan felsefesinin karşısında olması­na rağmen, kelâmın üzerine Yunan düşüncesinin çok büyük etkisi olmuştu.
Ortaya çıkan bu durumu, kitap ve sünnetin özü (ruhu) sürekli reddetti, protesto etti. İslâm ümmetinin büyük bir bölümü, bu felsefeciler tarzındaki açıklama­lar ve anlatımlara, kelâmcılar tarzında sözü başka mânaya çevirmelere karşı çıkagelmiştir.
Fakat Kitap ve sünnetin sağlam ve etkili biçimde anlatılıp gözler önüne konması için imanı güçlü, ilmi geniş, görüş ve anlayışı ince ve derin bir alime ihtiyaç vardı. Bu âlim; Kitap ve sünnetin yazıları ve zât ve sı­fatlar konusunda onların anlatışlarının, tabirlerinin tamamen yerinde ve yeterli olduğuna kesin inanan biri olmalıydı. Zekâsı ve derin bilgisi ile felsefenin özünü ve ruhunu tanımış olmalıydı. Eski Yunan filozoflarının sözlerini, düşüncelerini ve onların görüş tarzlarını, ilmî bir şekilde tenkid edebilmeliydi. Onların temel hatala­rını tanımalıydı. Kendi düşünce ve tefekkürü ile kelâm ilminin özüne ulaşmalıydı. İslâm fırkalarının, mezhep­lerinin çok ince görüş ayrılıklarını bilmeliydi. Kelâm il­minin bütün tarihini ve onun gelişmesini tanımalıydı.
Bütün bu bilgi ve tecrübelerle o âlimde Kitap ve sünnetin yazılı ifadelerine, ilk dönem İslâm âlimlerinin görüşüne son derece güven doğmalı; onu koruma, onu anlatma azmi, heyecanı onun içinde doğmuş olmalıydı. Akıl bakımından da o, Kitap ve sünnetin daha üstün olduğunu ispat etmek için gayretli olmalıydı. Sonra bu nazik ve muazzam iş için gerekli olan bütün yetkilere sahip olmalıydı. Zekâ, ispat gücü ve anlatım yeteneği­ne sahip olmalı; geniş görüşlü ve çok araştırıcı olma ko­nusunda da seçkin ve döneminin seviyesinin üstünde olmalı, her bakımdan bu hizmete yetenekli olmalıydı.
Diğer taraftan İslâm iç ve dış saldırıların hedefi ha­line gelmişti. Hristiyanlar arasında kendi dinlerinin gerçek olduğunu ispat etme ve İslâm'a karşı çıkmanın yeni bir dinamizmi doğmuştu. Haçlıların peş peşe hü­cumları; Suriye, Filistin ve Kıbrıs'ta Avrupa asıllı hris-tiyanlardan büyük sayıda bir topluluğun bulunması, onlar içinde müslümanlarla ilmî karşılaşma yapma, Hz. Muhammed (s.a)'in peygamberliğine itiraz etme ve kendi dinlerinin üstün olduğu konusunda kitaplar yaz­ma cesareti meydana getirmişti.
Bunlara cevap vermek için; hristiyanlık ve diğer dinleri derinden incelemiş, onları çok iyi bilen, semavi kitapları ve onların değiştirilmelerini, bozulmalarını tamamen kavrayan, dinlerin karşılaştırılmasını çok iyi bir şekilde beceren, İslâm'ın doğruluğunu ve üstünlü­ğünü güçlü, etkili, ilmî bir tarzda ispat edebilen, hik­met ve kuvvetle diğer dinlerin insanlarını İslâm'a çağı-rabilen bir bilgine, kelâmcıya ihtiyaç vardı.
Bu hıristiyan tartışmacılar ve yazarların saldırıla­rından daha tehlikeli olanı, meşhur bir "İslâm fırkası" olan Bâtınîliğin saldırısı idi. Bâtınîlik mezhebi ve onun öğretileri eski İran dini olan Mecusîlik inançlarına da­yanıyordu. Eflâtun düşüncelerinin ve tehlikeli siyasî amaçların tuhaf bir karışımı idi. Bu ve bunun değişik kolları (İsmâîlilik, Haşşâşîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik), müslümanlara karşı, müslüman olmayan güçlere ve dı­şardan gelen saldırganlara daima yardım etmişlerdir. Çok kere bunların teşviki ve oyunlarıyla İslâm ülkele­rine Haçlı saldırıları yapıldığı sırada bunlar Haçlılarla beraber olmuşlardı. Bunun sonucu olarak da Haçlılar Suriye'yi ele geçirince, Bâtınî fırkaların adamlarını kendilerine dost ve yardımcı kılmışlar, onlara bu yar­dımlarının karşılığını vermişlerdir. Bunlar, Zengî ve Eyyubî idaresi döneminde daima isyanlar çıkarmışlar, ihanetler hazırlamışlardır. Hicrî sekizinci yüzyılda Mo­ğollar Şam'a saldırdıklarında bunlar açıktan açığa Mo­ğolların tarafını tutmuşlar, müslümanlara çok ağır za­rarlar vermişlerdir. Bunun dışında onlar, müslümanlar arasında daima düşünce bozukluğu, dine güvensizlik, terör, dinsizlik ve dinden sapmayı yaymaya çalışmış­lar, müslümanların din kalesinde eşkıyalara casusluk yapma görevini yürütmüşlerdir.
Bütün bu hareketler bu fırkaya da ilim açısından ve davranış bakımından son bir darbe indirmeyi, yap­tıklarına bir son vermeyi gerektiriyordu. Bunların inançları ve gayeleri açığa çıkarılıp herkesin gözü önü­ne konularak müslümanların onları tanımalarına imkân sağlanmasını, İslâm düşmanı faaliyetlerinden dolayı onlara iyi bir ders verilmesini zorunlu kılıyordu.
Bu işi de ancak, bu fırkanın iç yüzünü, onun geçmi­şini, o andaki durumunu ve onun bütün kollarını ve bütün kollarının inançlarını, düşüncelerini tanıyan, bi­len biri yapabilirdi. İlmî açıdan onları reddedip tenkid etme gücüne sahip olan, göğsünde İslâm hamiyetinin heyecanını taşıyan ve bu İslâm düşmanlarına karşı ci-had etme coşkusu bulunan kişi bu görevi yapabilirdi.
Bütün bunların yanında, müslüman olmayanlarla karışmaktan, yabancı etkilerden, âlimlerin tembellik ve gafletinden dolayı halk arasında kâfirce inançlar ve davranışlar yaygınlaşmıştı. Tevhid inancına ve gerçek din üzerine perde örtülmüş, gittikçe unutulmaya doğru gidiyordu.
Evliya ve sâlih kullar hakkında, hristiyan ve yahudilerde olduğu gibi aşırılıklar ortaya çıkıyordu. Allah'la kul arasında aracılık ve velîlere yakınlaşma düşüncesi kökleşiyor ve Kur'an-ı Kerim'de de bildirildiği gibi; "Biz o putlara sadece onlar bizi Allah'a yaklaştırıyor diye ibadet ediyoruz." Cahiliye dönemi düşüncesi müs-lümanlar arasında gelişiyordu. Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve "Allah'tan başkasından medet istemeye varıncaya kadar pek çok bozuk düşüncelere âlimler herhangi bir yanlış davranış gözü ile bakmıyor­lardı.
Peygamberlerin, velî ve salih kişilerin mezarları yanında Hz. Peygamber'in menettiği ve yapılmasından çok çekindiği şeylerin hepsi yapılmaya başlanmıştı. Müslümanlar, zimmîlerle müslüman olmayanların ge­lenek ve göreneklerini benimsemekte bir sakınca gör­müyorlardı. Böyle bir kâfirce cahiliyete (İslâm öncesi sapık davranışlara) karşı savaşmak, gerçek tevhid inancına bütün güç ve açıklıkla davet etmek için öyle bir mücahid âlime ihtiyaç vardı ki:
Bu âlimin aklı; tevhidle, şirkin farkını çok güzel anlamış olmalı, cahiliyetle ilgili olan herşeyi bütün gö­rüntüleri içinde ve perdeleri altında tanıyabilmeliydi. Tevhidin ne demek olduğunu sonra gelen âlimlerin ki­taplarından öğrenme, cahil müslümanların alışkanlık­larından ve devrin âdet ve göreneklerinden tanıma ye­rine, doğrudan Kitap, sünnet ve sahabe-i kiramın hare­ketlerinden anlamış olmalıydı. Sağlam inancı, doğru
itikadı açıkça söylemekte, yaymakta devletlerin karşı çıkmasına, dönemin insanlarının düşmanlığına, âlim­lerin değişik görüşlerine önem vermeyen biri olmalıydı.
Kitap, sünnetle birlikte dinin sağlam ve ilk kayna­ğını, ilk dönem asırların durumunu derinden bilen, tam tanıyan yetkili bir kimse olmalıydı. Yahudi ve hristiyanların gerçek inançtan ayrılmalarını, onların Tevrat ve İncil'i hangi tarihlerde nasıl değiştirdikleri­ni, cahiliyet toplumlarının duygu ve düşüncelerini çok iyi bilen kimse olmalıydı. Müslümanları; Kur'an-ı Ke-rim'in bildirdiği öğretilere, İslâm'ın ilk yüzyılının (baş­langıcının) inanç ve davranışlarına geri getirmeye, müslümanları sahabe-i kiramın ve tabiînin tutum ve davranışlarına göre hareket etmeye yöneltmek için durmadan çırpınan biri olmalıydı.
Tasavvuf ve tarîkatçiler içine, (çeşitli tarihî ve ilmî sebeplerden ötürü) eski Yunan ve Hind ilham (içe doğ­ma) felsefesinin etkileri girmişti. Bu etkiler, İslâm inanç ve düşünceleriyle öyle karışmışlardı ki, onları birbirinden ayırmak zorlaşmıştı. Yeni Eflâtunculuğun içe doğuş ve ilham anlayışı veya Hind yogizmi, ruhla­rın başka bir vücuda geçişi inancı, Vahdet-i Vücudcu-luk görüşü, zahir ve bâtın sınırlandırması, gizli bilim­ler, rumuz ve semboller, (sîne bilgileri fitnesi), ermiş ve gerçeğe ulaşmış kişilerden şer'î görevlerin düşmesi, bu kişilerin şer'î görevlerden hariç oldukları gibi düşünce ve inançların hepsi tarikat ve tasavvufçuların büyük bir bölümü arasında benimsenmişti.
Her ne kadar her devrin araştırmacıları, sağlam bilginleri; bu sapık inançları reddetmişler ve onlara karşı çıkmışlarsa da, tasavvuf ve tarikatçıların büyük bir bölümü onlar üzerinde hâlâ ısrarlıydılar.
Tarikat ve tasavvufun bazı bölümleri göz boyama ve sihirbazlık gibi dalavereci gösterilere kadar düşmüş­lerdi. 7. ve 8. hicrî yüzyılda Rufaîlik kolu bu konuda özellikle önde gidiyordu. Halk ve pek çok özel kesim bu mugalata (yamltma)ya av olmuşlardı.
Bu tehlikeyi önlemek ve şeriatı korumak için de güçlü iman sahibi ve cesur ıslahatçı, düzenleyici birine ihtiyaç vardı. Bu ıslahatçı; o tip insanların ihtişamın-dan, otoritesinden, azametinden ve onlara bağlananla­rın, peşinden gelenlerin çokluğundan ve gücünden korkmadan; açıkça, serbestçe onları tenkid etmeli, ha­talarının ve mugalatalarının üzerinden perdeyi kaldı­racak biri olmalıydı.
Eğitim ve bilim ortamında asırlardan beri öyle bir donukluk meydana gelmişti ki, kendi grubunun fıkıh çizgisinden kıl payı dışarı adım atmak suç kabul ediliyordu. Kur'an ve hadise o fıkıh mezheplerinin ve kendi gruplarının gözlükleriyle bakma alışkanlığı vardı. Mezı hep ayrıcalıklarında   Kur'an ve hadisi hakem yapma yerine, her ne şekilde olursa olsun kendi görüşlerine s Kur'an ve hadisi uygun düşürmeye, uydurmaya çalışıyorlardı.
Mezhepleri tercih etme kapısı da fiilen kapalıydı.
Zamanın ve şartların değişmesi ile birlikte pek çok yeni problemler ortaya çıkmıştı. Bunlar hakkında fetva ı vermek, onlara çözüm getirmek için İslâm'ın bütün fıkıh hazinesini tam   olarak   bilmek, Kitap ve sünneti 5 çok iyi öğrenmek, İslâm'ın ilk çağlarının uygulamaları­nı tanımak ve fıkıh usulü bilgisini tam manasıyla kavramak gerekiyordu. Ama bir süreden beri bilgi, bakış s: ve araştırma yetenekleri sınırlı olmaya başlamış, dü-> şünme güçleri erimeye doğru gitmişti. Eski fıkıh bilgi hazinesine bir şey eklemek imkânsız görülmeye başla-f mıştır. İslâm hukuku ve fıkıh bilgisi gelişmesini ve yükselme yeteneğini kaybetmişti. Bu yanlış durumu düzeltmek için ise öyle bir hadis, fıkıh ve usûl (metod) bilginine gerek vardı ki o; bütün İslâm kültürünü, İslâm ilim kaynaklarını öğrenmiş olmalı, Kur'an ve ha­disi; insanları hayrette bırakacak kadar ezberlemiş ol­malıydı. Hadisin türlerini, derecelerini ve onun topla­nıp yazıldığı eserleri, "bu kişinin bilmediği hadis asla hadis değildir" dedirtecek kadar bilmeli, müctehidlerin görüş ayrılıklarını ve onların görüşlerini ileri sürerken dayandıkları delilleri, kaynakları her an aklında tuta­cak kadar bilmeliydi. Kendi mezhebinin dışındaki mez­hepleri, görüşlerinin detaylarım, o mezhepleri öğreten ve onlarda fetva veren kişilerden daha çok bilmeliydi. Problemlere çözüm getirmek ve şahsî incelemeler yap­makla birlikte selef çizgisinde yer almış ve müctehid imamların mertebe ve değerini tanıyan biri olmalıydı. Dil bilgisinde otoriter, dil konusunda tenkitçi ve söz sa­hibi olmalı, Arap dilinin yapısını tanımalı, o konudaki bilginlerin rahatlıkla hatalarım bulacak ölçüde yetkili olmalıydı.
Hafızası ilk hadisçileri hatırlatacak kadar güçlü, zekâsı Allah'ın kudretinin bir alâmeti denecek kadar harika, bilgisi Allah'ın sonsuz bir vergisine işaret olma­lı; kişiliği İslâm ümmetinin büyük insan yetiştirmesi­ne, İslâm ağacının canlılığına, İslâm ilimlerinin güçlü­lüğüne, tazeliğine ve; "Benim ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu daha hayırlıdır bilinemez." hadisini tasdik ettirici olmalıydı. Bununla birlikte ha­yatın hareket alanında yani yaşanan hayatta arslan gi­bi bir kahraman olmalı; hem kalem, hem de kılıç sahibi olmalı, dönemin sultanlarının önünde hak söz ne ise çekinmeden onu söyleme cesaretine sahip olmalıydı. Moğollar gibi kan dökücü, vahşi düşmanlar karşısında islâm askerlerine önderlik yapmaktan geri durmamalı; eğitim sıralarından, kütüphane köşelerinden, mescidle-rin sakin odalarından, tartışma toplantılarından tut, hapishanelerin ölüm hücrelerine ve savaş alanlarına varıncaya kadar aynı ölçüde koşan, kahramanca atılan ve her tarafta sevilen, kendisine değer verilen, önderli­ği kabul edilen bir kimse olmalıydı.
8. yüzyıl için öyle bir yiğit insana ihtiyaç vardı ki o, hayatın her alanında bir mücahid olmalı, çalışmaları, ıslahat ve onarmaları herhangi bir bölümle sınırlı ol­mamalıydı.
işte bu kimse, İslâm dünyasında yeni bir ilim ve davranış hareketi meydana getiren, bıraktığı etkileri asırlar geçtikten sonra bile hâlâ devam eden Şeyhül­islâm İbn Teymiye'den başkası değildi. [2]

 

İBN TEYMİYE'NİNTZAMANI


İbn Teymiye'nin zamanı bir çok olaylar, fitneler ve belâlarla dolu bir dönemdir. Siyasî, ahlâkî, sosyal, ilmî ve dinî bakımdan bu dönem özel bir önem taşır. İbn Teymiye'nin ıslâh ve düzenleme çalışmalarını, onun ilim ve ıslâh yapısını anlamak için, içinde doğup büyü­düğü, içinde yenileme ve ıslah görevi yaptığı çevreyi in­celemek gerekir.
İbn Teymiye Bağdat'ın Moğollar tarafından yıkıl­masından beş sene sonra, Halep ve Şam'a girmelerin­den ise üç sene sonra doğdu. Bu bakımdan o, aklı başı­na geldiği zaman yani yaş bakımından düşünebilme ça­ğına ulaştığında, İslâm şehirlerinin yıkılıp mahvedil-mesi ve müslümanlarm katliam edilmelerinin tüyler ürperten hikayeleri, Moğolların dehşet saçan vahşice zulümleri her çocuğun dilinde konuşuluyor olmalıdır. Bu olayları gözleriyle görenler her yerde bulunuyor ol­malıdır.
O yedi yaşma geldiğinde, Irak'ın kuzeyinde Moğol­ların eline geçmiş olan Dicle ve Fırat arasında bulunan vatanı Harran'a Moğollar hücum etmişti. Pek çok sülâle ve aileler gibi onun ailesi de Moğolların zulmün­den, vahşice davranışlarından kurtulmak için Şam'a doğru yola çıktı. Yolların her yanı Moğolların dehşet iz­leriyle kaplıydı. Bu korku, dehşet, dağınıklık, güvensiz­lik ve düzensizlik; onun müthiş ve normal üstü hafıza­sından hiçbir zaman silinmedi.
Kendisinin de izlerini ve işaretlerini görmüş olacağı bu yıkımları, bu manzaraları, o acıklı korkunç olayları gözleriyle gören insanların ağzından uzun uzun dinle­miş olacaktır. Bu bakımdan tabii olarak onun hassas ve hamiyetli karakteri, müslümanlarm bu çaresizlikle­rinden ve perişan edilmelerinden çok etkilenmiş, dola­yısıyla o yağmacılara karşı içinde köklü bir nefret duy­muş olacaktır.
Bununla birlikte Ayn-ı Câlût denen yerde müslü­manlarm muhteşem zaferi onun doğumundan sadece üç sene Önce meydana gelmişti. Hatta Sultan Zahir Baybars'm zaferleri onun çocukluğu dönemindeki olay­lardır. O günlerde her tarafta bu zaferler konuşuluyor­du. Bu anlatılanlar ve zaferlerden dolayı yüreği serin­lemiş, maneviyatı güçlenmiş olmalı ve o zafer olayla­rından dolayı da kendine güven ve cesareti artmış ol­malıdır. [3]

 

Mısır'daki Memlüklü Sultanları: 


İbn Teymiye'nin doğumundan 13 sene önceden beri Mısır ve Suriye'de Memlüklüler (Kölemenler haneda-nı)'in idaresi sürüyordu. Bunlar, Sultan Selahaddin Eyyübî sülâlesinin son sultanı Melik Salih Necmeddin (Ö. 647)'in Türk köleleriydiler. Sultan bunların feda­kâr, vefakâr ve cesaretli oluşlarını gördüğü için onları Mısır'da yerleştirmişti. Bunlar "Denizciler"[4] lakabıyla da ünlüdürler.
Bunların arasında bulunan İzzettin Aybek adında bir Türkmen, 647 hicri tarihinde Melik Salih'in yerine geçen Turan Şah'ı öldürerek devleti ele geçirdi. Melik el-Muiz adını aldı. H. 655'de o da öldürüldü. Yerine oğ­lu Nureddin Ali geçti. 657 yılında İzzettin Aybek'in, devletin en üst kademede yöneticisi olan kölesi Seyfed-din Kutuz devleti ele geçirdi. İşte bu Sultan, ilk defa Moğolları kesin yenilgiye uğratan kişidir. Bir sene son­ra (H. 648 de) Melik Salih Necmeddin Eyyub'un diğer bir kölesi Rükneddin Baybars Seyfeddin Kutuz'u öldü­rerek devlet idaresini kendi eline aldı. Melik Zahir lâkabını kendine unvan yaptı. 18 sene boyunca da son derece heybetli, azametli biçimde devleti idare etti. Mo-ğollara ve Haçlılara karşı arka arkaya zaferler kazan­dı.
İmam İbn Teymiye doğduğunda Mısır ve Suriye'de Zahir Baybars'm idaresi hüküm sürüyordu. Çocukluğu onun idaresi altında geçti. Baybars öldüğü sırada İbn Teymiye 15 yaşındaydı ve gençlik çağına girmişti. Me­lik Zahir, Sultan Selahaddin Eyyûbî'den sonra bütün ilgisiyle cihada yönelen ve İslâm düşmanlarını arka ar­kaya yenilgiye uğratan ilk güçlü müslüman sultandı. İbn Kesîr onun hakkında şöyle yazıyor:
"Baybars; uyanık, zeki, üstün cesaretli, kahraman bir sultandı. Düşmanlarını hiçbir an göz önünden uzak tutmaz, sürekli onlar karşısında düzenli ve hazır bir vaziyette bulunurdu. O, İslâm'ın dağınıklık dönemini ve müslümanlarm perişan halini düzeltti. Gerçek şu ki Allah Teâlâ onu, bu son zamanda İslâm'ı ve müslü-manları desteklemek, onlara yardım etmek için gön­dermişti. Avrupalı hıristiyanlar (Frenkler), Moğollar ve müşrikler nazarında o^ gözlerine batan bir diken gibi idi. İçkiyi yasakladı. Ahlâksızlığı ve suçu meslek edin­miş insanları ülke dışına çıkardı. Gözüne ilişen her dü-
zensizlik ve bozukluğu yok etmeden içi rahat etmezdi."[5]
Zahir Baybars'm saltanatı çok düzenli, ülkesi çok genişti. Doğuda Fırat nehrine, güneyde Sudan'ın en alt bölgesine kadar ülkenin sınırları uzanmıştı. Mısır bu devletin merkezi, Kahire de başşehri idi. Sultan ve Abbasî[6] halifesinin Kahire'de oturmasından dolayı o dönemin İslâm dünyasının siyasî, ilmî ve medeniyet merkezi haline gelmişti. Baybars pek çok mektep, med­rese açtı. Uzaklardan gelen âlimler ve yetenekli kişiler Kahire'de toplandı.
Baybars; şahsî yeteneği, islâmî heyecanı ve cihad aşkı taşımasıyla birlikte, herşeye rağmen diktatör bir idareci idi. Bu yüzden onda diktatör padişahların ku­surları da görülmektedir. Onun mücahidce başarılarıy­la ve İslama hizmetlerle dolu parlak dönemi, ferdî ida­renin (monarşi) özellikleri olan baskı, inatçı ve keyfî tutum ve davranışlarla da lekelidir. Bunlar arsında acı bir olay, İmam Nevevî'ye[7] karşı takınılan tavırdır.
Baybars, 18 sene düzenli ve sağlam bir şekilde dev­leti idare ettikten sonra Mısır ve Suriye devlet idaresine kısa zamanda birçok sultan gelip geçti. 626 H. yılın­dan başlayarak (Baybars'm öldüğü yıl) 709 H. yılına kadar 33 senelik süre içinde Mısır devlet idaresine 9 sultanın geçmesinden bu husus anlaşılabilir.
Bu 33 senelik süre içinde Mısır, Suriye ve Hicaz İslâm idaresine bir tek güçlü, düzenli ve mücahid sul­tan nasib oldu. Onun da adı Melik Mansur Seyfeddin Kalavun'dur. O; H. 678 yılında Moğollara hücum etti ve onları şiddetle yendi. 185 seneden beri Haçlıların iş­galinde bulunan Trablus şehrini de fethedip kurtardı. H. 678'den H. 689 senesine kadar 12 sene boyunca bü­yük bir saltanat ve debdebe ile devleti idare etti.
Mansur Kalavun'dan sonra Mısır idaresi tekrar pa­dişahların ve padişahlar etrafında kümelenen zümre­nin oyuncağı haline geldi. Sonunda 709 yılında Mansur kalavun'un oğlu Melik Nasır Muhammed b. Kalavun, üçüncü kez devlet idaresini ele aldı. 32 sene süreyle devlete istikrar geldi. İşte bu Melik Nasır, İbn Teymi-ye'nin tam çağdaşıdır. İbn Teymiye'nin yenileme ve ıslâh çalışmalarının tarihi onun dönemine aittir. Bü­yük ölçüde o; Zahir Baybars'm yerini tutan, pek çok ni­telikleriyle onun bir benzeri olan ve meşhur babası Mansur Kalavun'u hatırlatan biriydi. Onun döneminde yeniden İslâm devletinde birlik ve güçlenme meydana geldi. O kendinden önceki meşhur önderi gibi Moğolla­ra karşı muhteşem zaferler elde etti. İslâm devletini tam olarak yerine oturttu.
Bütün bu süre içerisinde Irak, İran, Horasan Mo­ğolların idaresi altında kalmaya devam etti. O ana ka­dar Bağdat yeniden müslümanlarm eline geçmedi. Oranın (Moğol) idarecisi bizzat müslüman oluncaya dek öylece sürdü. Mısır'ın Abbasî halifesi bizzat ordu sönderdi. Sultan Zahir Bavbars tekrar tekrar oraya
hücum etmek istedi.Fakat başarılı olamadı. Memlüklü sultanlarının elinde ve idaresinde sadece Mısır, Sudan, Suriye ve Hicaz bulunuyordu. [8]

 

Devlet İdaresi:    


Memlüklü sultanlarının resmî dini her ne kadar İslâm ise de; sultan ve devleti yönetenler İslâm'a sevgi ve saygı duyuyorlar, dinî hamiyet ve gayret taşıyorlar, kadılar, imamlar, şeyhülislâm ve dinî mevkîdekiler dü­zenli bir şekilde tayin ediliyorlar, temyiz mahkemesi bulunuyor ve kadı'mn kararları kesinlikle uygulanıyor, okullarda dinî eğitim serbestçe veriliyorsa da yine de devletin bütün idarî yetkilerinde gerçek söz sahibi olan sultan ve onun güvendiği vezirlerle devletin üst düzey yöneticileriydi. Onların kararı, onların gönlün­den geçen arzular ve dilekler devletin ana kanunuydu. İslâm kanunlarının uygulanma çizgisi, onların geniş çaplı devletlerinde herşeye rağmen sınırlıydı. Devlet düzeni aşağı yukarı askerî bir tarza sahipti. Ne bir ya­zılı anayasaları, ne belirli ve düzenli bir sistemleri var­dı, ne de bir danışma meclisleri bulunuyordu.
Zahir Baybars ve onun yerine geçen sultanlar; dev­letin kanunlarının, verilen kararların ve icraatların o devrin âlimleri tarafından desteklenmesini, doğru ol­duğunun tasdik edilmesini istiyorlardı. Olabildiğince de onların olurunu almayı, onlara danışmayı da ihmal etmiyorlardı. Eğer âlimler bir kanuna veya bir icraata şiddetle karşı çıkarlarsa onu da geriye alıyorlardı.
Zahir Baybars, Mısır ve Suriye'de toprak sahiplerinin arazilerini devlet hakkı olarak ellerinden almak istedi. İmam Nevevî buna şiddetle karşı çıktı[9] Baybars her ne kadar buna öfkelendi ve İmam Nevevî'nin de bu yüzden Suriye'yi terketmesi gerekti ise de toprakların eskiden olduğu gibi sahiplerinde kalmasında etkili ol­du. Baybars bunda bir değişiklik yapmadı.
Devlet düzeni babadan oğula miras olarak geçme esasına dayanıyor, herhangi bir islâmî temele ve pren­sibe dayanmıyordu. İslâm'ın özünün, onun sağlam ve âmir hükümlerinin; devlet başkanının şahsî yetkilerle donatılmış ve milletin ona güven duyması sağlanmış olmasını gerektirdiğinden dolayı değil, aksine Memlük-lüler sülâlesinin ve hanedanının temeli şahsî gayretle­re,- ferdî teşebbüs ve icraatlara dayandığı için bu idare­nin karakteri öyle bir düzeni ortaya koymuştu. Daha güçlü olan, daha cesur olan devlet idaresini kendi eline alıyordu. Eyyûbîler devletinin köleleri; şahsî gayretleri, çabaları ile efendilerinin saltanatını ele geçirdiler. Bu tutum sonuna kadar böyle devam etti. Onlardan her bi­ri kendi oğullarını yerlerine geçirmeye çalıştılarsa da köleleri içinde daha cesur, daha atak olanlar onları ite­rek kendileri devletin başına geçtiler. Taç ve tahtın güç ve yetkileri, bu ihtiras dolu insanlarda şansını deneme arzusu doğurdu. Bu arzuya ulaşmak için de çok kere kemend atma ve zor kullanma gerekiyordu. Bu sırada eğer Moğollar ya da Frenkler hücum ederse çok kere ancak o zaman bunlar birleşebiliyorlardı. [10]

 

Memleketin Sosyal ve Ahlâkî Durumu:


Türk ırkından olan bu idareci tabaka kendilerinde üstünlük duygusu taşıyordu. Her bakımdan genel halktan ayrıcalıklı yaşıyorlardı. Dilleri Türkçe idi. Sa­dece ibadet yaparlarken veya ilim adamlarıyla konu­şurlarken yahut halkla görüşürken, -bu çok az rastla­nan bir olaydı- Arapçayı kullanıyorlardı. Bunlardan bir kısmı Arapçayı ancak zaruri ihtiyaçlarım yerine getire­cek kadar biliyordu. Bununla birlikte âlimlere değer veriyorlar, salih kişileri, ulu maneviyat erbabını sevi­yorlar, mektepler, medreseler kuruyorlar ve mescidler inşa ediyorlardı. Makam ve mevkilere adam tayin ederken herhangi bir milleti veya belirli bir sınıfı ter­cih etmiyorlardı. Yine de devlet düzenini elinde tutan çok büyük makamlar ve askerî mevkiler tabii olarak Türk soyundan gelen komutanlara veriliyordu. Devlet idarecileri, yetkilileri ve çok büyük arazi sahipleri Türklerle Moğollardı. Onlar çiftçilerin, işçilerin eme­ğinden faydalanıyorlardı.
H. 697 yılında Hüsamettin Lâçin, kendi idaresi dö­neminde arazileri çiftçilere faydalı olacak, onların du­rumunu düzeltecek ve tarım üretimini geliştirecek şe­kilde halka dağıtmaya çalıştı. Fakat devletin üst dere­cedeki idarecileri bu tutumu beğenmediler, ona karşı isyan ettiler.
Şehirlerde yaşayanların önemli bir bölümü Moğol-du. Seyfeddin Kutuz, Zahir Baybars ve Nasiruddin Ka-lavun'un Moğollarla yaptıkları savaşlarda sayısız Mo­ğol esir alınmıştı. Bunlaf Mısır ve Suriye'ye getirilip, bir süre tutuklu kaldıktan sonra oralara yerleştiler. Makrizî'nin anlattığına göre; Zahir Baybars zamanında Mısır ve Suriye bunlarla dolmuştu. Onların âdetleri, görenekleri ülkenin her tarafına yayılmıştı. Her ne ka­dar bunlar İslâmı kabul etmiş iseler de pek çok âdet ve an'anelerini devam ettiriyorlardı. Kendi millî özellikle­rini de sürdürüyorlardı. Yeni müslüman olmuş kimse-
lerin İslam'a herşeyleriyle ve tanı olarak, eksiksiz geç­tiklerine ve eski inanç ve düşüncelerini, kültür ve Özel­liklerini, eskiden gelen düşünce tarzlarını tamamen bı­rakarak, onlardan arınmış olduklarına tarihte çok az örnek bulunmaktadır.
Hz. Peygamber Efendimiz zamanında İslâm ve ca-hiliye çatışmasının tamamen yok olması, cahiliye döne­minin herşeyi ile yok olup İslâmın eksiksiz yaşanması Hz. Peygamberin bir mucizesi, yüce sahabelerin de bir özelliği idi. Bir bakıma onlar, İslâm'da yeniden doğ­muşlardı.
Böyle bir zamanda, toplumda islâmî eğitim ve öğre­tim düzeni eksiksiz uygulanmadığı sürece, İslâm top­lum düzeni içinde yeni müslüman olanların eritilmesi ve yeni baştan bir kalıba sokulma yeteneği olmadığı sürece Moğolların ve Türk ırkından olan yabancıların, İslâm inanç ve ibadetlerinin kalıbına girmesini ve eski âdet ve ahlâklarından bir anda sıynlacaklarını ummak doğru değildir. Nitekim bu Moğol ırkından yeni müslü­man olanların hayatı İslam ve cahiliye etkilerinin karı­şımı, bileşimi idi. Mısır'ın ünlü tarihçisi Makrizî şöyle yazıyor:
"Bu Moğollar, İslâm yurdunda düzene konmuşlar­dı. Bunlar Kur'an-ı Kerim'i düzgün şekilde öğrendiler. İslâm'ın emir ve kanunlarını tanıdılar ama onların ha­yatı hak ve bâtılın birleştiği bir karmaşa idi. Onlar arasında iyi şeyler de vardı kötü şeyler de. Dinî mesele­ler; namaz, oruç, zekât, hac, vakıflar, yetimlere ait me­seleler, eşler arasındaki anlaşmazlıklar, borç alıp ve­renler arasındaki münakaşalar ve daha buna benzer şeyler baş kadıya havale ediliyor; fakat kendi şahsî iş­lerinde Cengiz Han geleneklerine bağlı kalıyorlar, (Mo­ğol kanunu) yasadan ayrılmıyorlardı. Kendileri için
mabeynci (hâcib) adında bir kişi tayin etmişlerdi. Gün­lük işleri hakkında o karar veriyor, güçlüyü düzen ve zapta sokuyor ve yasaya uygun olarak zayıfın hakkını alıyordu. Aynı şekilde Moğol tüccarlarının çok büyük çaptaki işleri hakkındaki kararı da yasaya (Moğol milli kanununa) göre veriyordu. Araziler ve toprak konusun­da anlaşmazlık olursa, onun da çözümü bu millî kanu­na göre oluyordu. "[11]
Bu Türk soyundan gelen yabancıların, bu yeni müslüman olan Moğolların âdet, ahlâk, töre, an'ane, kültür ve toplum yapılarının hatta inanç ve düşüncele­rinin eski Arap ve müslüman halk üzerinde etki yap­ması kaçınılmazdı. Nasıl Haçlı savaşlarında Avrupalı ile Asyalı birbirine karışmışsa aynı şekilde Moğol hü­cumlarının ve Moğolların galip ve mağlup hale gelme­lerinin sonucunda doğu ile batı birbirine karışıyor, bir­leşiyordu. Bu karışma, bu birleşme savaş alanındaki çatışma ile başladı. Fakat kültür, düşünce ve ahlâk ka­rışmasıyla son buldu. Her biri diğerini etkiledi, her biri diğerinin etkisini de benimsedi.
Bu karışma ve birleşme pek çok yeni problem orta­ya çıkardı. Yeni bir sosyal yaşayış ve yeni bir kültür meydana geldi. Bunun İslâm medeniyeti veya Arap toplum düzeni olduğunu söylemek zordur. Böyle bir du­rum; müslümanlann yaşayışındaki İslâm dışı etkileri, cahiliye töre ve alışkanlıkları görmeye gönlü razı olma­yan, baştan başa Kitap ve sünnete bağlı olup asırların en hayırlısı olan İslâm'ın ilk asrının çizgisinde yürüyen ve Kur'an-ı Kerim'deki: "İslâm'a tam ve eksiksiz olarak girin." emrine uymak isteyen bir ıslahatçı ve öğreticiye büyük sorumluluklar yüklüyordu. [12]

 

İlmî Çalışmalar:


Bu yüzyılın ortasında Allâme Takiyyüddin Ebu Amr b. Salâh (577-643 H.), Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm (578-660 H.) ve İmam Muhyiddin Nevevî (631-676 H.) gibi ilim önderleri mevcuttu. Bu yüzyılın sonunda Şeyhülislâm Takiyyüddin îbn Dakîk ei-îd (625-702 H.) gibi hadisçi ve Allâme el-Bâcî (631-714 H.) gibi usulcü ve kelâmcı göze çarpmaktadır.
İbn Teymiye'nin çağdaşları arasında Allâme Cemâ-leddin Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (654-742 H.), Hafız Ale-müddîn Berzâlî (665-739 H.) ve Allâme Şemseddîn Ze-hebî (673-748 H.) gibi hadisçi ve tarihçiler vardı. Bun­lar kendi dönemlerinde hadis ve rivayet ilminin dört temel direği sayılırlardı. Daha sonra gelen bilginler bunların kitaplarını jegâne bilgi kaynağı kabul ederler.
Bunlardan başka Başkadı Kemaleddin b. Zemel-kânî (667-727 H.^Başkadı Celâleddin Kazvînî (ö. 739 H.), Başkadı Takiyyüddin Sübkî (683-756 H.) ve Allâ­me Ebû Hayyân en-Nahvî (654-745 H.) gibi sahaların­da en üstün noktaya ulaşmış üstadlar ve çok yetenekli bilginler vardı. Onların dersine bütün insanlar gelirdi. Derin bilgilerinin şöhreti de her tarafı tutmuştu.
İlmin yayılışı gelişmekte idi. Mısır ve Suriye'de Eyyubîlerin, Memlüklülerin kurduğu kocaman okullar ve hadis yuvaları vardı. Oralarda dünyanın her tara­fından gelmiş kimseler dinî ilimleri ve akıl ilimlerim öğreniyorlardı. Okulların yanında, onlardan ayrı ola­rak geniş ve büyük kütüphaneler bulunuyordu. Bunla­rın içinde her ilim ve fennin eşine az rastlanır kitapları ve ilim hazineleri korunuyordu. Bunlardan her ilim meraklısı faydalanabilirdi. Sadece Kâmiliyye medrese­sinde -ki onu Kâmil Muhammed Eyyûbî 621 Hicrî yılında kurmuştu- bulunan kütüphanede 100.000 kitap bulunuyordu.
Yine bu yüzyıl içinde çok önemli bazı kitaplar yazıl­dı. Bu kitapları daha sonraki bilginler başvurulan kay- , nak birer eser kabul ettiler. Meselâ, Allâme Takıyyud- : din b. Salâh'ın Mukaddimesi, Şeyh İzzeddin b. Abdüs-selâm'm   Kavâid  el-Kübrâ'sı}   İmam   Nevevî'nin Şerhu'l-Mühezzeb Mecmuası ve  Müslim Şerhi,   İbn Dakîk el-Id'in Kitâb el-İmâm'ı ve İhkâm el-Ahkâm Şerhu Umdetu'l-Ahkâm'ı ve Ebu'l-Haccâc el-Mizzî'nin Tehzîb el-Kemâl'i  ile  Allâme  Zehebl'nin  Mizânu'l-î'tidâl'i ve Tariku'l-İslâm'ı gibi kitaplar sayılabilir.
Fakat birkaç kişiyi ve ilmî çalışmaları çıkarırsak, bu yüzyılın ilim elde etme ve kitap telif etme işinde ge­nişlik vardı, derinlik azdı. İnceleme, derin konulara dalma ve düşünme yerine nakil ve başka eserlerden alıntı yapma merakı daha çoktu. Fıkıh mezhepleri, kendilerinde ilerleme olmayan demirden bir kalıp hali­ne gelmişlerdi. Dört mezhebin hak olduğu kabul edil­mekle birlikte uygulamada her mezhebin taraftarları, hakkı kendi mezhebi içinde sınırlı görüyorlardı. Çok tedbirli konuşanlar da şöyle diyordu: "Bizim imamızın içtihadları tamamen doğrudur, bunların içinde yanlış bulunma ihtimali vardır. Diğer imamların içtihadları ise yanlıştır. Onların içtihadları içinde bazılarının doğ­ru olma ihtimali vardır."
Her mezhep mensubu kendi fıkıh mezhebini, bütün fıkıh mezheplerinden daha üstün ve Allah tarafından destekli en üstün mezheb kabul ediyordu. Bütün zekâ­larını, yazma ve anlatma yeteneklerini o mezhebin üs­tün olduğunu, daha değerli olduğunu ispat etmekte harcıyorlardı.
Mezheb mensuplarının kendi mezheplerine hangi bakışla baktıklarını ve mezhep mensuplarında hâkim olan zihniyeti şu olaydan ölçebilirsiniz: Sultan Zahir Baybars daha önceki uygulamanın tersine Şafiî mezhe­bindeki başkadıdan başka diğer üç mezhepten de teker teker başkadı tayin edince Şafiî fıkıh bilginleri bunu şiddetle eleştirdiler ve bu karara nefret gözüyle baktı­lar. Onlar Mısır'ı Şafiî mezhebinde bir başkadımn ida­resi altında görmeyi istediklerinden böyle düşünüyor­lar ve zannediyorlardı ki, eskiden beri gelen İslâm kül­türünün merkezi ve İmam Şafiî'nin defnedildiği yer ol­ması bakımından Mısır üzerinde Şafiî mezhebinin hak­kı vardır; Mısır'da sadece Şafiî mezhebi bulunmalıdır. Baybars'm saltanatı son bulup onun sülâlesinden dev­let idaresi alınınca bazı Şâfiîler bunu Baybars'ın diğer mezheplerden de başkadı tayin etme hareketinin ceza­sı ve ilâhî intikamı kabul etmişlerdi[13]
Bu fıkıh gruplaşması ve mezhep zümreciliğiyle bir­likte kelâmla ilgili meselelerdeki aşırılık da son nokta­sına ulaşmıştı. Dört mezhebe bağlı olanlar birbirini ka­bul ediyor ve birbirine talebe hoca bile oluyorlardı. Ara­larında buluşma kaynaşma da vardı. Birbirine sevgi saygı da gösteriyorlardı. Fakat kelâm konularında Eş'arîlerle Hanbelîlerin birleşmesi hemen hemen im­kânsızdı. Mezhepler arasındaki tartışma ancak öncelik ve üstünlükteydi. Ama Hanbelî, Eş'arî tartışması birbi­rini İslâm dışı kabul etme noktasındaydı. Biri diğerinin küfür ve sapıklığında ısrar ediyordu. İnanç tartışmala­rı ve kelâm konularındaki araştırmalar, bütün tartış­maların ve incelemelerin üzerine çıkmıştı. Bu merak her ilgi ve meraka üstün gelmişti. Devlet idarecileri bundan zevk alıyordu. Özel kesim ve halk tabakası, herkes bu merakın sarhoşu olmuştu.
Diğer taraftan tasavvuf da zirvede idi. Ona da pek çok İslâm dışı düşünce ve unsurlar girmişti.Pek çok zanaatkar, cahil, araştırıp inceleme yapmayan bid'atçı kimseler bu zümre içine girerek halk ve özel kesimin sapıtmasına, doğru yoldan ayrılmasına, şirk ve bid'at-ların her tarafı sarmasına sebep oluyorlardı.
Felsefecilerin bir bölümü de dinden ve peygamber­lerin öğrettiklerinden uzaklaşarak kendi öğrettiklerini yaymakta, bazan açık, bazan gizli olarak durmadan ça­lışıyorlardı. Bir başka felsefeciler grubu; felsefeyi temel ve ölçü kabul ederek dinleri onun emrine vermeye ve ona bağlı kılmaya çalışıyorlar di. Akılla nakli birbirine uygun düşürmeye çabalıyorlardı. Felsefecilerin iki gru­bu da Aristo ve Eflatun'un donmuş taklitçisi ve onların düşünce ve kavramlarının mukaddes olduğuna, onların bilgilerinin doğru ve üstün olduğuna bir bakıma onla­rın insanüstü varlıklar olduklarına tamamen inanmış­lardı. Hiçbir şeyde onların görüşlerinin, incelemeleri­nin yanlışlığını kabul etmeye, onlardan ayrılmaya ha­zır değillerdi.
İşte İbn Teymiye'nin, içinde gözünü açıp kendine geldiği, yenileme ve ıslâh bayrağını dalgalandırdığı siyasî, içtimaî, ahlâkî, ilmî ve zihnî çevre buydu. [14]


[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/13-15.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/19-28.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/29-30.
[4] Bunlar Nil nehri kıyısında oturdukları için "Denizciler" adıyla isimlendirildiler. Mısır'da hâlâ Nil nehrine rahatlıkla "deniz" tabiri kullanılır.
[5] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c.13, s.276.
[6] Halife Musta'sım'ın şehit edilmesinden sonra üç sene süreyle müslümanlar halifesiz kaldılar. Tarihçiler, yeni seneleri ya­zarlarken şöyle ifade kullanmaktadırlar: "...Senesi girdi, müslümanlar hâlâ halifesiz" Sonunda Sultan Zahir Baybars, H. 659'de Abbasî hanedanından Mustansır Billah Ebu'I-Kâsım Ahmed b. Emîr el-Mü'minîn Zahir adında bir kişiye biat etti. Böylece Mısır halifelik merkezi oldu. Fakat bu hali­felik bir isimden ibaretti. Asılsöz sahibi ve hâkim olan sulta­nın kendisiydi.
[7] Bakınız Tabakât-i Şâfîiyye el-Kübrâ, İmam Nevevî'nin hal  tercümesi.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/30-34.
[9] Tabakat eş-Şafiyyetü’l-Kübra
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/34-35.
[11] Hıtât-ıMısır.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/35-38.
[13] Tabakât eş-Şâfıiyyetü'1-Kübrâ.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/39-42.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder