11- MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ


11- MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ

 

İlm-İ Kelâm Ve Akılcılık Buhranı


Yedinci asırda bütün İslâm dünyası ilmi kelâm ko­nuları ve ilmi kelâm meseleleri ile çalkalanıyordu. Kelâm ilminin tabirlerini, Mutezile ve Eş'arîlerin, son­ra da Eş'arîlerle Hanbelîlerin uyuşamadıkiarı ve arala­rında çekiştikleri meseleleri bilmeyen kimse, okuma yazma bilen (aydın) kişi kabul edilmiyordu. Bu yüzyı­lın başında (606 H.) İmam Râzî vefat etmişti. O, ilmi kelâm borusunu öyle yüksekten, Öyle tiz perdeden öt-türmüştü ki, onun yankısının dışında başka bir ses du­yulmuyordu. İslâm âleminin ilim ve fikir (bilgi ve dü­şünce) ortamı her meseleyi delile dayandırmaya ve bşka bir örnekle kıyaslamaya alışıktı. İlmî ve fikrî faa­liyet bu iki önemli müsbet bilgi metodunu uzun süredir kullanıyordu. Bir şeyin gerçek olup olmadığı ve dinin inançlarının herhangi bir maddesi; akıl delilleri ile, mantık prensipleri ile ve felsefe metodları ile isbat edil­mezse benimsenip kabul edilmiyordu.
Eş'arî kelâmcıları, genel hayatta her ne kadar Mu­tezile ve felsefecilere üstün gelmiş idiyseler de ve kelâm ilmi karşısında onları susturmuş idiyseler de, Mutezile (itizâl) ruhu ve azgınlığı bizzat kendi galiple­rini mağlup etmişti. Eş'arîlerin kelâm ilmine Mutezi-le'nin akılcılık ruhu sirayet etmişti. Sonunda Eş'arîler de Allah'ın zâtı (asıl varlığı) ve sıfatlarının, ince ve akıl ötesi (akla aykırı değil) meselelerde ve açıklamalarda serbestçe tartışabilmeleri için akla çok geniş yer ver-
mislerdi. Onlar da, dış görüntüleri ve duyuları, büyük ölçüde kesin sonuca götüren bilgi kaynakları kabul et­mişlerdi. Dinî meseleleri isbat etmeyi ve eşyanın gkten varoluşlarının temelini delillendirmeye ve kıyasa daya­mışlardı.
İşte bunun sonucu olarak bütün İslâm âleminde bir, söze (kelimelere) ve delile dayanma modası hâki­miyeti vardı. Kelâm ilmi, ondan ona nakletmekten (şu şöyle dedi bu böyle dedi demekten) ibaret kalmış, nak­ledilen meseleler incelenmiyor, doğru veya yanlışlıkları tartışılmıyor, üzerinde düşünülmüyor, ancak daha ön­ceden söylenmiş sözler aynı şekli ile nakledilip geliyor­du. Bu yüzden bir süredir ilm-i kelâmda herhangi bir yenilik, bir gelişme görülmüyordu. O zümre içinde uzun zamandan beri Ebu'l-Hasan Eş'arî veya İmam Gazâlî gibi müctehid, zeki ve derin kavrayışlı biri orta­ya çıkmamıştı. Kıyas ve delil göstermedeki çok aşırıcı­lık kafanın çalışmasını, beynin faaliyet gücünü artır­mıştı ama gönüllerin sıcaklığına, kalbin faaliyetine ve kesin imana da zarar vermişti.
Kelâm âlimleri delile dayandırma yetenekleri ile, önermeleri ve sonuçlarının uyumlu oluşu ile kendileri­ne karşı çıkanları susturmuşlardı, ama kalplere huzur, sükun ve iman aşılamada şüpheci ve tereddüt içinde olanlara kesin inanç ve kavrayış vermede başarısız ol­muşlardı. Onların bu delile dayandırma ve isbatlama metodları, kalp ve kafalarda ilm-i kelâmın çözmeye gü­cünün yetmeyeceği yüzlerce kördüğüm meydana getir­di. İlm-i kelâmın sürekli ilgisizliğinden, değer verme­mesinden hatta küçümsemesinden dolayı kesin inancın ve bilginin ana kaynağı olan vicdan; tamamen geçersiz ve işe yaramaz bir hale düşüp gidiyordu. Dışta görünen beş duyunun dışında bir de iç duyu (sezgi)nun varlığı
kabul edilmez hale geliyordu. Bu bakımdan iç duyu (sezgi) olmadan duyulamayan, bilinemeyen, algılana-mayan meseleler, gerçekler reddediliyor, itiraz noktası yapılıyordu. Onları inkâr etme ve varlığını kabul etme­me eğilimi ortaya çıkıyordu. Kısacası bütün dünya bir kelâm bilgisi buhranına (çıkmazına) yakalanmıştı. Hepsine bir "akla dayanan dış görünüşe bağlılık" hâ­kim olmuştu. Ümmet-i Muhammed'in (a.s.) iş yapma (aksiyon) gücü, bundan daha ötesi bu ümmetin ana malı (sermayesi) ve, onun enerjisinin kaynağı olan ve peygamberliğin nabzı bulunan "aşk harâreti=gönlün tâ 1 derinliklerinden kopup gelen inanma ve iş yapma akti-vitesi, canlılığı" sönüp gidiyordu. Kalp yanıştan uzakla­şıyor, (aşk hararetinden) soğuyup gidiyordu. Felsefe konuları ile ilm-i kelâmın savaşmaları, çatışmaları, İslâm dünyasını içinde kîl ü kâl (dedim-dedi)nin çok ol­duğu ama, hayatın, sevginin, marifetin ve basiretin ol­madığı bir okula çevirmişti. Elbette gönül ehli kimsele­rin maneviyat adalarında aşk huzuru ve kesin iman nuru bulunuyordu. Bunun dışında her taraf kelime tıl­sımlarına yakalanmış, dışta görünenlere ve duyulara bağlanmıştı.[1]

 

Gönül Ehli Bir Kelâmcıya İhtiyaç Duyulması:


Böyle bir durumda İslâm dünyasının öyle yüce ve güçlü bir büyük insana ihtiyacı vardı ki, bu insanın gönlü dertli (aşkla yüklü), beyni güçlü, mantığı büyüleyici, kalbi dağlayıcı olmalıydı. Yani kalp ve akıl gibi iki yönde de güçlü biri olmalıydı. Hem de o, akıl bilgileri denizinin dibine ulaşmış olmalıydı. (Akılcılık denizinin dibini keşfetmiş olmalıydı.) Kendi aşk harâretiyle ve iç yanışıyla, buz tutmuş (donmuş) İslâm dünyasını yeniden ısıtmalı ve onun Önünde kelimelerin ve dıştan gö­rünüşlerin büyüsü çözülmüş olmalıydı (Maddeci poziti­vizme darbe indirmiş olmalıydı.) Akim bu "şekiller, na­kışlar yurdu" olan dünyasında, aşk sûr'unu (borusunu) üflemesi, güç denemesi, güreş yapması ve muhaliflerini yenerek susturma yerine akim şüphelerini gideren, kalbin düğümlerini çözen ve akla, kalbe huzur, iman ve kesin kanaat ve tatmin dolduran bir kelâm ilminin te­mellerini atan biri olmalıydı.
İşte bu insan Mesnevi isimli kitabı ile kelâm ilmi­nin aşırılıklarına ve akim (kuruntuları)na karşı sesini yükseltip karşı çıkan, hatta savaş açan ve değişen İslâm dünyasının şiddetle ihtiyaç duyduğu yeni ilm-i kelâmın temelini atan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (Ö. 672 H.) idi[2]

Mevlânâ'nın Hayatı  


Mir'âtü'l-Mesneuî kitabının yazan, basılmamış el yazması eseri Sâhibü'l-Mesnevî isimli kitabında, Mevlânâ'nın hayat safhalarını çok geniş bir şekilde ve inceleyerek yazmıştır. Biz burada onun özetini veriyo­ruz:[3]                                                                               

Ailesi ve Ünlü Babası:            


Adı: Muhammed. Lâkabı: Celâleddin'dir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak anılmaktadır. Soyu; babası f tarafından 9 kuşak sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'a ulaşır. Annesi tarafından da Hz. Ali'ye ulaşır.
Mevlânâ'nın değerli ecdadı Horasan'da1[4] bulunan Belh'de  yaşarlardı.   Mevlânâ  da  orada  doğdu.  Mev­lânâ'nın ana ve baba kütüğünde büyük âlimler ve o dö­nemin sultanları vardır. Mevlânâ'mn ninesi Meîike Cihan Harzemşah sultanlar hanedanındandı. 
Mevlânâ'nın babasının adı; Muhammed. Lâkabı: Bahâeddin Veled idi. Tahminen 543 H. yılında doğmuş­tu. Bahâeddin Veled Hazretleri genç yaşında bütün ilimlerde yetişmiş ve üstün dereceye ulaşmıştı. Onun ilmi o dereceye ulaşmıştı ki, Horasan'ın çok uzakların­dan çözümlenmek üzere zor fetvalar ona gelirdi. Top­lantı   tarzı   sultan   tarzında   idi.   Zaten   kendisine, "âlimler sultanı" unvanı da verilmişti. Âdeti; sabahtan öğleye kadar genel ders vermek, öğleden sonra özel dostları ile hakikatler ve marifetler üzerinde sohbet et­mekti. Pazartesi ve Cuma günleri genel vaaz yapardı. Heybeti çok yüceydi. Daima düşünen kişi olduğu görü­lürdü.[5]                                                           

 

 Mevlânâ'mn Doğumu ve İlk Öğrenimi:


Bahaeddin Veled'in oğlu Mevlânâ Celâleddin-i Rû­mî, 6 Rebiulevvel 604'de doğdu. Âlimler sultam Bahâ-eddin'in en samimi dostları arasında yüksek değerde bir büyük kişi olan, Tirmizî hadis kitabının otorite âlimi Seyyid Burhaneddin vardı. Bahaeddin Veled onu oğluna atalık (yetiştirici, eğitici, öğretici) tayin etti. Mevlânâ, 4-5 yaşma kadar onun terbiyesi altında bü­yüdü. Babasının vefatından sonra da onun idaresi al­tında manevî menziller katetti.[6]

 

Babasının Belh'den Göçü:[7]


Mevlânâ'mn değerli babasının etkisi fazlaca artın­ca* davet ve nasihatları herkes tarafından son derece benimsenince, müridlerinin sayısı da çok çok artınca dönemin bazı âlimlerinin hasedi kabarmaya başladı.
Bahaeddin Veled, vaaz ve nasihatlarmda; bazı seler semavî kitapları, ilâhî emirleri arkalarına attılar da felsefecilerin, değerini kaybetmiş sözlerini kendileri- v ne rehber kabul ettiler, bunlar ne yüzle kurtuluş necat ümid ederler? diyerek Yunan felsefesini ve filozoflarını tenkid ediyordu. Bu açık tenkid ve kötüleme­den dolayı zahir ulemasının gönlünde ona karşı hoş-;, nutsuzluk meydana geldi. Ama Harzemşah kendisine  çok değer verdiğinden bu kimseler, şikâyet ve gammaz- ,| lama fırsatı bulamıyorlardı.  Tesadüf bu ya, bir gün sultan onu ziyarete geldi. f; Baktı ki etrafında muazzam bir kalabalık var. Saray elemanları arasında olan bir âlime: "Bu ne kadar kala- p balık böyle?"  dedi.  O mübareğe de fırsat düştü ve:L "Eğer bunun önü alınmazsa devlet düzenine bir zarar i:, gelme ihtimali vardır. O zaman Önüne geçilmesi de imkânsız olur." dedi. Bu söz, Harzemşah'm içine işledi.;. "Nasıl bir tedbir alınır da bunun önüne geçilebilir?" diye sordu. Bunun üzerine o âlim şöyle bir yol gösterdi: "Efendim, şehrin kalesinin ve hazinenin anahtarlarım kendisine göndererek; bütün itibar size gösteriliyor, herkes  sizin çevrenizde toplanıyor,  bizde ise  sadece anahtarlar kalmış, alın onu da size gönderiyorum deyin." dedi. 
Bahaeddin Veled böyle bir haberi alır almaz şöyle ,j buyurdu: "îslâm sultanına benden selâm söyleyin ve deyin ki: Bu iki günlük fâni dünyanın bütün define ve hazineleri, ülke ve orduları padişahlara lâyıktır. Bizim gibi dervişlerin böyle şeylerle ne ilgisi vardır? Sultan ve ahbabı burada rahat ve huzur içinde yaşasınlar diye ben buradan memnuniyetle çekip gidiyorum. Cuma gü­nü vaazımı vererek çıkıp gideceğim."
Belh halkı bu durumu öğrenince, şehirde büyük bir gerginlik başgösterdi. Harzemşah dehşetli bir şekilde korktu. Adam gönderdi, sonra da geceleyin veziri ile bizzat kendisi gelerek bu yolculuktan vazgeçirmeye ça­lıştı, ama o kabul etmedi. Sonunda ricada bulunarak, halkın haberi olmadan şehirden çıkmasını, yoksa bü­yük bir fitne kopacağını söyledi. Bahâeddin bunu kabul etti. Cuma günü vaaz etti ve pazar günü Belh'den Bağ­dat'a doğru yola çıktı. Bu vaazında, benden sonra Mo­ğol ordusu gelecek diye de Harzemşah'ı uyarmıştı.
Sultânu'l-Ulemâ Bahâeddin Veled, öyle bir saygı görerek yolculuğunu sürdürüyordu ki, hangi şehrin ya­kınından geçse oranın âlimleri ve ileri gelenleri şehrin dışına çıkarak onları karşılıyor, büyük bir saygı, hür­met ve ikramla onu şehre getiriyorlardı. Bağdat, Mek-ke-i Muazzama, Şam güzergâhında bu şehirleri ve da­ha başka yerleri ziyaret ederek Malatya'ya ulaştı. Ak­şehir'de dört sene oturdu, ders okutmakla, ilim öğret­mekle meşgul oldu. Akşehir'den, o zaman Konya'ya bağlı olan Lârende'ye geçti.[8]

 

Mevlânâ Konya'da:


Anadolu sultanı Alâaddin Keykubad'm isteği üzeri­ne 626 H. yılında Konya'ya şeref verdiler. Sultanın biz­zat kendisi karşılayanlar arasında bulunuyordu. Karşı­lama sırasında atından indi. Büyük bir alçakgönül-
lülük gösterdi. Konya medresesinde ikâmet etti. Sultan ve pek çok devlet erkânı kendisine mürîd oldu.
Bahâeddin Veled hazretleri Konya'da iki sene ikâ­met ettikten sonra 628 H. de vefat etti.
Bütün bu süre içinde Mevlânâ daima babası ile bir­likte yolculuk yaptı. Bâtınî ve zahirî (sözlerle, eşyaya âit şekillerle, akü yolu ile anlatılan zahirî bilgileri ve insanın iç dünyasının, sezgisinin, maneviyatının ortaya koyduğu manevî, bâtınî) bilgileri ondan aldı. 22 yaşın­da iken Konya şehrine geldi. İleride artık bu şehir onun hem yaşadığı, hem de toprağı verildiği yer olacak­tır.
Sultanın lalası Emir Bedreddin Gühertaş, onun de­rin ilmine ve keskin zekâsına hayran kalarak Konya'da onun için Hüdâvendigâr Medresesi'ni yaptırdı ve bu medreseye bağlı çok büyük vakıflar kurdu. Sultan Alâaddin Keykubad ona çok saygı gösteriyor, çok değer veriyordu. Sultan, Konya kalesini tamamlayınca bir gün gezip görmesini istedi. Bunun üzerine şöyle dedi:
"Sel sularının ve düşman atlarının girmemesi için iyi bir engel ama, zulme uğrayanların dua oklarına na­sıl engel olunur? Hiç düşündünüz mü bu yüzbinlerce burçları aşıp gelen, her tarafı yakıp yıkan beddua okla­rını? Adalet ve eşitlik kalesi inşâ ediniz ki orada dünya güveni ve huzurun hayırlısı vardır." Bu nasihatin sul­tan üzerinde çok büyük tesiri oldu.
Mevlânâ Bahâeddin Veled'in vefat etmesi üzerine, âlimlerin, şeyhlerin ve dönemin sultanının görüş birliği etmesiyle Celâleddin onun yerine geçti ve öğretim, eği­tim, irşâd ve telkin görevini yürütmeye devam etti. Mevlânâ'ya mürebbîlik yapmış olan ve Tirmizî hadis i kitabının araştırıcı uzman bilgini olan Seyyid Burhâneddin,   Belh'-den   Tirmiz'e   gitmişti.   Mevlânâ
Bahâeddin Veled'in vefatından sonra Konya'ya geldi. Mevlânâ kendisine mürid oldu, ondan tarikat ve sülük dersleri aldı, büyük manevî merhaleleri böylece katetti. Dokuz sene Mevlânâ ile sohbeti devam etti. 637 H. yı­lında vefat etti.[9]

 

Mevlânâ'nın Tahsil Yolculuğu  ve Meşguliyetleri:  


Mevlânâ 630 H. de daha fazla bilgi edinmek, ilim öğrenmek, manevî feyiz almak için Şam yolculuğuna çıktı. Önce Haleb'e vardı.
Sultan Selahaddin Eyyubî'nin oğlu el-Melik el-Zâhir, büyük âlimlerden olan Kadı îbn Şeddâd'm ısrar­lı teşviki ile 591 H. yılında çok büyük medreseler kur­muştu. Bu yüzden Haleb şehri de Şam gibi ilimler şeh­ri, bilgiler yuvası haline gelmişti. Mevlânâ Haleb'de Halâviyye Medresesinde kaldı. Kemaleddin İbn el-Adîm'den faydalandı. Mevlânâ, her ne kadar ilim tahsi­li ile uğraşıyor idiyse de onun ergin kişiliğinin hâli o noktada idi ki Sipehsâlâr'ın ifadesi ile; hiç kimsenin çö­zemediği meseleleri o derhal çözülüyor, hiçbir kitapta olmayan sebepler ve deliller gösteriyordu.
Mevlânâ Haleb'den Şam'a geçti. Burada o zamanlar âlimler meclisi  olan Makdisiye  Medresesinde kaldı. Sipehsâlâr'ın yazdığına göre: Şam'da Şeyh Muhyiddin ' İbn Arabî, Şeyh Sadeddin Hamevî, Şeyh Osman Rûmî,
"Şeyh Evhadüddin Kirmanı, Şeyh Sadreddin Konevî ile sohbetleri sürüyordu ve birlikte başka hakikatler ve marifetler anlatıyordu.
634 veya 635 H. de Şam'dan dönerek Konya'ya gel-*J di ve artık sürekli orada kaldı. Seyyid Burhâneddin'in fc 637'de vefatından sonra beş sene boyunca zahir bilgile-
ri âlimlerinin kılığında yaşadı. İlmî çalışmalar ve öğre­tim gayretleri içinde gömüldü kaldı.
638'de, ilim meclisinin çevresinde toplandığı Şeyh Muhyiddin İbn Arabî öldüğünden dolayı onun çevresin­deki insanların çoğu Konya'ya geldiler. Onlar arasında Şeyh Sadreddin de bulunuyordu. Doğu ülkelerinin ha-rab edilmesinden dolayı âlimler ve değerli kişiler Ana­dolu'ya yönetiyorlardı. Genellikle onlar Konya'yı kendi­lerine sığmak ve yerleşme yeri seçiyorlardı. Bu bakım­dan Konya âlimler şehri haline geldi.
Bu âlimler içinde Mevlânâ'nın değeri hepsinden üs­tündü. O günlerde Mevlânâ'nın meşguliyetleri; zahirî bilgilerle uğraşan âlimlerin uğraşı idi. Yani ders okutu­yor, vaaz veriyor, fetva yazıyordu. Mevlânâ, vakitleri­nin pek çoğunu okutmakla geçiriyordu. Kendi medrese­sinde 400 den fazla talebe vardı. Okutup öğretmesinin dışında Mevlânâ'nın ikinci bir işi veya görevi de vaaz vermekti. Fetva yazması da ayrı bir işi idi. Mevlânâ'ya bir dinar aylık bağlanmıştı, bunu işte bu fetva yazma­sının karşılığı diye tahmin ediyordu. Bu konuda o ka­dar sert ve kesin tavırlı idi ki, dervişlik ruhu üstün ge­lip de mecliste istiğrak hali (cezbeye girip kendinden geçme hali) başlayınca bile bir fetva isteği geldiğinde derhal haber verilmesini emretmişti. Kalem ve hokka daima yanında hazır dururdu. [10]

 

Hayatında İnkilab Olması, Halinin Değişmesi:


Bu durumu 642 H.'ye kadar devam etti. Bundan1 sonra Mevlânâ'nın hayatında en büyük inkılabı meyda­na getiren olay ortaya çıktı. Bu olay onu Mevlânâ Celâ-leddin Konevî (Konyalı) olmaktan çıkarıp zamanın na- * dir yetiştirdiği meşhur Mevlânâ Rûmî yaptı. Bu olay,;
Mevlânâ'nın Şems-i Tebrîzî ile buluşması ve onun var­lığında kendini kaybetmesidir. İşte onun şu sözü, bu olayı kısaca anlatmaktadır:
"Küçük molla Celâleddin, Şems-i Tebrîzî'nin kölesi olana dek asla Rûm'un mevlâsı (efendisi) olmamıştı." [11]

Şems-i Tebrîzî:


(Asıl adı Muhammed b. Ali b. Melikdâd olan) Şems-i Tebrîzî'nin soyu sopu ne idi? Memleketi neresiydi? Ona göre olanlara göre; yaptıkları suçlamalara bir suçlama daha katarak, onun soyunun ne olduğu da belli değil. (Anası babası, hangi aileden geldiği belli değil.)
Mevlânâ: "O, neredendir, nerelidir, biz onu bilmiyo­ruz." diyor. Çocukluğundan beri üstün kabiliyet ve aşk cezbesi, muhabbet meş'alesi taşıyordu. Kendi ağzından Menâkıbul-Ârifin isimli kitabında nakledildiğine göre; henüz erginlik çağına gelmemişken Hz. Peygamberin aşkı ile otuzar gün kırkar gün boyunca yemek arzusu duymadığı olurdu. Zahirî ilimleri okuduktan sonra Şeyh Ebu Bekir Sellebâfm (seleci) müridi oldu. Bazı rivayetlerden de anlaşıldığına göre Şeyh Zeyneddin Sincâsî'nin müridi idi. Daha başka rivayetlerde başka şeyhler denilmiştir. Olabilir ki hepsinden de feyiz al­mıştır.
Böyle bir şekilde ruhu doymayınca Allah kullarım aramaya çıktı, diyar diyar dolaşmaya başladı. Öyle bir yolculuk yapıyordu ki gittiği yeri ne memleketinden bir kimse biliyordu ne de gittiği yerlerde kendini iyice ta­nıtıyordu. Siyah yün elbise giyerdi. Her gittiği yerde kervansarayda yatardı. Büyük bir tüccar zannetsinler diye kapıya kıymetli, sağlam bir kilit takardı. Ama içerde hasırdan başka hiçbir şey yoktu.
Çok yolculuk yaptığından insanlar ona "Kuş Şems" demeye başlamıştı. Tebriz, Bağdat, Ürdün, Anadolu, Kayseri, ve Şam'a seyahat etti. Geçimim kuşak örüp satarak sağlardı. Gıdasına gelince o kadar az yerdi ki; bir sene Şam'da kaldı, haftada bir defa yemek yerdi. O da bir tas çorba. Aynı zamanda onu da yağsız olmak üzere içerdi. Kimseyi sohbetine dayanacak ölçüde bul­mazdı da hep: "Ya Rabbi, bana sohbetime katlanacak bir arkadaş nasib et" diye dua ederdi. [12]

Mevlânâ İle Buluşması ve Büyük Değişme:


Şeyhi ona: "Anadolu'ya git. Orada ciğeri yanık, kal­bi susamış biri var, onu aydınlat gel" dedi. 26 Cemaziyelâhir 642 H.'de Pazartesi günü Konya'ya gel­di. Şekerciler mahallesinde ikâmet etti.
Bir gün Mevlânâ'nın ata binmiş olarak geldiğini, etrafında insanların kendisinden faydalanmak için bir şeyler sorup öğrendiklerini gördü. Şems ilerleyerek Mevlânâ'mn önüne gelip durdu ve:
—   Riyâzat  ve   ilmin   amacı   nedir?   diye   sordu. Mevlânâ da:
— Şeriat ve edebi bilmektir, dedi. Şems:
— Hayır, amaç; bilinene ulaşmaktır, dedi ve Hakim Senâî'nin şu şiirini okudu:
"İlim seni senden korumuyorsa
Cahillik o ilimden çok daha iyidir."
Mevlânâ'nın bu sözden rengi sarardi^şaştı kaldı ve hayran kaldı. Ok hedefine saplanmıştı.
Mevlânâ, Şems'i yanına alarak yerine geldi. Eflâkî'nin anlattığına göre; kırk gün boyunca Şems Hazretleri ile bir odada kaldı. Oraya kimse giremiyordu. Sipeh-sâlâr; altı ay boyunca Selahaddin Zerkûb'un odasında iki ulu kişi uzlette kaldılar, diyor. Şeyh Selahaddin'in dışında kimsenin girmeye yetkisi yoktu.
Şems'in gelişi, Mevlânâ'ya yeni ruh ve hakikatler, yeni manevî hazlar dünyası bağışladı. Bizzat kendisi şöyle diyor:
"Şems-i Tebrîzî bize hakikat yolunu gösterdi. Onun gelişinin feyiz ve bereketi ile biz imân taşıyo­ruz."
Bu ana kadar Mevlânâ zamanın hocası idi. Kendisi postta (ders koltuğunda) oturandı. Âlimler, talebeler, tasavvuf erbabı hepsi ondan faydalanıyorlardı. Şimdi Mevlânâ'nın kendisi faydalanan biri ve bir talebe ol­muştu, Şems-i Terbîzî ise feyiz veren, irşâd eden, öğre­ten hocası olmuştu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled di­yor ki:                                                                 
"Şeyh üstad; yeni öğrenen bir talebeye döndü,     $$ Her gün onun huzurunda ders okuyordu. I'ry   Gerçi ilimde ve zâhidlikte en yetişkin biri idi ama, Güzel koku gösteren yeni bir iîim bulmuştu o."
Mevlânâ'nın kendisi de şöyle diyor:
"Dünyadan el etek çekmiş biri idim, sen şarkı söy­leyen biri yaptın beni,
Meclisin basma derd açan ve içki peşinde koşan bi­ri yaptın beni.                                   ti .
Postuna oturmuş onurlu, vakar sahibi biri idim ben,
Çoluk çocuğun oyuncağı, küçüklerin eğlencesi yap­tın beni."
Sonunda Mevlânâ, Şems'in gelmesiyle ve Şems'le buluşmasıyla ders verme, öğretme, vaaz ve nasihat et­me v.s. hepsini birden terketti.
Mevlânâ, her meselede Şems hazretlerinin emrine tabi olup bütün diğer ilişkilerini kesmeye başlayınca, bu iş Mevlânâ'nın diğer öğrencilerine, mürîdlerine çok ağır gelmeye başladı. Bir huzursuzluk, bir homurtu yükseldi. Öfke ile birlikte bir çeşit şaşkınlık da vardı.
Şems'in durumunu halk bilmiyordu. Müridlerin ka­fasında şu vardı: Biz ömrümüzü Mevlânâ'ya hizmetle geçiriyoruz. Mevlânâ'nın kerametlerini gördük. Her ta­rafa onun şöhretinin yayılmasına biz vasıta olduk. Şimdi ortaya soyu sopu, nereden geldiği belli olmayan bir adm çıktı, Mevlânâ'yı herkesten kopardı. Yüzünü bile göremez olduk. Ders, vaaz, nasihat, her şeyi terk­etti. Mutlaka bir büyücü olmalı o, yoksa nasıl olur da böyle bir dağı bir çöp gibi çeker götürür?
Kısacası; herkes Şems'e düşman oldu. Mevlânâ'nın yanında hiçbir şey diyemiyorlar, köşeye bucağa çekile­rek ileri geri konuşuyorlar; gece gündüz koşuşuyorlar, eskisi gibi Mevlânâ'nın sohbetinden faydalanmak için, ondan feyz alabilmek için Şems'i nasıl uzaklaştırabile-ceklerini düşünüyorlardı. [13]

 

Şems'in Ortadan Kayboluşu:


Şemseddin hazretleri, bu insanların yersiz ve kaba davranışlarına sabretti. Mevlânâ'ya aşırı bağlılıkların-
dan dolayı bunların incinmiş olduğunu kabul ediyordu. Fakat iş çığırından çıkınca sonucun bir fitne ve fesada varacağını gördü ve bir gece sessizce Konya'dan çıkıp gitti. Ahmed Eflâkî, bu birinci gidişin tarihini 643 H. yılının Şevval ayının birinci günü olan Perşembe ola­rak belirtmektedir. Buna göre birinci gelişte Konya'da bir sene üç ay kalmış oluyor.
Şems'in ayrılışı Mevlânâ'ya çok dokundu. Müridler bir takım iyi şeyler düşünmüştü, ama iş tam tersi oldu. Şems'in gidişinden sonra Mevlânâ'nın kendilerine yö­neleceği yerde, az bir ilgisi vardı, o da tükenmeye, yok olmaya yüz tuttu. Bazı hatalı kişilerin yanlış hareke­tinden Ötürü samimi ve vefakâr insanlar da Mevlâ­nâ'nın sohbetinden mahrum kaldılar. [14]

 

Mevlânâ'nm Izdırabı ve Şems'in Dönüşü:


Sipehsâlâr'ın anlattığına göre: Bu uzaklaşma* Şam'dan Mevlânâ'ya Şems'in mektubu gelinceye kadar sürdü. Bu mektubu aldıktan sonra Mevlânâ'nm duru­mu değişti. Şems'in aşk ve muhabbeti ile semâ yapma­ya yöneldi. Şems hazretlerine karşı kötü davranışta bulunmayan insanlara eskisi gibi ilgi göstermeye baş­ladı.
Bu süre içinde Mevlânâ Şems'e şiirle yazılmış dört mektup gönderdi. Bu mektuplarda kendi durumunu, hasretinin dayanılmaz olduğunu anlatır. İlk hasret mektubunda şöyle yazar:
Cezbemin, dileğimin hedefi, gel. Ey sevgi ve muhabbetin kendisini   Eşi bulunmaz sevgi yarışçısı, gel. 
Eğer gelirsen ne büyük bir mutluluk olur,
Gelmezsen eğer, her şey berbad olur, gel.
Sen doğup yükselen bir güneş gibisin.
Uzakta olsan da ey bana yakın olan sen, gel."
Bu sırada halkın gürültüsü azalmış, huzursuzluk dinmişti. Şems'e karşı muhalefetleri son buldu diye gü­ven gelince, Mevlânâ Şems'i tekrar geri getirme yolları aradı.
Oğlu Sultan Veled'e; git benim tarafımdan o değerli zâta selâm söyle de gelsin, şu hediyemi de ayaklarının dibine ser, dedi. Benim tarafımdan şunu da söyle ki; kabalık yapan müridlerin hepsi samimiyetle tevbe etti­ler ve yaptıkları hataların bağışlanmasını istiyorlar. Lütfen bu tarafa teşrif edip gelsin, dedi.
Oğlunun eline verdiği mektupta, bu ayrılığın ken­dinde bıraktığı tesiri anlatır. Baş tarafı şöyledir:
"Senin bizi terkedip gittiğin günden beri -i1   Huzurumuz, tadımız kalmadı, muma döndük. -fi  Bütün gece boyu mum gibi yanıyoruz.  
Onun ateşinden uzak, baldan da mahrumuz. Ey Şam, Ermenistan ve Rûm'un kendisi ile övün­düğü sen, -«  Akşamım, senden dolayı sabah gibi aydınlandı."
Sultan Veled, Şems hazretlerini saygı ve hürmetleri[15]

 

Şems'in İkinci Kayboluşu:


Şems hazretlerinin Konya'ya gelmesiyle Mevlâ-nâ'nın sevincine diyecek yoktu. Kabalık yapan herkes gelip özür diledi. Bir süre sohbetler devam etti. Orta­lıkta bir huzursuzluk yoktu. Bu süre içinde Mevlânâ1-nın Şems'e bağlılığı, ondan aldığı feyz eskisinden daha
fazla arttı. Fakat bu huzurlu günler fazla sürmedi, ye­niden incinme sebepleri ortaya çıktı.
Şems'in kaldığı yer, Mevlânâ'nm kaldığı yere kadar uzanan salon odanın yanında idi. Şems Konya'da ev­lendiği hanımı ile orada oturuyordu. Mevlânâ'nın or­tanca oğlu (Çelebi Alâaddin) Mevlânâ'nın evine gider­ken oradan geçiyordu. Bu hareket Şemseddin hazretle­rinin gücüne gidiyordu. Birkaç kere şefkat dolu ifade­lerle anlattı ise de, bu sözler Alâaddin'e ağır geldi. Za­ten Alâaddin; Şems hazretlerinin Sultan Veled'e daha çok değer vermesinden dolayı içinde öfke besliyordu. Bundan ötürü meseleyi dallandırıp budaklandırdı. Fır­sat bekleyen insanlar bunu daha da dallandırarak; ne âlâ, dışarıdan bir meçhul adam gelsin, Mevlânâ'nın e-vine el koysun, oğlunu da eve koymasın! dediler.
Şems hazretleri sadece hilim ve şefkatinden dolayı Mevlânâ'ya bu konuda bir şey söylememişti. Ama iş çı­ğırından çıktı. Bunun üzerine Sultan Veled'e derdini döken bir ifade ile dedi ki: "Bu adamların hareketlerin­den dolayı bir daha kimsenin göremiyeceği, bulamıya-cağı bir yere çekip gideceğim."
Mevlânâ'nın bazı gazellerinden, bu olaydan tama­men habersiz olmadığı, hatta bundan endişe duyduğu da seziliyor ve şiirlerinde tekrar gitmekten vazgeçmesi­ni rica eden ifâdeler görülüyor.
Her şeye rağmen, insanlar arasında Şems aleyhine düşünceler yeniden kabardı. Bundan dolayı o da çok üzüldü, kırıldı. Sonunda birden, kimse farkına varma­dan ortadan kaybolup gitti[16]
"Ansızın herkesin arasından kaybolup gitti;
Herkesin gönlündeki karanlıklar gitsin diye."
Mevlânâ, sabahleyin medreseye gelip de Şems'i evinde göremeyince bir nâra attı ve Sultan Veled'in halvethânesine giderek: "Ey Bahâeddin, ne uyuyorsun? Kalk da şeyhimi ara, ruhumu onun güzel kokusundan uzak buluyorum." diye kapıdan seslendi. İki üç gün bo­yunca her tarafı aradılar, ama Şems'in izine rastlayamadılar.
Bu kere Mevlânâ'nın durumu, Şems'in birinci kay­boluşundan daha çok değişti.
"Şeyh Celâleddîn, onun ayrılığından dolayı mecnu­na döndü.
Onun aşkından dolayı yersiz yurtsuz kalmış Yunus Peygamber gibi oldu."
Bu şiiri onun duygusunu gayet iyi açıklar. Yunus (a.s.)'m, yerini yurdunu terkedip ayrıldıktan sonra Yu­nus balığının karnında yedi gün kalmasına ve çektiği sıkıntılara telmih vardır.
Mevlânâ; Şems-i Tebrîzî'yi üzen kimler varsa hep­sini sohbetinden ve çevresinden kesinlikle uzaklaştırdı. Fakat öncekinin aksine bu sefer vaktini gazeller yaz­maya ve semâ yapmaya başlayarak geçirdi. Bu, 645 H. yılının olayıdır.
Şems hazretlerinin kaybolmasından sonra Mevlânâ iki gün boyunca onu aradı. Fakat hiçbir şekilde izine rastlayamadı
Bunun üzerine Mevlânâ'nm durumu değişmeye başladı. Önceleri sadece benimsediği semâ yapmaya bu sefer iyice sarıldı ve bir an olsun semâsız vakit geçire­mez oldu. Medresede gezinip duruyordu. Gizli, açık fer-yad eder, bağırırdı. Bütün şehirde bir hengâme başladı.
îşte bu sıralarda Mevlânâ, Şems'in hasretiyle dolu pek çok gönül yakan, ciğer parçalayan gazeller yazdı. Onun en dokunaklı, elemli gazelleri bu devreye ait olanlarıdır.
Bütün bu acılarına, huzursuzluklarına ve elemleri­ne rağmen; Anadolu'da müslümanlar arasındaki kar­deş kavgası, Mısırlıların hücumu, Moğolların baskınla­rı, yağmalamaları ve her tarafı yakıp yıkmaları ve İslâm dünyasının bir baştan bir başa dağınıklık ve pe­rişanlık içinde olması Mevlânâ'nm içinden çıkmıyor, daima kafasında ana düşünce olarak yer ediyordu. Böyle bir ortamda Şems'in başına ne gelir diye de endi­şe ediyordu.
Şems-i Tebrîzî'nin kaybolması ona öyle dokunmuş­tu ki, biri yalan olarak Şems'i gördüğünü söylese he­men ona sırtındaki elbisesini ikram ediyor, ona teşek­kürler ediyordu. [17]

 

Şam Yolculuğu ve Sükûnete Kavuşması:


Bu taşkın ve coşkun durumunda Mevlânâ seyahata çıkacağını bildirdi ve Şam'a doğru yolculuğa başladı. Dostları da onunla beraber yolculuğa katılmakta ısrar ettiler, bu şekilde Şam'a geldiler. Mevlânâ orada da in­sanların gönlünde aşk ateşini tutuşturdu. Böyle derin bir âlimin, bu kadar yüce bir zâtın nasıl olup da deh divâne hâle geldiğine; böyle emsalsiz bir adamın peşine
takılıp diyar diyar aradığı Şems'in kim olduğuna her­kes şaşıp kahyor, bu sırrı kimse anlamıyordu.
Şam'da Şems'in izine rastlanmayınca Mevlânâ dedi ki: "Ben ve Şems iki ayrı varlık değiliz. O bir güneşse ben bir zerreyim; o bir denizse ben bir damlayım. Zer­renin varlığı güneştendir, damlanın ıslaklığı denizden­dir. Öyle ise arada ne fark vardır?" Birkaç gün sonra Şam'dan tekrar Anadolu'ya doğru yola revan oldu.
Birkaç sene Konya'da durdu. Tekrar cezbesi üstün geldi, aşkı coştu. Birkaç kişiyi yanına alarak yine Şam'a geldi. Bu sefer, ben kendim Şems'in aynıyım dü­şüncesiyle geldi. Şems'i aramak ne demekti, artık ken­dini arıyordu. Bu sefer Konya'ya, Şems'de olan herşey bende de vardır düşüncesiyle döndü.
Şam'dan döndükten sonra Mevlânâ, Şems'i görme­den ümidini tamamen kesmişti. Ama Şems'de gördüğü hali, ondaki keyfiyeti, artık kendinde görmeye başladı. Sultan Veled de bu gerçeği anlatan ifadelerde bulun­muş ve: "Her ne kadar Mevlânâ Hazretleri Şems-i Tebrîzî'yi asıl şekliyle Şam'da göremedi ise de manevi hali içinde onu kendinde hissetti." demiştir. [18]

 

Şeyh Selahaddin Zerkûb:


Şam'dan ikinci kez döndükten sonra birkaç gününü sükûnet içinde geçirdi. Ondan sonra Şeyh Selahaddin Zerkûb'u kendine halîfe ve sırdaş yaptı. 647 H. yılında onu kendine has arkadaş yaptı. Şems hazretleri yerine onu kendine yardımcı ve huzur dostu yaptı.
Şeyh Selahaddin, Konya'nın yakınındaki bir köy­dendi. Balıkçılıkla uğraşan fakir bir ana babadan doğ­ma biridir. Selehaddin'in kendisi kuyumculuk mesleği­ni seçmişti. Önceden beri dürüstlük ve güvenilirlikle ün salmıştı. Seyyid Burhaneddin Konya'ya geldiğinde Salâhaddin ona mürid oldu. Onun idare ve murakabesi altında özel ihtisas elde etti. Seyyid Burhaneddin vefat ettikten sonra Mevlânâ'ya tâbi oldu. Ölümünden on se­ne önce Mevlânâ'ya yakınlık elde etti. Bu on sene için­de Mevlânâ'nm has halifesi oldu. Şeyh, 657 H. yılında vefat etti.
Bu yakınlıktan sonra insanlar yine hengâme mey­dana getirmeye, huzursuzluk çıkarmaya başladılar. Şimdi de diyorlardı ki: "Şems bundan daha iyi idi. Hiç olmazsa o ilim sahibi idi. Bu adam yerlidir, herkes bilir ki cahilin biridir. Ömrü boyunca kağıt yırtınıştır. Şimdi de kalkmış Mevlânâ'nm has kimsesi olmuştur. Mevlâ-nâ gibi bir ilim deryasının, bu makam ve seviyenin in­sanının böyle bir insana saygı göstermesi, ikram izzet etmesi şaşılacak bir şey."
Şeyh Selahaddin bunu duyunca şöyle dedi: "İnsan­ların üzüntü ve sıkıntısı, neden Mevlânâ'nm bu kadar insan içinden beni yakın dostluğuna seçtiğinden dola­yıdır. Fakat asıl meseleyi onlar bilmiyor. Mevlânâ ken­disine âşıktır, ben sadece bir aldatmacayım."
On senelik bir hizmet ve sohbetten sonra Şeyh Selahaddin ansızın hastalandı ve muharrem ayının bi­rinci günü son derece kalb huzuru içinde bu yalancı dünyadan huzur ve sürür dünyasına göçtü. [19]

 

Hüsameddin Çelebi:       


Şeyh Salahaddin'in vefatı üzerine Mevlânâ, Hüsa­meddin Çelebi'yi kendine vekil ve halîfe yaptı. Zaten Hüsameddin, Mevlânâ'nm has müridlerindendi. Mev­lânâ'nm ölümünden sonra onbir sene süre ile Mev­lânâ'nm halifesi olarak görevini yürüttü. Türk asıllı
idi. Anadolu'nun meşhur ve etkili Ahi ailesine mensub-tu. Şems-i Tebrîzî'ye ve Şeyh Salahaddin'e bağlı, onlar­dan feyiz almış ve oldukça bol miktarda onlardan isti­fade etmişti.                                                                    *
Hüsameddin Çelebi hazretleri bütün hizmetçileri-ne, istedikleri işi tutup yapmalarına izin verdi. Ağır '>> ağır bütün malım mülkünü Mevlânâ'nm hizmetinde '* harcadı. Sonunda hizmetçilerine, kölelerine de yol ve- * rip, serbest bıraktı. Mevlânâ'ya o derece saygılı davra­nır, edep gösterirdi ki Mevlânâ'nm tuvaletinde asla ab-dest almaz, en soğuk günlerde bile her taraf buz kaplı iken evine gider abdestini alıp gelirdi. Mevlânâ da ona *-öyle davranırdı ki; görenler, Mevlânâ onun müridi mi, diye şüphe ederlerdi. [20]

 

Mesnevi Yazmaya Teşvik:    


Mesnevi   şaheseri; yazılmasında Çelebi Hüsamed- -din'in teşvik ve özendirmelerinin, fazla payının olduğu bir üründür. Hatta denilebilir ki; Mesnevî-i Şerif in ortaya çıkmasına o sebep olmuştur. [21]

 

Arkadaşlarını Özellikle Seçmesinin Sebebi:


Mevlânâ arkadaşsız huzur bulamıyordu. Şemsed-din Tebrîzî'den sonra Selahaddin, ondan sonra Hüsa- &-meddin onun sırdaşı, gönüldaşı olmuştu. Hatta düşün­ce ve tahmin çizgimizi daha ileriye doğru götürürsek açıkça görürüz ki, Seyyid Burhaneddin Tirmizî de bu gruba dahildi. Her ne kadar onun durumu hocası, ba­bası mevkiinde olsa da, ondan da büyük feyiz almıştır. Seyyid Burhaneddin'in ölümü ile Şems'in gelişi arasın­daki beş seneyi Mevlânâ, sanki bu süre içinde bir şeyin
boşluğunu, yokluğunu hissediyormuş gibi geçirdi. Bun­dan da şöyle bir sonuca varılıyor; Mevlânâ'nm manevi­yatında (ruhunda) gizli olan meziyet ve üstünlükleri dışarı çıkarmak için bir etkene, bir harekete, bir iticiye ihtiyaç vardı. İşte Mevlânâ'nınDivan ve Mesnevi' si bu zâtların manevî teşviklerinin gözler önünde duran şahidleridir. (Bâtınî teşviklerinin zahirî şahidleridir). Hüsameddin, basma gelen bir işten dolayı sadece iki sene Mevlânâ'nın yanında bulunamamış, bu süre bo­yunca Mesnevi' nin yazılması askıda kalmış, kalemi yürümemiştir.
Mevlânâ'nın arkadaşlarım kendine dost seçmesi bir keşif ve keramete dayanmıyordu. Onun sözüne ve anla­yışına göre; sevgi ve muhabbetin sebebi cinsiyyet ola­gelmiştir. Sultan Veledin sorusu üzerine bizzat Mevlâ-nâ şöyle demişti: "Ben cinsî ilgiden dolayı onları özel­likle dost edindim." Bir sözünde şöyle der: "İlgi ve gö­rüşmelerden doğan sevginin sonunda pişmanlık olmaz. Gerçek sevgi ve ilgilerden ve görüşmelerden dolayı dünyada da, âhirette de pişmanlık olmaz. Nitekim bir amaç ve menfaatten dolayı dost olanlar, şu âyette bildi­rildiği gibi âhirette 'Keşke ne olaydı da falanı kendime can ciğer dost edinmeseydim' diyecekler. Samimi ve hiçbir menfaat gözetmeden dost olan takva sahipleri­nin hali de şu âyette belirtildiği gibi olacak: 'Ogün can ciğer dost olanların bir kısmı bir kısmına düşman ola­caklar. Ancak takva sahibi olup menfaat karşılığı ol­madan birbirini sevenler bunun dışındadır'."
Bizzat Mevlânâ'nm kendisi şöyle der:
"İman etmeye zorlayan mucizeler değil, Fakat sıfatları kendine çeken cinsiyettir. [22]

 

Mevlânâ'nın Vefatı:


 Sipehsâlâr diyor ki: Mevlânâ ölmeden önce Konya'­da kırk gün süre ile depremler sürdü. Eflâkî de şöyle naklediyor: Mevlânâ henüz hasta yatağında yatarken yedi gün boyunca sürekli deprem oldu. Bütün insanlar usandı da Mevlânâ'dan imdad istedi. Mevlânâ onlara şöyle dedi: "Herhalde yer acıkmış yağlı lokma istiyor, olmalıdır, derhal isteğine erişecek, arzuladığını ele ge­çirecektir. Siz de bu sıkıntıdan kurtulacaksınız".
Hüsameddin Çelebinin anlattığına göre; bir gün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile Mevlâ-nâ'yı hasta yatağında ziyarete geldiler. Mevlânâ'nm halini görerek üzüldüler. Sadreddin: "Allah âcil şifâlar versin, tamamen sıhhate kavuşacağınızı umuyorum."  dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: "Artık şifâ size mübarek olsun. Âşık ile maşuk arasında kıl payı kadar fark kal- di. Onun da kalkmasını ve nurun nura katılmasını is- temiyor musun?" dedi.
Hastalığı sırasında şu gazele başladı: Mevlânâ söy­lüyor Hüsameddin Çelebi yazıyordu. Yazıyordu, bir ta- raftan da ağlıyordu.
"Git, başını yastığa koy, ve beni yalnız bırak
Geceleri hep dolaşan ve perişan olan beni terk et.
Akşamdan sabaha kadar sevda dalgasıyız ve yapa­yalnızız.
İstersen gel bağışla, istersen git cefa et.
Belâya düşmemek için benden uzak dur.
Selâmet yolunu seç, belâ yolunu terk et.                      ;
Gam köşesinde biz ve gözyaşı,
Gözyaşımızm üzerinde yüzlerce değirmen kur.         :
Bizi öldüren, katı yürekli bir zalim vardır,
Kimse ona: "Kanını tazmin et" demez.
Güzeller şahının vefalı olması gerekmez.
Ey yüzü solgun olan aşık, sen sabret ve vefalı otaÖlümden başka çaresi olmayan bir derdim var,
O halde ben nasıl "Bu derdime deva ol" derim?
Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir yaşlı gördüm;                                                                                                                
Eliyle "Bize doğru gel" diye işaret etti."
Mevlânâ ölmesine çok yakın şöyle dedi:
Eğer mü'minsen ve doğruysan, ölümün de mü'mnv  gibi olur.
“Yok kâfir ve kötüysen, ölümün de kâfir gibi olur."
Cemaziyelâhir 672 H. de, güneş batarken, hakikatleri ve marifetleri (ilâhî gerçekleri, herkes tarafından bilinmiyen manevî bilgileri) anlata anlata vefat et Vefat ettiğinde Mevlânâ 68 yaşından 3 ay almıştı.       <>; Cenaze dışarı çıkarıldığında sanki kıyamet kopmuş »«j gibiydi. Her millet ve ırktan insanlar bir araya gelmiş,; dn hepsi de ağlıyordu. Yahudi ve hristiyanlar, Tevrat ve İncil okuyorlardı. Müslümanlar onları iteliyor, fakat  ve onlar yine geri geliyordu. Arbede çıkar diye endişe edil- -ti di de Konya valisi Muînuddin Pervane'ye haber verildi. Pervane; hahamlara, rahiblere ve papazlara: Sizin bu   ? işle ne ilginiz var? diye sorduğunda dediler ki: "Biz geç-  it­miş peygamberlerin asıl davalarını, anlatmaya çalıştık­ları gerçekleri onun sözlerinde bulduk. Büyük velîlerin hareket tarzını, onun hareket tarzında gördük."
Bunun üzerine o kimselere de cenazeye refakat et­melerine izin verildi.Kalabalık o kadar müthiş, izdi­ham o kadar fazlaydı ki; cenaze sabahleyin erkenden
medreseden alındı, akşama yakın kabristana gelinebil­di. Sonunda bu tasavvuf ve irşâd güneşi dış gözlerden kaybolup gitti. [23]

 

Ahlâk ve Özellikleri:


Merhum Mevlânâ Şiblî, yazdığı Mevlânâ Rûmî'nin Hayatı isimli eserinde şöyle yazıyor:
"Tasavvuf çemberi içine girmeden önce Mevlâ-nâ'nın hayatı, âlimlere özgü bir debdebe, şatafatlı bir şekil gösteriyordu. O atına binip de dışarı çıktığı za­man sadece âlimler, talebeler değil hatta bir kısım yük­sek seviyede devlet memuru da iki yanında yer alırdı. Devlet erkânının ve sultanın sarayı ile de alâkası var­dı. Fakat tasavvufa intisab edince bu durum değişti. Okutma, öğretme, ders verme, fetva yazma işi devam ediyordu ama bu, daha önceki yaşayış tarzının hatırası idi. Yoksa artık o daha fazla sevgi ve marifet (ilâhî ger­çekleri bilme) neşesi içinde mest olmuştu."
Haddinden fazla riyâzat ve mücâhedeye (bir kenara çekilip ibâdet ve tefekkür haline) dalmıştı. Sipehsâlâr, senelerdir yanında kalmış biri olarak diyor ki: "Ben onu hiç bir zaman gece elbisesi (uyku kıyafeti) ile gör­medim. Yaygı ve yastık asla bulunmazdı. İsteyerek ya­tıp uyumazdı. Uyku bastırıp da gözleri kapanırsa otur­duğu yerde uyurdu."
Bir gazelinde şöyle diyor:
"Hangi yana doğru yatarsa yatsın, dikenli yastığr olan biri rahat eder mi?"
Semâ toplantılarında müridlerinin fazla uykusu gelirse onları düşünerek, serbestçe uyusunlar diye sırtını duvara dayayıp başını dizlerine koyarak dururdu. Diğerleri rahata erip uykuya dalınca kendisi kalkar, zi­kirle ve ibâdetle meşgul olurdu. Bir gazelinde buna işa­ret vardır:
"Herkes uyudu ve gönül haline gelen beni uyku tut­madı,
Bütün gece boyunca gözüm gökyüzündeki yıldızları saydı.
Gözümden uyku öyle kaçtı ki, bir daha asla geri gelmez.
Senin hasretinin zehirini içti de öldü uykum, artık geri dönmez."  [24]

 

Namaz Kılış Şekli:      


Namaz vakti gelir gelmez hemen yüzünü kıbleye çevirir, rengi uçar ve namazda son derece cezbe halinde olurdu. Sipehsâlâr diyor ki: "Pek çok zaman kendi göz­lerimle görmüşümdür ki; yatsıdan sonra el bağlar ve namaza durur, iki rekât namaz kılmcaya kadar sabah olurdu."
Mevlânâ bir gazelinde diyor ki:
"Akşam namazı olunca herkes lambasını yakar, sof­rasını kurar
Benim, uğraşım ise sevgilinin hayâlidir, üzüntü­dür, inlemedir, ağlamadır.
Gözyaşıyla abdest alınca namazım ateş gibi hara­retli olur,
Ezan sesi kulağıma gelince dertlerim mescitte beni yakar,
Sarhoşlarm namazı ne acaiptir. Sen söyle, acaba o sahih midir?
Çünkü o, ne zaman bilir, ne mekân tanır.
Acaba bu iki rekât mıdır, dört rekât mıdır?
Zamanım olmadığı için hangi sûreyi okuduğumu bilmiyorum.
Hakkın kapısını nasıl çalayım? Çünkü ne elim kal­dı, ne gönlüm.
Vallahi; ne namaz kıldığımdan, ne rekâtın bittiğin­den, ne de filan kişinin imam olduğundan haberdarım."
Bir keresinde kış günlerinin en soğuk zamanlarıy­dı. Mevlânâ namaz kılıyor ve namazda o kadar ağlıyor­du ki yüzü, sakalı, gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Soğuğun şiddetinden gözyaşları sakallarının uçlarında donarak buz haline geldi. Ama yine de o namazını terk etmedi. Kılmaya devam etti. [25]

 

Zühdü ve Gözü Tokluğu:


Tabiatında, son derece dünya malına ilgisizlik ve gözü tokluk vardı. Bütün devlet erkânı çeşit çeşit hedi­yeler, paralar gönderirdi de, Mevlânâ hiçbirini kendi yanında bırakmaz, ne gelirse hemen Selâhaddin Zerkûb'a aktarır veya Hüsameddin Çelebi'ye ve­rirdi.
Bazan evinde büyük bir yokluk sıkıntısı olduğu an­lar olurdu. Oğlu Sultan Veled, dağıtılmak üzere gelen­lerden bir miktar eve bırakmasını babasından isterdi de o zaman eve az bir şey bırakırdı. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün çok sevinir ve; "Bugün bizim evden dervişlik kokusu geliyor." derdi. [26]

 

Cömertliği ve Fedakârlığı:


Cömertliği ve fedakârlığı o noktaya varmıştı ki, bir dilenci bir şey istediğinde yanında birşey yoksa sırtın­daki hırkasını veya bir elbisesini çıkarıp verirdi. Bu ba­kımdan elbisesi de abası gibi, çıkarması kolay olsun di­ye önden açık olurdu.
Bir keresinde müridleriyle yolda gidiyordu. Dar bir sokağın ortasında bir köpek uyuduğundan yol kapan­mış, geçilemiyordu. Mevlânâ orada durdu, bir süre öyle bekledi. Bir adam gelerek köpeği kovaladı. Mevlânâ çok üzülerek; haksız yere ona eziyet verdin, dedi.
Bir gün iki kişi yolun ortasında kavga ediyordu. Bi­ri diğerine; "Ey melun, bir dersen on duyarsın." dedi. Tesadüfen Mevlânâ oradan geçiyordu. Duydu da o ada­ma dedi ki: "Ey kardeşim, söyleyecek birşeyin varsa ba­na söyle. Çünkü bana eğer bin söylersen ben bir bile söylemeyeceğim." İkisi de Mevlânâ'nm ayaklarına ka­pandılar ve birbirleriyle barıştılar.
Geçim tarzı ve geçim aracı ise, ayda-aldığı onbeş di­narlık maaşdı. Mevlânâ, bedavadan geçinmeyi hiç sev­mediğinden bu aylık karşılığında vazife olarak fetva yazma görevi yapıyordu. Müridlerine ısrarla: "Eğer bir fetva gelirse, ben ne durumda olursam olayım bana ha­ber verin. Görevimi yapayım ki bu maaşım bana helâl olsun." derdi.
Bir keresinde kendisine; Şeyh Sadreddin'e binlerce lira aylık veriliyor, size ise sadece onbeş dinar aylık ve­riliyor dediklerinde Mevlânâ onlara: "Ama şeyhin mas­rafları daha çok, hatta bana verilen bu onbeş dinar bile ona verilmeli." dedi.
Mevlânâ, mizaç ve tabiat olarak devlet erkânından, şatafatlı mevki sahibi olanlardan pek hoşlanmazdı.
Onlarla ancak güzel ahlâkından dolayı görüşürdü. Yoksa onlarla konuşmaktan çok çekinir, uzak kalmaya dikkat ederdi.
Bir keresinde yüksek mevkiden bir kişi; meşguliye­tinden dolayı vakit bulup her zaman gelemediğini, bu bakımdan seyrek gelebileceğini söyleyerek özür dile­yince Mevlânâ ona: "Özür dilemeye gerek yok, ben gel-menizdense, gelmemenize sevinirim" dedi. [27]

 

Mesnevî'nin İlim Ve Islahattaki Yeri Ve Sunduğu Mesaj


Mevlânâ'nm yaşayış tarzından ve hallerinden, onun coşkun ve cezbe dolu bir karaktere sahip olduğu-anlaşılıyor. Aşk onun fıtrat ve yaratılışında en yüklü biçimde yer almıştı. Önceleri zahir ilimleri, akıl ve mantık bilgileri ile uğraşması bu aşk ateşinin üstünü kapatmıştı. Şems-i Tebrîzî'nin ateşli sohbeti onun fıtra­tını harekete geçirdi. Yetişme tarzı ve çevresinin, fıtra­tı üzerine örttüğü perde birden kalktı ve o baştan başa yanış yakılış haline geldi.
"Sonunda her kılımın dibinden alevler fışkırdı, Düşünce damarlarımdan kan yerine ateş çıktı”[28]
Bu makama ulaşınca arif ve velî kişinin aşk ateşi ile kavrulan her tüyünden şu ses gelir:
"Ya Rabbi, dünyada benim dostum, sırdaşım arka­daşım nerededir?
Sina çölündeki hurma ağacıyım ben, Musam nere­dedir?"[29]
İşte bu sebepten ötürü idi ki, onun sırdaşsız, arkadaşsız yaşaması imkânsız olmuştu. Şems-i Tebrîzî'den sonra eğer bir Selahaddin Zerkûb ve ondan sonra da Hüsameddin Çelebi olmasaydı, onun sessiz ve sakin olamayan tabiatı huzura kavuşamazdı.
"Mumun tek başına harekete gelmesi kolay değil­dir."
Onu çeke çeke semâ yaptırmaya alıp götüren, işte bu yakıcı ateşti. O bundan gıda alıyor, bu enerji ile yaşayabiliyordu. Bir şiirinde şöyle der:
"Kendisinden dolayı bir araya gelme düşüncesi doğ­duğundan,
Semâ; aşıkların gıdası haline geldi.
İç âlemimizin düşünceleri ondan güç kazanır;
Hatta nây sesinden (semâ) şekil haline geldi."[30]
"O küçük cevizlerin ateşlenmesi gibi,
Aşk ateşi  nağme ve feryadlardan  dolayı  güçlendi.[31]
Bu yanış yakılış o sazı harekete geçirdi ve arttk sessiz ve sakin kalması imkânsız oldu. Bu bakınıcfân onun kendi ifadesi ile:
"Gönülden söyleme coşarsa bu bir sevginin, dostlu­ğun işaretidir. 
Dilin tutulması, konuşamamak, bağdaşamamaktandır.
Sevgiliyi gören gönül nasıl ekşi (neşesiz) durur. Gülü gören bülbül nasıl sessiz kalır."
Bu sazdan, bu neyden çıkan nağmenin hepsi birle­şerek Mesnevi adını aldı. Bu eser, onun düşünceleri­nin, ahvâlinin, isteklerinin, etkilenmelerinin, görüşle­rinin ve tecrübelerinin bir aynasıdır. Bu eserde; sözleri söyleyenin, o kitabı yazanın elemi, yanışı, heyecanlan, cezbesi ve en güçlü kesin imanı parlamaktadır. İşte bu ise onun evrensel değerinin, herkes tarafından benim-senişinin ve insanlar üzerinde benzersiz etkisinin asıl sebebidir.
"Nâym damarında nâyı üfleyenin kanı dolaşmakta­ [32]

 

Akılcılığı ve Zâhirciliği Reddedişi:


Mevlânâ'mn yetişmesi tamamen Eş'arî ilmi ke-lâmcıları çevresinde gelişti. Kendisi zaten başarılı bir öğretici, mantık ve akla dayanan bir âlimdi. Allah'ın lütfü ve keremi onu marifet ve basiret mevkiine erişti­rince; sözden yaşamaya (kaiden, hâle) bilgiden görgü­ye, kelimelerden manalara ve deyimlerin, tanımların kelime sihrinden yücelerek gerçeğe ve öze ulaşınca fel­sefe ve ilmi kelâmın yetersizliklerini ve delillerle isbat-lamanm, kıyasla göstermenin yanlışlıklarını anladı ve gördü. Felsefecilerin, kelâmcıların ve mantıkla hareket eden delilcilerin dağarcığında hiçbir şey bulunmadığı, bilgi kaynaklarının yetersizliği, onun gözlerinin önün­de belirdi. İşte bu yüzden açık ve net ifadelerle kelâm ilmini tenkid etti. Çünkü o her zerresine varıncaya ka­dar o geçidi tanıyordu. Bu bakımdan ne söylediyse onun şahsî tecrübesi ve görgüsüydü ve bunun gerçek ol­duğunu hiç kimse inkâr edemezdi.
O çağın felsefesi ve akılcılığının en çok yüklendiği ve dayandığı şey dış algılar, maddî duyulardı. Bu beş duyu, bilgi edinmenin ve kesin kanaat elde etmenin en sağlam ve güvenilir aracı kabul ediliyordu. O beş duyu­nun algısına girmeyen, onlar aracılığı ile isbatı yapıla-mıyan bir şeyi reddetmeye ve onu inkâr etmeye doğru bir eğilim gittikçe hız kazanıyordu. Mutezile bu duyu­ların en büyük meddahı ve taraftan idi. Bu beş duyu ile bilgi edinme, onun dışmdakine değer vermeme, gay-ba iman etmeye (gözle görülmeyene inanmaya) çok za­rar vermişti. Şeriatın ve vahyin öne koyduğu gerçekle­re bir çeşit güvensizlik doğurmuştu. Mevlânâ bu maddî duyulardan başka şey kabul etmeyenlere, onun heye­canlı savunucularına çatarak buyuruyor ki:
"Beş duyu ile gerçeği görme Mutezile mezhebinin tuttuğu bir yoldur.
Gerçeğe ulaşmada sünnî olanın yolu ise, akıl gözü­dür.
Mutezile'den olanlar duyularla büyülenmişlerdir.
Hak yoldan çıktıklarından kendilerini sünnî göste­rirler.
Duyu (his) çemberinin dışına çıkamayan herkes Mutezile mezhebindendir.
Her ne kadar sünnîyim derse de inanma, hamhğın-dandır.
Duyu çemberinden kurtulan herkes sünnîdir.   '
Doğruyu görenler, akıllı olanlar, kendini görenler­dir.[33]
O, yer yer, zahirî (maddî) duyuların dışında insana bâtmî (manevî) duyuların da verildiğine işaret etmek­tedir. Bu bâtmî duyular zahirî duyular karşısında çok çok daha fazla geniş çaplı ve gerçekçidir. Şöyle buyu­rur:
"Bu beş maddî duyunun dışında beş duyu daha var­dır.
O manevî olan beş duyu kırmızı altın gibidir, diğeri bakır değerindedir.
Pazarda avanaklar, topluluk içinde bulunurlar da, Görme  duyuları yanılır,  bakırı altın  sanıp satın alır.
Bedenin duyulan karanlık gıdayı yer. 
Can ve gönül duyusu güneşten otlanır,”[34]
Ona göre; bir şeyi inkâr ve red için, o görülmüyor demek, veya duyular onu almıyor demek inkân isbat etmeye yetmez. Ona göre; bâtın (iç âlemi), zahirin (dış âlemin) arkasında gizlidir. Bâtını inkâr edenleri anla­tarak şöyle diyor:
"İnkarcının delili de şöyle; diyor ki o, ben;
Bu zahir (maddî görünüş) dışında bir tutamak gör­müyorum.
Hiç düşünmez ki o, her taraf zahir (maddî, dış gö­rünüş) tür.
O gizli hikmetlerden dolayı fecir (aydınlık) gizlidir.”
İlacın içinde şifâ gizli olduğu gibi,
Dış görünüşün arkasında manevî gerçekler gizlidir."[35]
Demek istiyor ki; inkarcılar kısa görüşlülükleri ve zahir görüşlülükleri âdet edinmeleri yüzünden bâtınî  hakîkatları görememişler ve asıl amaca ve hedefe ulaş­maktan mahrum kalmışlardır.
 "Ahmak kişiler, dış görüntüleri (duyguları) ele aldıklarından,                                                        *
Asıl o gerçekler, onların gözüne görünmedi. 
Şüphesiz asıl gaye ve hedefe ulaşamadılar.
Tahminler ve varsayımlarla zamanlarım hakladı­lar. "[36]
O Beş duyudan (havâs-ı hamse) ileri giderek aklı bile tenkid eder ve şöyle der: Gayb âleminin gerçekleri ve peygamberlerin getirdikleri bilgiler konusunda akıl da yeteneksizdir ve ona erişecek Ölçüde değildir. Aklın, o konuda bir mukayese yapacak yardımcı unsuru yoktur. Bir tecrübesi de bulunmamaktadır. Tuz denizinde ya­şayan tatlı suyu nasıl anlayabilir?
"Ey tuzlu su içinde yaşayan sen, 
'Mü Ne bilirsin Ceyhan ve Fırat nehirlerini?”[37]
Sadece duyular ve önermelerle hareket edip ona bağlı kalan, onun dışına çıkamayan aklı Mevlânâ, basit akıl ve aklın bir parçası kabul etmektedir. Ona göre, şüphe ve vehimler onun eseridir. Karanlıklar dünyası onun yurdudur. O, akıl için başarısızlıktır, yüz karası-dır, insan-oğlunun hüsranıdır.Boyle bir basit akıldan, böyle bir parça akıldan divanelik (akılsızlık) daha iyi­dir.
"Basit akıl; vehim ve tahmin onun felâketidir, Çünkü onun vatanı karanlıklar içindedir."[38]
"Basit akıl, aklın yüz karasıdır. Dünya  işi  ve  uğraşı;  insanı  işsiz,   uğraş yapar.[39]
"Bu basit akıldan dolayı cahil kişi bile  Elini divaneliğe çarpması gerekir."[40]
O şöyle demektedir: Ben bu çok uzakları düşünen akh denedim ve şu sonuca ulaştım: 
"Çok uzakları düşünen, kollarını uzaklara salan aklı denedim ben.
İşte bundan sonradır ki kendimi divâne yerine koydum.[41]
Sonra o gayet doğru ve herkesin anlıyacağı bir dille şöyle demektedir: Eğer akıl, dinî bilgileri ve gerçekleri kavramakta tek başına yeterli olsaydı o zaman mantık­çılar, delilciler ve kelâmcılar herkesten daha bilgili ve dinin sırlarını bilen kimseler olmalıydı. konuda eğer akılla yol görülebilseydi;
Fahreddin  Râzî   dinin   sırlarını   bilmesi   gerekir[42]
Ona göre, insanların süsleyip püsleyip ortaya koy­dukları bilgiler; gerçek bilgi için bir perdedir, tasavvuf yolunu tutanlar için çözülme ve huzursuzluk kaynağı­dır. Bu bakımdan gerçek iman ve kesin bilgi için onları artırma yerine azaltmaya gitmeli ve insan, boynunu ondan kurtarmalıdır. Buyuruyor ki:
"Eğer isyan ve günahın az olmasını istiyorsan, Senden hikmet azalsın diye gayret et. Kişinin kendi mizacından ve düşüncesinden doğan hikmet,
Allah'ın nurundan feyz almayan hikmet, Dünya hikmetidir; şüpheyi ve tereddüdü artırır. Dinî hikmet ise; insanı fezanın üstüne çıkarır."[43]
' Onun düşüncesine göre; deliller, sebep göstermeler, önermeler sıralayarak bir sonuca ulaşma, sun'î bir yol­dur. Bu yolla çok sınırlı ve eksik sonuçlar elde edilebi­lir. Bu yolla dinî gerçekleri isbat etmek, takma tahta bacakla çok rahat yürüyüp dünya seyahatine çıkmak gibi imkânsızdır. Onun bu örneği ve getirdiği temsil, atasözü değeri taşır ve herkesin dilinden düşmeyen bir tâbirdir.
"Delil ve sebeplerle hareket edenlerin ayağı tahta bacak gibidir.
Tahta bacaklar ise hiç güvenilmez, tamamen dayanık­sızdır."[44]  
Ona göre; Kelâm ilmi ve kelâmcılar gibi inceleme­ler ve delil getirmelerle kesin bir bilgiye, kat'î bir ima-1 na ulaşma zordur. İmanın kendine has özelliğini ve -iman lezzetini vermez. Bu bakımdan kelâmcıların tak-. lid olarak daha öncekilerin delil ve kanıtlarını naklet-; meleri ve öğretilmiş (papağan) gibi anlatmaları ruhsuz, ı Özsüzdür.   Kesin   iman,   zevkinden   ve   güzelliğinden mahrumdur.
"O mukallid yüz delil gösterir, yüz açıklama yapar.
Ancak bunların bir özü yoktur.
Çünkü söyleyenin, ne canı var, ne gücü.
O halde onun yaprağı ve meyvesi olur mu?"[45]
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî; duyulara, deneyimlere ve bilgilere bağlı olan ve bu dünya ile sınırlı olan o ya­rım akıl yerine, aklın kendisine yol gösteren, yolunun, ışığı olan iman aklına inanmaktadır. İman aklının bili- > nen akılla ilgisi, bilinen aklın bedenle ilgisi gibidir ve iman aklı olmayan bir akla, akıl demek doğru değildir. O bakımdan ancak bu iman aklına, aklın aklı denilebi­lir. İman nurunu elde etmiş ve kesin bilgi ve inanca ulaşmış, hakkı ve hakikati bulmuş kişiler, aklın aklına sahip olanlardır.
"Felsefecilerin akıl ve mantık sistemleri bir yerde durdu (işe yaramadı). ;   Kahraman aklın aklının, en sağlam, lekesiz dost olduğu anlaşıldı[46]
Yarım akılla insanoğlu nice defterleri boş yere ka­ralamış durmuş, ne manasız, isabetsiz sözlerle kitaplar doldurmuştur. Aklın aklı ile dünyanın ufku aydınlıktır.
"Akıl bir tomar defteri baştan başa karalar, Aklın aklının aylarla dolu ufukları vardır. Siyahlıktan beyazlıktan uzaktır o.
Onun ayının ışığı can ve gönle doğmuştur."[47]
İman aklı şehrin bekçisi gibidir, yarım akıl ise kor­ku, endişe ve dünyada tereddüt doğurur. îman aklının gereği huzurdur, doyumdur, itminandır ve nefsin istek­lerinden korunmadır.
"İman aklı, zabıta âmiri gibi adaletlidir.
Gönül şehrinin hâkimi ve muhafızıdır. Akıl, vücutta imanın koruyucusu olduğu için, Onun korkusundan dolayı nefis zindandadır."[48]
,(!$ Onun nazarında, nasıl duyular akla bağlı ve onun emrinde ise aynı şekilde akla göre ruh üstündür ve ruh akla hükmeder. Ruh bir işaretle binlerce düğümü çö-zer, bir parmak şıkırdatması ile aklın zorlukları kolay­laşır.
"Ey filan! His (duyu), aklın esiridir  Akıl da ruhun esiridir, bunu bil.
Aklın bağlı elini çözen ruhtur.
Çözülmeyen işleri de çözen odur.[49]
Felsefeci basit mantık kaidelerinden ve başlangıç bilgilerinden ileri gidemez. Onun aklı henüz kapıdan dışarı başını çıkarmamıştır.
"Felsefeci en basit mantık kaidelerinden söz eder. O; aklı inden dışarı çıkartıp baktıramaz."[50]
Felsefeci bizzat kendi akıl ve mantığının darbesini yemiş, felsefenin katlettiği kimsedir. O öyle şanssız bir yolcudur ki arkasını hedefine çevirmiş yönünü de çöle çevirmiştir. Bu bakımdan o ne kadar hızlı adımlarla yürürse o kadar çok hızla hedefinden uzaklaşmaktadır.
"Felsefecinin kendisini,  aklı ve düşüncesi öldür­müştür.
O sırtını hedefine çevirmiş, yüzünü de aksi istika­mete çevirmiştir.
O ne kadar hızla ilerler, mesafe alırsa, O kadar gitmek istediği yerden uzaklaşır gider[51]
Felsefeci dünya ile ilgili bilgilerden haberdardır, çok geniş görüşü vardır. Yüzlerce şey bilir, ama kendi­ni bilmez, kendini tanımaz. Halbuki en büyük bilgi kendini bilmektir:
"Yüzbinlerce defa daha üstündür bütün ilimlerden.
Kendi  canını  (varlığım)  tanımazlar  bu  karanlık kimseler.
(  O, her maddenin özelliğini, niteliğini bilir, tanır.
Kendi cevherini anlatmaya (tanımaya) gelince bir eşek gibidir o.
Her âletin ne işe yaradığını biliyor, bu nedir diye tanıyorsun.
Kendi değerini bilmemen ahmakhğındandır.
Bütün ilimlerin ruhu, özü şudur, şu. Kıyamet günü kendinin kim olduğunu biliden­dir ."[52]
O kendi döneminin bilginleri ve kelâmcılarının eski Yunan hikmet ve felsefesinden imana doğru göç etme­lerini istiyor. Hakiki ilim ve hikmet olan imana doğru gelmeye davet ediyor.
"Yunan felsefesinden çekil gel artık. İman felsefesini (hikmetini) de biraz oku artık.[53]
O diyor ki; nefsi tezkiye edip günahtan armdınnak-suretiyle sağlam bir nefis tanımasına ulaşılır. Gönül levhası ne kadar lekesiz ve temiz olursa iman hikmeti­nin nakışları o kadar parlak ve aydınlık olur. İşte o za­man hoca olmadan, kitap olmadan peygamberlerin ge­tirdiği bilgiler ve marifetler insanın içine doğar da hik­metin ağzı açılır, akmaya başları.
"Kendi kendini (kötü) niteliklerinden temizle, kur­tar.
O zaman kendinin tertemiz, pırıl pırıl asıl varlığını görürsün.
Kitap olmadan, yardımcı olmadan, yol gösterenin olmadan.
Kalbin içine doğduğunu, peygamberlerin getirdiği bilgileri görürsün.[54]
Başka bir yerde de şöyle der:
"Kalp aynası tertemiz ve tozdan kirden arınmış olursa,
Su ve toprağın dışındaki işlemeleri o zaman görür­sün.
Gönül penceresi geniş ve camları da tertemizse,
Hiç bir vasıta olmadan Allah'ın nuru gönlü aydınla­tır"[55]

 

Aşk ve Muhabbete Çağrısı: 


Yedinci H. asırda esen akılcılık ve soğuk ilm-i kelâm rüzgârı İslâm dünyasımn doğusundan batısına kadar ulaşmıştı. Bu soğuk rüzgârlardan dolayı kalp tencereleri soğumuştu. Bir yerde aşk kıvılcımları varsa da küller altında gömülüp kalmıştı. Bir baştan bir başa İslâm âlemini porsumuş gönüller, hatta ölmüş gönüller kaplamıştı. Daha sonraları bunu tasvir eden biri şöyle demiştir:
"Aşk ateşi sönmüş her taraf kapkaranlıktır. Ortada müslüman yok sanki bir kül yığını var.[56]
Bu soğuk ve uyku veren uyuşturucu hava içinde ve böyle bir ortamda Mevlânâ aşk sesini, muhabbet nağ­mesini, sevgi narasını yükseltti. Bu ses, bu aşk nağme­si İslâm âleminin bedeninde şimşek gibi çaktı, gök gibi gürledi. Mevlânâ bütün gücü ile aşka çağırdı. Muhab­betin büyüklüğünü ve aşkın harikulade başarılarını açıkladı.
"Aşktan acılar tatlı olur, aşktan bakırlar altın olur.
Aşktan kirler tertemiz olur, aşktan hastalıklar şifa bulur.
Aşktan hapishane gülistan olur, aşksız olursa bah­çe küllük olur.
Aşktan taş, yağ (gibi) olur (erir), aşksız olursa mum, demir (gibi katı) olur.
Aşktan hastalık iyi olur, aşktan kötülük, iyi olur.
Aşktan ölü, canlı olur (dirilir), aşktan sultan, köle (gibi) olur."[57]
O, aşkın güçlü ve diriltici nimetini anlatırken şöyle der:
-    "Bu   toprak  vücûd   aşkdan   dolayı   fezaları   aşıp
kâinat üstüne çıktı.
Dağ harekete gelip raksetmeye başladı, baştan çıktı. Ey aşık, Tûr dağının canı aşka geldi. 
Tûr mest (sarhoş) oldu. Hz. Musa da kendinden geçip yere  yığıldı.”[58]
O buyuruyor ki: Aşk son derece gayretli ve benlikçidir., O yedi iklimin saltanatını aklına bile getirmez. Kim bir kere onun tadını tadarsa bir daha o hiç bir kimseye doğru gözünü kaldırıp bakmaz.
"İki âlemden de ilgisiz kılar gönlü.
Gerçeği  bulup,  hakîkata  ulaşma  tadı bambaşka şeydir.[59]
O iki âleme de ilgisizdir. Dünyanın en büyük mesti, sarhoşu ve divânesidir:
"Aşkın her iki dünya ile de ilgisi yoktur.
Aşk divanelik ve mestanelik içinde olmaktır."[60]
O, sultanlar sultanı, arzulananların arzuladığıdır. Sultanların tacı tahtı onun ayaklarının altındadır.
"Son derece gizlidir ve açığa çıkması insanı hayrete düşürür.
Canlar sultanının canı onun hasretini çekmektedir. Onun mezhebi yetmiş iki milletin haricindedir. Sultanların tahtı onun yanında tahta iskele gibidir.[61]
O, bu gayretli aşkı ve bu cesur fakirliği anlatmaya başlarken kendinden geçmekte ve cezbeye kapılıp mest bir hal almakta ve şöyle demektedir:
"Dünya mülkü, keyfini düşünen eyyamcılara helâl olsun.
Biz aşk mülkünün (ülkesinin) Ölümsüz kölesiyiz."[62]
O diyor ki; aşkın hastalığı öyle bir şeydir ki ona ya­kalanan hasta, asla şifâ bulmayı istemez; hatta daha artması, yükselmesi için dua eder.
"Bütün hastalar şifâ arar, bu aşk hastası ise daha da fazla derd arar.
Bu zehirden daha da tatlı bir şerbet görmedim, bu hastalıktan hiç bir sağlık daha iyi değil.[63]
"Fakat o öyle bir hastalık ki, ondan sonra başka bir hastalık olmaz."[64]
Hastalık da öyle bir hastalık ki, binlerce sağlık ve sıhhat ona kurban olsun. Onun verdiği dert ve sıkıntı, Öyle bir dert ve sıkıntı ki binlerce rahat ve huzur onun uğruna feda olsun.                                                 ^
"Aşk makamı öyle ki; sağlık ve sıhhatin camdır. Onun verdiği elem ve sıkıntılar her rahat ve huzTi-run arzusudur."[65]
Bu tertemiz aşk eğer günah ise, böyle bir günahın önünde sevaplar hiç kalır. Bununla bir saat içinde elde edilen ilerleme riyâzatla senelerce elde edilemez.
"Hiçbir sevap bu aşk günahından daha iyi olmadı.  Aşkla bir saatte alman, senelerce ancak kazanılır.[66]
Aşk yolunda akan kan herhangi bir sudan daha az temiz değil. Bizim onu yıkamamıza aşk şehidinin ihti­yacı yoktur.
"Şehidlerin kanı temiz bir sudan daha üstündür. Bu günah yüzlerce sevabdan daha üstündür."[67]
Âşık öyle bir ciğeri yanık ve gönlü yıkık kimsedir ki, diğer genel insanların kanun ve sistemleri buna uy­gulanamaz. Baştan sona harap olmuş bir köyden nasıl
haraç (vergi) alınabilir
"Âşıkların her nefesi yanış yakılıştır.
Viran ve harap olmuş yerden öşür ve haraç nasıl alınır?[68]
Aşk, Hz. Âdem'in bıraktığı mirasdır. Zekâ ve akıllı­lık şeytanın sermayesidir.
"Onu, bahtı açık olanlar bilir ve mahremdir (gizli­dir). Akıllılık şeytandan, aşk ise Âdem'dendir."[69]
Akıllılıkta, zekilikte kendi eline, bileğine (aklına, > beynine) güven vardır. Akıllılık ve zekîlik, kavrayışlılık (yüzme) sanatıdır. (Aşk) ise Nuh'un gemisidir. Nuh tu- ı fam gibi bir tufanda akıllı ve zeki kimsenin kurtulup -da sahile ulaştığı nerede görülmüş, aşk ehlinin ise ora- • da boğulduğu nerede duyulmuştur?
"Akıllılık denizlerde yüzmeyi bilmektir,  Ama bir okyanusta.     
Bir süre yüzse de sonunda boğulmak vardır.
Aşk, âşık olanlar için bir gemi gibidir.  
Batma ihtimali azdır, çoğunlukla hedefe varılır."[70]
Aklın zekâ ve kıvraklığını, aşkın şaşkınlığına, hay-ranlığına kurban etmelidir. O akıllılık sadece tahmin ve kıyastır. Bu hayranlık ise görgü ve bilgidir.
"Zekîliği sat, hayranlığı satın al.
Zekîlik bir tahmindir, hayranlık ise görüştür."[71]
Mevlânâ aşkı telkîn ve teşvik ederek der ki; sevgili olmak herkesin haddinde değil. Lakin seven (âşık) ol­mak mümkündür. Eğer Allah seni sevgili (mahbûb-mâşuk) kılmadı ise, sen âşık ol da hayattan zevk al.
"Sen Yusuf olamadıysan bari Yakub ol, Onun gibi ağlayan inleyen ol, ,   Sen Şîrin olamadıysan bari Ferhad ol.       Leylâ olamadıysan bari Mecnun ol."[72]
O bir adım daha ileri atarak diyor ki; âşık olmakda olan zevk, lezzet ve yükseliş, maşuk, mahbûb (sevgili) olmakda nerede vardır? Eğer bütün dünyamn mahbûb-ları (sevgilileri) bu ebedî serveti, zenginliği tanısalardı sevgiliİer (maşuklar) zümresi içinden çıkarak âşıklar (sevenler) zümresi arasına girerlerdi. 
"Maşuk (sevgili) olmayı bırak, âşık (seven) ol”
Ev şüpheci, bunun hangisi iyi ve daha üstün­dür. "[73]
Fakat bu aşkın uyanık ve canlı serveti, devamlı ol­mayan ölümlü bir sevgiliye lâyık değil. Aşkın kendisi canlıdır. Ona canlı ve devamlı bir sevgili gerekir.
"Aşk ölümlü bir varlığa olursa sürekli olmaz, bir gün söner.
Aşk canlı olana, cana can katana olmalıdır. "[74]
İşte o canlı, ebedî, hayy ve kayyûm olan sevgiliye (Allah'a) bitmeyen, sonu gelmeyen bir aşkla bağlanmak isteneni verir. Gönle şifâ ve huzur sağlar. O sevgiliden bu aşka canlılık, tazelik gelir.
"Aşk canda ve gözde canlıdır, diridir. Her an tomurcuktan daha taze, daha berraktır. ,*. O canlı, diri aşkı tercih et ki, o devamlıdır. Ve ey sâkî! O, senin cana can katan şarabmdandır. O aşkı tercih et ki bütün peygamberler,     
Onun aşkından güç ve kuvvet bulup iş yaptılar."[75]
Bu aşk görünüşte kalbin kırılmasından meydana gelen bir hastalıktır. Bu hastalık çok can alıcıdır. Fa­kat bir adam buna sabrederse sonucu gerçek bilgi (ha­kiki marifet) ve ebedî hayattır.
"Âşıklık kalbin çırpınışından meydana gelirdi
O kalb hastalığı gibi bir hastalık değildir.
Âşığın hastalığı diğer hastalıklardan ayrıdır.  Pusulanın (kalbin) aşkı, Allah'ın sırlanndandır."[76]
Bu hastalık bütün hastalıkların devasıdır, her çeşit ruhî ve ahlâkî rahatsızlıkların şifâsıdır. Doktorların tedâvî etmekten âciz kaldığı, iyi edenlerin, tedâvî edici­lerin, hekimlerin başarısız kalıp ellerini çektikleri, hiç bir tedbirin kâr etmediği ruhî ve manevî hastalıkları aşk, bir bakışı ile iyi edebilir. Senelerin hastası, aşkın eli ile eski ruhî hastalığından şifâ bulunca neşesinden ve kendinden geçerek şöyle bağırır:
"Yaşa sen ey hoş sevda olan aşkımız bizim, r- Ey tabibi olan bütün hastalıklarımızın bizim.
Ey şeref ve namusumuzun devası olan aşkımız bi­zim.
Ey sen Aristo ve Eflatunumuz olan aşkımız bi­zim. "[77]
Aşk, çörçöpü yakıp kül eden bir alevdir. Sevgiliden başka kimse ona yanaşamaz. O çok gayretli ve çok mu-vahhiddir. (Yani tekçidir, ikiyi kabul etmez. Allah iki olmadığı gibi aşk da ikiliği kabul etmez.)
"Aşk, parıl parıl parlayan bir alev gibidir.
Sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
Hakdan başkasını öldürmekde (Lâ) kılıcıdır. İllallah (ancak Allah var) kaldı, gerisi hep gitti. Yaşa ey aşk, yanış yakılıştaki ortağın gitti.'[78]
Bu ilâhî aşk, sahili olmayan bir denizdir. Aşkın destanı bitecek cinsten değildir. Zamanın geniş olması bile onun için dardır. Dünya hayatının (ömrünün) hep­si onun destanını anlatmaya yetmez. Bu ezelî güzelli­ğin bir hikâyesidir ki onun ne önü vardır, ne de sonu. Bu bakımdan susmak daha iyi, acizliği kabul etmek daha uygundur.
"Eğer devamlı aşkı anlatacak olursam, Yüz kıyamet kopar da aşk bitmez.
A; Kıyametin belirli bir zamanı, sınırı, tarihi vardır. Aşkda sınır nerede; Allah'ın vasfında, şükründe sır­tar olur mu?"[79] 

 

Gönül Dünyası:


Mevlânâ'mn coşku ve heyecanla kendisine çağırdığı bu aşk; kalbin canlılığı, uyanıklığı ve gönlün sıcaklığı olmadan gerçekleşemez.
Her devirde olduğu gibi Mevlânâ'mn devrinde de gönül yeteneklerine ve kalp genişliklerine karşı gaflet ve ilgisizlik almış başını gidiyordu. Aklın üstünlüğü, heybeti ve hâkimiyeti kalp üzerine çöktükçe çöküyordu. Akıl, canlı ve aydınlık, gönül cansız ve soğuk olma­ya yüz tutmuştu. Mide, hayatta merkez ve ana konu ol­maya doğru gidiyordu.
Mevlânâ; kalbin genişliğine, gönlün büyüklüğüne dikkat çekti. Gönlün harikuladeliklerini, onun gerçek­lere açılan kapı olduğunu anlattı ve insanın bu toprak­tan yaratılmış vücûdunda nasıl sürekli bir bahar taşı­dığını, o vücudun içinde ülkelerin kaybolup gittiğini, onun içinde nasıl bir dünyanın yaşadığını, o dünyaya saldıracak bir düşman tehlikesinin, onu soyacak bir eş-kiya riskinin bulunmadığını hatırlattı.
"Ey insanlar, gönül dünyası yanınızda bulunmakta­dır.
Sağlam bir kaledir o, güven ve esenlik yeridir o.Dostların işi ile rengârenk bir gülistandır o. i,    Gülistan içinde gülistandır ve gözlerdir o."[80]
Dünyanın bağ ve bahçeleri bir kaç günlük misafir­dir. Fakat gönül hurması baştan başa taze ve kalp bah­çesi , sonbaharı olmayan bir bahardır. Maddî olan bağ ve bahçeler seneler içinde ancak yetiştirilebilir ama bir anda da kül olup gidebilir. Gönül bağ ve bahçeleri ye­tiştirmeye gelince; o öyle çok zaman almaz. Bununla birlikte onun güzelliğinde, yeşillik ve tazeliğinde hiç bir zaman bir fark olmaz.
"Nakil yolu ile yetiştirilen gülistan bir anlıktır.
Akıl yolu ile yetişen gülistan rengârenktir.
Ten (madde)den olan gülistan bir süre sonra kurur, yok olur.
Gönül (aşk)den meydana gelen gülistan, ah ne gü­zeldir.[81]
O, insanlara şunu telkin etmeye çalışmaktadır: Vücûdu boş yere genç yapmaya çalışmak boşunadır. İs­kender gibi hayat çeşmesini (ölümsüzlük suyunu=âb-ı hayatı) arama yerine, can ve gönlü devamlı diri tutmak için aşk âb-ı hayatından bir yudum içmelisin. Ta ki böylece gerçek mânâda diri gönüllülük ve canlı ruhlu-luk elde edilir ve her devirdeki hayatta güçlülük ve gü­zellik hissedilir.
"Gönlü ara, ta ki daima genç kalasın. Tecellîden dolayı yüzün, kırmızı erguvan çiçeği gibi olsun.
Gönlü arzu et onu iste, ta ki şarap gibi olasın. Ta ki gül gibi neşeli, güleç, huzurlu olasın.[82]
Fakat gönül kelimesi aldatmasın. Gönül, göğüste çarpan nefsânî isteklerin, hırsların hedefi olup sevgi ve aşk lezzetinden mahrum olan, kesin iman servetini ta­nımayan, zevk ve şevkden uzak, sevgi tomurcuğu hiç açmayan, kısmeti hiç parlamayan gönül değildir. O gö­nül (kalb), bu gönül değildir, öyle bir gönül bir taş par­çasıdır.
"(Hırslı ve maddi kalb) Yahudi kalbi (canı) gibi dar ve karanlıktır.
Çok seven yüce Mevlâ'nın aşk ve şevkinden nasibsizdir o.
O kalbde ne güneşin nurunun parıltısı vardır,
Ne duygu genişliği var onda, ne de (hakikatlara) bir kapı açılışı vardır,"[83]
Bu kalp (gönül); yapısı, şekli, biçimi, cesameti bakı­mından gönül ehli birinin; sahip olduğu kararsız, sükûnsuz ve uyanık olan kalbi gibi bir kalbdir (gönül­dür). Fakat gerçek yönden bakarsanız ikisi arasında kelime birliğinden, söz beraberliğinden, maddî benzer­likten başka hiçbir benzerlik yoktur. O da bir sudur, te­miz bir suda yüzer. Bu da; herhangi bir çamurun içinde olan sudur. Fakat birinci su temiz bir sudur, onunla hem susuzluk giderilebilir, hem de el yıkanabilir. Diğer su ise, içine o kadar toprak maddesi katılmış ki ne içi­lebilir, ne de el yüz yıkanabilir. Ondan bir su olarak faydalanmak imkânsızdır. İşte iki gönül (kalb) arasın­daki fark budur.
Bir gönül (kalb) var maddeci, menfaatçidir, duygu­suz ölü bir insan kalbidir. Bir de peygamberlerin, er-mişlerin(evliyâ ve enbiyânın) kalbi vardır ki onun yü­celiğinin önünde feza bile alçak kalır. Onun genişliği­nin yanmda bütün dünyanın genişliği hiç kalır. Bu ba­kımdan bizim içimizde de bir kalp var derken bir düşü­nüp taşınmalıyız
"Sen: bende de kalp var diyorsun. Kalp arşın yanın­dadır, altında değil.
Siyah çamur içinde de su bulunmaktadır; fakat onunla abdest alınmaz.
Çünkü her ne kadar su varsa da çamur üstündür. Öyleyse kendi kalbine, bu bir kalbdir deme.
Kalp (gönül) odur ki, fezalardan da üstündür. O, ya bir peygamber veya ermiş birinin kalbidir.”[84]
Sonra da kalp, kalbdir diyerek teselli etmektedir. Allah katında hiçbir kalp geri çevrimi emekte, o her kai­li kabul etmektedir. Çünkü kabul edişinden dolayı Al­lah'ın hiçbir fayda elde etme amacı yoktur, demektedir.
"Yaratıkların hiç itibar etmediği o tahta kâseyi (be­deni),
Halife oluşundan dolaya o cömert kişi (insanoğlu) satın aldı.
Hiçbir kalb onun huzurundan kovulmamıştir. Çünkü onun hiçbir fayda ve kâr amacı yoktur. "[85]
Sonra o buyurur: Midenin altın kafesini bırakarak gönül ve kalbin hür ülkesini seyreyle ve Allah'ın kudre­tini temaşa et. Seninle yaratanın arasında en büyük perde (engel) işte bu mide ve mideciliktir. Bu perdeden (engelden) çık ki o yüce Mevlâ'nın katından sana selâm gelsin.
"Mideyi terket, salma salma gönül tarafına gel. Ta  ki  perdesiz  olarak  sana  hakdan  selâm  gelsin.[86]

İnsanlık Makamı:


Baskıcı, tek kişiye dayanan saltanat idarelerinin tesirlerinin ve sürekli zulümlerin, bitmeyen savaşların sonucunda genel olarak insanlarda hayattan usanma, gelecekten ümidsiz olma ve beceriksizlik, başarısızlık duygusu meydana gelmişti.
Acem tasavvufu; fâni oluşu, kendi varlığına değer vermemeyi ve kendini âciz görmeyi aşılarken, insanla­ra bunu anlatırken o kadar büyük bir coşku ile, kuv­vetle bunu yapmıştı ki, azmin, gayretin, teşebbüs ve hareketin (aksiyonun) bağlı olduğu kendini tanıyıp, kendine güvenme; sanki ahlâkî bir suç ve manevî te­rakkiye bir engel kabul edilmeye başlanmıştı. İnsanla­rın önüne meleklik sıfatlarının elde edilip, insanlık icablarmdan sıyrılmanın Öyle bir konuş şekli vardı ki, buna göre insan, insanlığından utanmaya başlamıştı; ilerlemesini insanlıkta değil, aksine insanlığı terket-mekte kabul etmeye başlamıştı. Genellikle insanlık makamını tanımamak, insanın şerefini, yüksekliğini bilmemek gibi kötü bir durum ortaya çıkmıştı.
O devrin edebiyatına, şairliğine ve şiirlerine insan­lığı hakir ve âdi görme ruhu girmişti. Bu da genel ola­rak insanlarda kendine güvensizlik, ümitsizlik, eziklik, kırgın gönüllülük, isteksizlik psikolojisi meydana getir­di, însanlar ara sıra hayvanlara, cansız varlıklara im­renmeye başladı.
İnsanlık cevherini tanımayan, kendi yeteneklerin­den ve üstünlüklerinden habersiz olan o insanı Mevlânâ kendine özgü bir tarzla bu tarafa teşvik etti ve insanın büyüklüğü, üstünlüğü şarkısını o kadar tiz bir sesle haykırdı ki, insanın uyumuş benliği uyandı ve kendi makam ve mevkiini tanıdı. Mevlânâ'nm bu in-
sanlığa Övgü dolu olan şiirleri bütün İslâm edebiyatına etki yaptı ve şiirde, şairlikte ve tasavvufta yeni bir çı­ğır ortaya çıkardı.
Mevlânâ insanı, kendi insan oluşuna, insan fıtratı ile yaratılışına yöneltiyordu. Bu insan fıtratı üzere ya­ratılmayı, Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de yer yer; "En güzel bir biçim" diye ifade buyurmuştur. Bu "ahsen-i takvîm=en güzel biçim" denen tıpa tıp oturan elbise Özellikle onun için kesilmiştir ve onun boyuna tam ola­rak gelmektedir.
"Vettîni süresindeki ahsen-i takvim'i oku,  
Ki ey dostum, büyüklük bir cevherdir.    
Ahsen-i takvim (en güzel biçimde yaratılma), idrâk­isin üstündedir.       
Ahsen-i takvim onun arşından ileri taşmıştır."[87]
Mevlânâ diyor ki; insandan başka kimin başına ke­ramet tacı konulmuştur ve "kerramnâ=Seni üstün sevi­yeli kıldık" "a'taynâke=Biz sana verdik" hitabıyla kim şereflendirilmiş t ir?
"Bu gökyüzü, hiç "kerramnâ" OBiz seni keremli kıl­dık buyruğunu işitti mi?
Ama bu ızdırap dolu insan işitti."[88]
"Kerramnâ tacı senin başının tam üzerindedir.    Ab A'taynâke halkası boynunda asılıdır. "[89]
O buyuruyor ki; insan kâinatın özü, bütün âlemin sıfatlarının toplamıdır. İnsan nedir? Bir küp içinde de­niz hapsedilmiştir. Küçük bir kalp içinde bütün bir âlem gizlenmiştir.
"Bir küçük zerre içinde bir güneş gizlenmiştir. mit Ansızın o zerre ağzını açmaktadır. Parça parça etti yeri ve felekleri, Onun önünde güneş takla attı.[90]
"Bir ilim denizi, bir damlada gizlenmiştir
Uç karış uzunluktaki vücutta bir kâinat gizlenmiştir;[91]
İnsanın yaratılışı; bütün âlemin amacı, arzusudur. Ve insan, kâinatın hased ettiği varlıktır. Onun sayesin­de bu âlemin rengi, kokusu var, hayatın değeri, haysiy-yeti var. Bütün yaratıkların ona itaat etmesi farzdır.
"Bütün sarhoşlar seni kıskanır. Gül renkli şaraba hiç muhtaç değilsin. Gülün rengini bırak, sen gül rengisin. İnsan cevherdir, felek onun emrine verilmiştir. Herkes dal ve gölgedir, hedef sensin, Faydasız kitaplardan ilim ararsın.Senin coşkunun zevki arpa kabuğu helvasındandır. Sana hizmet etmek tüm varlıklara farzdır. Gösterilmesi uygun olmayan bir cevher gibisin. "[92]
Sadece bu değil hatta insan, bütün ilâhî sıfatlara da mazhar olmuş bir varlıktır. O öyle bir aynadır ki onda tecellilerin ve âyetlerin görüntüsü göze çarpar.
a "İnsan; üstün sıfatların bir pusulasıdır. 
İnsanın şekli o (Allah)nun âyetlerinin (kudret işa­retlerinin) görüntüsüdür.
İnsanda görünen her şey, onun (Allah'ın) aksetme-sidir.
Bir suyun içinde ayın aksedip görünmesi gibidir.
İnsan saf, tertemiz akan bir suya benzer.
Zülcelâl olan Allah'ın sıfatları onun içinde tecelli eder.
Onun bilgisi, adaleti ve iyilikleri,
Akıp giden su içinde dönüp dolaşan yıldız gibi­dir."[93]
Bütün bunları söyledikten sonra o, insanın hâlâ de­ğerinin tam anlatılamadığına, onun tam tarif edilmedi­ğine inanır. Tam söylemek gerekirse hiç kimsede bunu duyma gücü yoktur.
"Eğer söylenmesi yasak olan o değer ve kıymeti bir söylersem,
Ben de yanarım, duyanlar da yanar kül olur."[94]
Bu kadar değerli ve üstün olduktan sonra, o kadar kıymetli bir insan varlığını Allah'tan başka kim satın alabilir? Ona kim değer biçebilir? Ne yazık ki insan kendi değerini bilmediğinden ne verilirse verilsin biri­nin eline satılmaya hazır olmasına o bütün yanış yakı-lışı ile feryad etmektedir.
"Ey akıl, tedbir ve mantığın kölesi olan sen!    ;   ı Kendini neden ucuza satıyorsun." [95]
Sonra da şöyle buyurmaktadır: İnsanın alış verişi yapılmıştır, ona değer biçip satın alan Allah'tır. Çüükü onun değerini en iyi bilen odur.
"Bizim müşterimiz Allah'tır, o bizi satın aldı."[96]
Fakat bütün bu anlatılanlar, insanlık cevheri ve in­san olma ruhu ile bezenmiş ve insanlığın gerçek yüzü­nü tanıyan insanlar içindir, insan şeklinde görünenler için değil. Onlar sadece şekil ve biçimde anlatılan ger­çek insanlara benzer- Ama aslında onlar nefislerinin öldürdüğü, nefislerinin arzularının maktulüdür. Bun­lar adam değil adamların cansız resimleridirler.
"Bunlar insan değiller, bunlar insan şekillilerdir. ...   Ekmek  tarafından   öldürülen,   şehvet   tarafından katledilenlerdir. "[97]
Her devirde olduğu gibi, Mevlânâ'nm devrinde1 de bu insan, az bulunan ankâ kuşu gibi yeri meçhul olan varlıktı. Genellikle dört ayaklı ve yırtıcı hayvanlar gibi olan insanlar bulunmaktaydı. Mevlânâ bu hayvan nite­likli, canavar özellikli insanlardan bıkmış, usanmış ti. O, insan arıyordu. Bu insan arama işini tatlı bir konuş­ma şeklinde anlatırken şöyle der:
"Dün elinde lamba, şehrin etrafında dolaşan bir ih­tiyar gördüm.
Karga ve tilkilerden baktım, insan arıyorum, dedi. Bu tembel yoldaşlardan, düzenbazlardan bıktım. Allah'ın arslamnı, Rüstem'i, onların bulunduğu ye­ri arıyorum, dedi.
Aradığınızı bulmak zordur, onlar bulunmaz dedim. Bulunmayanı arıyor, onu arzu ediyorum, dedi.[98]

 

İşe, Çalışmaya, Harekete Davet Etmesi:


Mevlânâ'da  tasavvuf anlayışı ve onun insanlara.? sunduğu mesaj, tembellik, işsizlik, ruhbanlık değildir., O, aksiyon, gayret, kazanma, çalışma ve sosyal hayatta ;• aktif rol almayı önermekte, ruhbanlığı ve dünyayı ter-ketmeyi, İslâm'ın ruhuna aykırı kabul etmektedir. Ona göre; eğer İslâm sosyal hayat istemeseydi, cuma nama­zı, cemaatla namaz, emir bilmaruf ve nehiy anilmünke-ri neden ısrarla işteşindi? Bir şiirinde şöyle der:
"Kuş ona dedi ki: Ey efendi, bir kenara çekilmek iş değildir.      
Ahmed'in   (Hz.   Muhammed'in) dininde râhiblik (dünyadan el etek çekme) yoktur, yüce Peygamber Efendimiz rahipliği yasaklamıştır.   Boş yere bir kenara çekilmek bid'at (sakat)dır. Cuma namazı şarttır, cemaatla namaz farzdır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak da farz­dır.  
Mübarek ümmetin içinde, arasında ol. ; ;Hz. Muhammed'in sünnetini ihmal etme, ona sım­sıkı sarıl.[99] 
Onun devrinde tevekkül; tam bir tembellik, uyu­şukluk haline gelmişti. Herhangi tedbir veya düzenle­me tevekküle aykırı kabul edilir, kötü nazarla bakılır­dı. Mevlânâ tevekkülün, şer'î manasını açıklamış, onun faziletini anlatmıştır. "Önce deveni bağla, sonra Al­lah'a tevekkül et." hadisinin ne demek olduğunu anla­tırken şöyle demektedir:
"Peygamber, yüksek sesle şöyle dedi: "Tevekkül ile birlikte devenin ayaklarını bağla.
'Kazanan Allah'ın sevgilisidir' hadîsinin asıl mana­sını dinle.
Tevekkülden dolayı rızkı kazanmada tembel olma.
Yüzünü tevekküle dön, kendin de kazanç için iş yapmaya git, ey amca.
Gayret göster, kılı kılma hakkına göre kazan."[100]
Mevlânâ, güçsüz hayvanların ağzından tevekkül ve atıllığın (tembelliğin) bütün bahanelerini nakletmiştir ki, genellikle azmi, gayreti olmayan pasif insanlar bunları ileri sürerler. Tembellerin ileri sürdükleri bu deliller ve bahaneler insana çok yerinde ve ağırlıklı gelmektedir. Ama arkasından bunlara cevap vermekte­dir. Arslanın cevabı aslında Mevlânâ'nm bu konudaki temel düşüncesidir.
Arslanın ağzından o şöyle demektedir: İnsana verilen organlar, yetenekler ve güçlerden açıkça anlaşılan şu ki; bunlardan hedeflenen, bunların insana bahşedil-mesinden amaçlanan şey insanın çalışması, didinmesi, gayret göstermesidir. Eğer bir insan hizmetçisinin eli­ne kazma kürek verirse bunun açık manası onlarla toprağı kazmasıdır veya taşları sökmesi, kayayı kırma-sıdır. Bunun için ağzı ile söylemesine gerek yoktur. Madem ki bize de el, ayak, güç, kuvvet verilmiştir. O halde bize bunun verilmesinin maksadı elimiz kolu­muzla, gücümüz kuvvetimizle hareket etmemiz, onlar­la iş yapmamızdır. İçimizde taşıdığımız istek ve arzula­rımızı onlarla gerçekleştirmeliyiz. Bundan dolayı gay­ret ve hareket, iş ve çalışma, kazanma Allah'ın bizden istediği şeylerin tâ kendisine işarettir. Tembellik ve işi terketme ise Allah'ın bizden beklediği amaca ters ve ni­metlerini inkârdır. Gerçek tevekkül, gayret ve çalışma­da kusur yapmamak ve işi hakkıyla yaptıktan sonra sonucu hakkında Allah'a tevekkül etmektir. Zira başa­rı Allah'ın elindedir der ve şöyle yazar:
"Arslan, evet dedi, ama kulların rabbi Ayağımızın önüne bir merdiven koydu. Terasa adım adım çıkmalı.
Zorlayıcı olmak burada ham tamahkârlıktıiİ  tbl Ayağın var, neden kendini topal yaparsın,      
Elin var, neden pençeni gizlersin. Efendi, kölesinin eline beli verince, Ne demek istediğini ona bir şey sömışolur.
Bel gibi olan el de Allah'ın kudret işaretidir. Allah'ın nimetine şükretmen, senin onun değerini bilmendir.
Senin cebrin (zorlaman) ise o nimete nankörlüktür.
Allah'ın nimetine şükretmen, senin nimetini (rızkı­nı) arttırır.
Nankörlük ise elinden onların çıkıp gitmesi demek­tir.
Evet ey değersiz zorlayıcı, o meyveli ağacın altın­dan başka yerde uyuma.
Tâ ki rüzgâr her an dalını sallayıp meyvasmı dök­sün.
Uyuyan başının üstüne çerez ve azık indirsin.
Tevekkül ediyorsan, işi yap da tevekkül et. Çalış da sonra Allah'a bel bağla."[101]
Daha sonra aralanın ağzından; çalışıp çabalama­nın, iş yapmanın, peygamberlerin işi, velilerin yolu ol­duğu gerçeğini ortaya koyar. Sonra da şeriatta kötüle-nen ve Allah'ın rahmetinden uzak olan dünya malı ve evlad değil, gafletle geçirilen fırsatlardır dedikten son­ra o bir yerde şöyle der:
"Arslan, evet dedi; fakat peygamberlerin çalışma ve gayretlerini de gör.
Allah onların çalışmalarını boşa çıkarmadı.
Ne gördülerse, eziyet ve çile çekerek çalışmakla el­de ettiler.
Gücün yettiği kadar gayret et ey insan.
Peygamberlerin, velilerin gittiği yolda, yaptığı tarz­da.
Dünya nedir, Allah'dan gafil olmaktır.   
Kumaş, kadın, para ve çoluk çocuk değildir. .
Eğer malı din uğruna biriktiriyorsan
"Ne güzel teiniz mal" demiştir ona Hz. Rasûl.
Çalışmak şarttır, şifâ aramak şarttır, hastalık da kaçınılmazdır.
İnkarcı kişi çalışmamakta ayak direr."[102]
Mevlânâ, sadece kendi döneminin halk tabakasını tenkid etmez, sadece dinî ve ilmî çevrelerin hatalarına çatmaz, aksine bütün gücü ve hıncı ile devlet idaresini elinde bulunduranları da tenkid eder. Devlet idaresi­nin, yeteneksiz kişilerin, ehli olmayan kimselerin eline geçtiğini ve çocuk oyuncağı haline getirildiğini çekin­meden söyler.
Tek kişinin irade ve arzusuna göre idare edilen, yaptığı yaptık, kestiği kestik olan bir idarî sistemde bunu söylemek herkesin harcı değildir, çok kötü sonuç­lar doğurabilirdi. Lâkin Mevlânâ'nm doğruyu söyleme­den çekinmeyen ağzını kim susturabilirdi. O, şöyle söy­ler:
"Karar ve hüküm rind kişilerin elinden gittiği için, Şüphesiz Yunus Peygamber zindana (balığın karnı­na) düştü.
Kalem (yetki) bir gaddarın elinde olduğu için, Şüphesiz (Hallâc) Mansur ölüme mahkûm edilmiş­ti.
İş ve yetki beyinsizlerin eline geçince,
Mutlaka   yaptıkları   (peygamberlerini   öldürmek) olur.”[103]
Devlet idaresinin yanlış ellerde olmasının sonucunu anlatırken de kendi devrinin durumundan şikâyet ederek şöyle der:
"Emir ve hüküm, yoldan çıkmış birinin elinde olun­ca,
Makam, mevki zanneder de bir kuyuya düşüverir. Ahmaklar başlarını eğip ayakta durdular, Akıllılar da korkudan başlarını kilime sardılar. "[104]

 

Mesnevî'de Akaid Ve İlm-i Kelâm

  

Mevlânâ, akıl ve duyulara ait yetkilerin yetersizlik­leri üzerine tenkid yapmakla, kendi döneminin kelâm ilminin dengesizliklerini, zâhirciliği ve kelime oyunları mücadelesini yermekle kalmadı ve sadece iç duyular­dan (sezgilerden), vicdan ve ruhdan faydalanmaya ça­ğırmakla da yetinmedi. Aksine kelâm meselelerini ve onun anlaşılması zor olan taraflarını kendine özgü bir üslûp ve tarzla çözmeye ve kendine özgü kalıplar içinde sunmaya, kafalara onları daha rahat bir şekilde yerleş­tirmeye de çalıştı.
Bir bakıma Mevlânâ'nın çağrısı ve onun felsefesi, sadece olumsuz ve tenkidçi değil, aksine olumlu ve öğ­retici tarzdadır. İlmi kelâmın; bileklerini çözmekte yo­rulduğu ve düğümlerini çözmeyle çabalarken sayısız düğümler meydana getirdiği meseleleri Mevlânâ öyle bir üslupla anlatır ki, sanki o konularda en ufak bir çetrefillik, dolambaçlık yoktur. Sanki o konular çok zor anlaşıhrlığım kaybetmiş de herkesin rahat anlayacağı sade, basit konulara dönüşmüştür. Onlar sanki apaçık gerçeklerdir, her gün hayatta karşılaşılan basit mese­leler ve olaylardır.
Mevlânâ'nın kendine özgü metodu, insan beynini âciz bırakmak ve karşısındakini anlayamaz duruma düşürmek değil, sözü allayıp pullayarak karşısındakini kendi sözünün büyüsü ile zavallı hâle düşürmek değil­dir. Aksine, anlattığı şeyleri rahatlıkla onun kafasına
sokmaktır, o kişinin zevkine göre seve seve o sözü ka­bul edip benimsemesidir. Karşısındaki insan, sanki o sözün daha önceden kafasında, hafızasında olduğunu sanmaktadır da Mevlânâ sadece ona hatırlatma görevi yapmaktadır.
Böyle bir metod ve üslupla söz etmenin sonucudur ki, Mesnevi ile dinin temelleri, inançlar ve kelâm ko­nuları üzerinde öyle doyurucu, kafaları tatmin edici, gönülleri teskin edici, düşüncelerdeki şüphe ve tered­dütleri giderici bir hava doğmuştur ki, bu sonuç kütüp­haneler dolusu ilm-i kelâm kitapları ile elde edilemez­di. Bununla beraber aşk, ihlâs ve kesin iman sahibi bi­rinin sözlerinden doğabilecek bir huzur ve tad da elde edilebilmektedir.
Mevlânâ her ne kadar eski bir Eş'arî düşünce eko­lünün yetkili ve çok derin bir bilgini ise de, kendi kişi­sel tecrübeleri ile ve ilahî bir vergi olarak akaid ve kelâm konularında müctehid değeri taşıyan biridir ve yeni bir ilm-i kelâmın kurucusudur. Onun tarzı bütün kelâmcılarm, akâid bilginlerinin tarzından tamamen ayrıdır. Nisbeten de Kur'an-ı Kerim'in izah ve isbat tarzına ve selim fıtrata daha yakındır.[105]                                        

 

Allah'ın Varlığı:     


Allah'ın varlığı meselesi, ilm-i kelâmın ve bütün mezheplerin ana konusu, temel meselesidir. Eski ilm-i kelâmın bu konuda ileri sürdüğü deliller sadece mantı­ğa dayanmaktadır. Bu mantık delilleri ile bu konuda kesin bir kavrama, kesin bir iman elde edilememekte­dir. Olsa olsa bu deliller karşısında insan çaresiz kalıp susmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in tarzı ise; insanın temiz ruh yapısını (fıtratını) tahrik ve teşvik edici bir üslup ve tarzdadır ve o taze, ruh yapısına güven göstererek uyumuş duyguyu uyandırmak şeklindedir. Kur'an-ı Kerim peygamberin ağzından yapmacıksız şöyle buyur­maktadır:
'Yeri ve gökleri yaratan Allah hakkında şüphe ola­bilir mi?"
Bu yapmacık olmayan, açık ve hayret belirten ifade karşısında insan fıtratı hemen hareketleniyor, ve kendi sağlam görevini yapmaya başlıyor. Sonra yeryüzünün ve göğün yaratılışı ile onları yaratana, yapılanlarla ya­pana, ortada duran eşyalarla, onları ortaya koyana doğru ani bir çevrilmeye önderlik olunmaktadır. Bütün Kur'an-ı Kerim'de işte bu isbat tarzı görülecek ve Al­lah'ın işaret ve alâmetlerine bakın ve yaratılanlardan yaratana ulaşın diye bir Ölçü göz Önüne çıkacaktır. Kur'an-ı Kerim'e göre Allah'ı tanımanın, işte en kesin inanma, özlü, kusursuz ve tehlikesiz yolu budur:
"Biz dünyada (ufuklarda) ve nefislerinde hak (doğ­ru ve iyi)nin ne olduğunu anlasınlar diye âyetlerimizi (işaret ve alâmetlerimizi) göstereceğiz. Senin Rabbin herşeye şâhid olmaya yeterli değil midir?"[106]
Mevlânâ da Mesnevi' de aynı isbat ve delil göster­me metodunu tercih etmiştir. O yer yer kâinattan, kâinatın yaratıcısının varlığına deliller göstermektedir.
O diyor ki; dünyada pek çok şeyin olduğu, olageldiği göze çarpmaktadır. Fakat o olanları olduran, yapan, eden; bu beden gözü ile gözükmemektedir. Fakat olan ne varsa hepsi de, o perdenin arkasında bir yapanın ol­duğuna delildirler. İş açıktadır, ama işi yapan gizlidir.
"Kalemin çizdiği çizgi (yazı) görülüyor, (yazan) el görülmüyor.
At ortada dolaşıp duruyor, ata binen görülmüyor. :    Ok meydanda bak, ama oku atan yay görülmüyor.
Canlar meydanda, canların canı (yaratanı) gizli (görülmüyor)?[107]
Fakat her hareket; bir hareket ettirenin var oldu­ğuna delildir. Eğer bir yerde havanın fısıltı ve hışırtısı varsa bil ki onu estiren, onu harekete geçiren de var­dır.
"Hareket eden, esen bir hava (yel) görüyorsan bil ki,
Ortada onu bir estiren var mutlaka.
O halde her bilenin aklında kesin olarak şu
Ki esen havayı bir estiren de vardır."[108]
vardır.
Eğer senin gözlerinde etken (işi yapan) görünmü­yorsa da yapılan işler görünüyor. Bu yapılan, ortada duran iş ve eserlerden, mutlaka onu bir yapanın olaca­ğını kabul et. Vücuttaki hareket, hayat ve canlılık, o vücudda ruhun varlığından dolayıdır. Ruh her ne ka­dar görünmüyorsa da vücudun hareket edişi onun var­lığının isbatı ve delilidir.
"Sen onu (Allah'ı) eğer gözlerinle görmüyorsan da, Ortaya işinin ve eserinin çıkmasından varlığını anla. Vücûd can (ruh) ile hareket eder, ama sen cam gör­müyorsun.
Lâkin vücûdun hareketinden canın var olduğunu bii[109]
Bir etkenin, bir yapanın varlığı için onun yaptıkla­rından, bir yaratıcının varlığı için onun yarattıkların­dan daha fazla, daha üstün delil ne olabilir? Güneşin varlığı için onun ışığından daha güçlü delil ne olabilir?
"Güneşin kendisine delil, varlığına işaret olarak, Dimdik gelen ışıklarından daha güçlü delil ne ola­bilir?"[110]
Hem sonra kâinat sadece var değil, hatta düzenli, sistemli ve uyumludur. Herşey kendi çerçevesine yer­leştirilmiş, her resim kendi levhasına konmuştur. Ge­zegenlerin dönüşünün bir düzeni, ölçüsü vardır! Ay ve güneşin de bir düzeni, sistemi, kanunu vardır. Rüz­gârlar ve bulutlar da prangasız, gemsiz fil değil ki iste­dikleri yere çeksin gitsin. Biraz azgınlık yaparlarsa he­men kulakları çekilsin diye onlar için dahi bir kırbaç (yönetici) vardır. Bu düzen ve tertip, bu intizam ve bu ahenk gösteriyor ki, kâinatın üstünde, bu kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi vardır ve o, hikmet ve bilgi sahi­bidir. Kâinat onun irâde ve düzenlemesinin hiçbir an dışında değildir.
"Eğer kaderin, gökteki cisimleri nasıl düzene koy­duğunu gör emiyorsan,
Onların gökyüzünde dönüp dolaşmasına bak."[111]
Daha sonra o şöyle buyurmaktadır: Bu kâinatı, onun yaratıcısı kendi menfaati için yaratmadı. Aksine insanın menfaati ve onun gelişmesi, ilerlemesi için ya-f rattı. Aynı şekilde, felsefecilerin ve kelâmcıların şaşkın oldukları bu âlemin yaratılmasındaki hikmet ve men­faati çok büyük bir anlaşılırlık içinde sunmuş ve çok rahat kavranır bir üslûp ve tarzda anlatmıştır. Burada da onun harikuladeliği ve neşesi, cezbesi vardır.
"Peygamber dedi ki: Hak şöyle buyurmuştur: Benim yaratmaktan amacım iyiliktir. Benden faydalansınlar diye yaratıkları yarattım. Benim balımdan parmaklasınlar diye yarattım.
Ben kendim onlardan faydalanayım diye yaratma­dım.
Ben yaratıkları onlardan faydalanayım diye değil; Aksine  kullarıma  cömertlik yapayım diye yarat[112]

 

Peygamberlik ve Peygamberler:


Peygamberleri, bizzat yine peygamberlerin ağzıyla, 'ronların dili ile tarif etmekte ve onlara şöyle dedirtmek­tedir: Onlar, ilâhî (Allah tarafından gönderilmiş) dok­torlar, tabiplerdir ve kalbleri tedavi eden hekimlerdir. Doktor nabız muayenesi yaparak kalbin durumunu öğ­renir, nabızdan kalbe ulaşır. Peygamberler ise doğru­dan kalbe ulaşan kişilerdir. Doktorlar vücudun sağlık ve sıhhatinin devamına çalışırlar. Peygamberler ise kalplerin şifâsına, ahlâk ve amellerin düzeltilmesine ve normalleştirilmesine çalışırlar.
"Biz hak ve hakikatin talebeleri olan doktorlarız.
Bizi Kulzüm denizi (Kızıldeniz) gördü de ortadan yarıldı.
O tabiat ve mizaçların doktorları bizden başkadır.
Onlar kalbe nabız yolu ile ulaşırlar (anlarlar).
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe ulaşırız. Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız.-O doktorlar yemek ve meyve yerler. 
Onları hayvanı can sürekli kılar. 
Bizler o hareketli, faal olan tabibleriz. Bize ilham olunup bildirilenler celâl sahibi AJlah-ın nurudur.                                                           
İşte bu şekilde bir iş, sana faydalı olur.   
Ve işte öyle bir iş ancak zırh delen olur. İyi ve kötülerden o şöyle böyleleri, Senin önüne koyuyoruz ve doğru olanı gösteriyoruz. . O doktorların elinde delil olan, kokudur.
Ve yüce Allah'ın vahyi, ilhamı da bizim delîlinıizdir."[113]
Peygamberlik delillerinde de Mevlânâ, akıl ve man­tık önermeleri ve delilleri ile isbatlama yerine, genel­likle vicdan, mizaç ve meşrebe dayanan delillerle isbat etmeyi tercih eder ve der ki: Peygamberlerin her tavrı ve hareket tarzı kendilerinin peygamber olduğunu bil­dirir. Onlar baştan başa i'câz olan (karşısındakini sus­turan, âciz bırakan, verilecek cevap bulamayıp, kabul etmekten  başka  çıkar yol  bırakmayan)  kimselerdir.
Kendilerini görenler için, (inat ve büyüklerime olma­mak şartıyla) kendileri bizzat peygamber olduklarına delildirler. îşte bu yüzdendir ki, Abdullah b. Selâm (r.a.) cihanın süsü olan Peygamber Efendimizi gördüğü zaman düşünmeden şöyle demişti:
"Allah'a and olsun ki bu (mübarek) yüz, yalan söy­leyen bir çehre olamaz." "Bilgi zevkini tadnıış olan herkesin kalbine,
Ulaşan peygamber sesi mucizedir."
O şöyle buyuruyor: Peygamber ile ümmetin vicda-Xnında öyle bir ilişki olur ki, Peygamber ne buyurursa ümmetinin vicdanı derhal (âmenna ve saddaknâ= inandık ve tastik ettik) diye haykırır. Ümmetin vicdanı Peygamberin her sesine coşarak karşılık verir. Çünkü o ses ile başka bir ses ve davet arasında hiçbir ilgi ve benzerlik bulunmayacak kadar masum, lekesiz, gönül çekici ve hayret verici bir fark vardır.
Bu konuda Mevlânâ şöyle buyurur:
"Peygamber dışarıya seslendiği zaman, Ümmetin canı içerden secde eder. Onun sesinin türü, bütün dünyada can kulağı ile, Başka bir kimseden duyulmadığından dolayı;
İnsanı hayrete düşüren sesin zevkinden, Hakkın dilinden 'Ey kulum; Ben sana yakınım' buyruğunu işitir."[114]
O der ki: Peygamberin doğruluğu için onu dinleyen­lerin dışarıdan başka bir delile ihtiyacı yoktur. Çünkü o peygamberlerin sözü hem iddiadır, hem delildir. Dün­ya düzeni ise o iddia ve delil üzerine kuruludur. Susuz kimse (gerçekten susuz olması şartıyla) su içmeye çağ­rıldığında, onun nasıl bir madde olduğunun anlatılma­sını taleb etmez. Anne, çocuğuna süt emzirmek istedi­ğinde o çocuk sütün delilinin gösterilmesini beklemez. İstek ve arzu, güvenme ve adım atma (teşebbüs) için yeterlidir.
"Susuz kimseye buyur iç dediğin zaman, Bardakta su var, çabuk suya gel dediğin an,
zaman susuz kimse bu teklifi reddetmez; Ey bardakta su olduğunu iddia eden; karşımdan çekil git, demez.
Veya anne bebeğine seslenerek çağırsa,
Ey çocuk, ben annenim, gel (emzireyim) dese, Bebek anneye; bana isbat et göreyim mi der? ;t,-\ Senin sütünle beslenip doyacağımı isbat et mi der?"
Ona göre, mucize imanı gerektirmez, yani mucizeyi gören kimsenin hemen iman etmesi gerekmez. Gerçek şu ki, Peygamberimizin hayat tarihinde (siyerde) muci­zeyi görerek iman edenlerin isimlerine çok az rastlanır. Sahabenin en ünlüleri, en ileri gelenleri Hz. Peygambe­ri görünce imân edenlerdir, asıl iman da onlannkidir.
Mevlânâ diyor ki; mucizeler, karşısındakini yen­mek ve onu âciz bırakmak içindir. Yenildiği ve cevap veremez hale getirildiği için baş eğen kimsenin de canı­nı feda edercesine iman etmesi, hayatını peygambere adayarak mağarada arkadaş olması çok zordur. Asıl cezbeden, büyüleyen bağlayan, ayrılmaz bir parça haline getiren şey cinsiyyeti (şahsına, cemâline, huyuna suyuna, tümden bağlandığı kişiliği)dir, ilişki ve ilgisidir.
"İmam gerektiren şey mucizeler değildir.
Cinsiyet kokusu güzel sıfatları cezbeder.
m Mucizeler düşmanı altetmek içindir. Cinsiyet kokusu insanı kalbe doğru götürür, Düşman kahrolur ama dost kahrolmaz."
Peygamberleri anlatırken, onların çok hamiyetli, gayretli ve benliklerine sahip kişiler olduklarını söyler. Onlardan faydalanmak için edepli ve istekli olmak şarttır. Onlar sultan tabiatlıdır. Onların mevkii, rütbe­si; kendilerinin buyurmasını, başkalarının dinlemesini gerektirir. Onlara karşı gelmek, mücâdele etmek; ger­çeğe ulaşmakdan mahrum kalmaya sebep olur. Ona en büyük engel olur.
"İster bir istekli olsun, biri de usanmış olsun,
Peygamber, peygamberlikten vazgeçer mi?
İnsanın iç dünyasının sırlarım okuyan bu peygam­berler,
Kendilerini dinleyen isterler, İsrafil karakterlidir onlar.
Heybetlidirler ve sultanlar gibi azamet taşırlar.
Dünya insanlarından saygı ve edeb beklerler."[115]
Sözlerine devamla; neden öyle olmasın, onların bir kere nereden geldiklerine bak, kimden haber getirdiklerine bir bak, demektedir.
"Onlara saygı göstermeyi herkes seve seve yapmalı­dır.
Çünkü onlar çok yüksek ilâhî makamdan gelmişlerdir.[116]

 

Ahiret:  


Mevlânâ nazarında ölüm; gerçek hayatı tanımanın ve insanın ileri adım atmasının, terakki edip yüksel­mesinin üzengisidir, ilk eşiğidir. İmar, yıkım yapılma­dan olamaz, yapılamaz. Defineyi ancak toprağı kazınca bulabildiğin gibi, yepyeni yapılmış bir bina yıkıhyorsa bil ki, yeniden mamur hale getirmeye, yeniden yapma­ya hazırlık yapılıyor demektir.
"Bu canı yaratan, vücûdu mahveder (öldürür, çürü­tür).
Mahvedip çürüttükten sonra tekrar onu onarır (canlandırır).
Altın ve define uğruna evi yıkıyorlarsa, (bil ki)
Yıkımdan sonra ele geçen define onu hemen tamir eder.'[117]
Bu topraktan yaratılmış olan vücûdun yıkılışı bü­yük bir tamirin olacağının alâmetidir. Tomurcuğunu açmasından anlamalı ki meyve gelmek üzeredir.
"Çiçek dökülünce meyvye başgösterip ortaya çıkar; Vücud yıkılınca da can çıkar. "[118]
O kesin ve mutlak cömert olan, o hak üzere tam eli açık olan, herkese bol veren Allah; can gibi bir devleti, serveti verdikten sonra nasıl olur da çeker alır? Bu ba­kımdan kabul etmeli ki, çelimsiz, porsumuş bir cam alarak ebedi bir hayat bahşetmek istiyor. O, onu bu toprak kalıpdan çıkararak hayale, tahmine dahi gelme­yen lütuf ve ikramlarda bulunmak istiyor. Hiçbir gö­zün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insan­oğlunun aklına, hatırına gelmeyen nimetleri lütfetmek istiyor.
"Bir kişiyi böyle bir sultan öldürürse, onu güzel bahta eriştirir.
Ona en güzel makam ve mevkiler, mükâfatlar ve­rir.
Yarım can alır, yüz tane can verir ona.
Aklına hayâline gelmeyen nice nimetler, lütuflar verir. "[119]
Yükselişin, ilerlemenin yüksek basamakları için bir bitiş ve tükeniş mutlaka gereklidir. Hiçbir zaman biri­nin önceki yazı tahtasını temizlemeden, eskiden yazı­lanları silmeden tahtaya yazdığı görülmüş müdür? Toprağı kazıp çıkarmadan (kuyu kazmadan) yeryüzün­den su çıkarılmış mıdır? İnsan yazmak için temiz kâğıd, ekip dikmek için boş toprak parçası arar.
"Ey aptal, yazmadan önce tahtayı yıkayıp silerler.
Ondan sonra onun üzerine yazı yazmaya başlarlar.
Temizlenirken tahtayı tanımak gerekir. Onu Önce bir deftere çekmek gerekir.
Ne zaman evini (yapmak için) yıksalar,
Her şeyden önce onu temelinden yapmaya başlar­lar.
Önce kuyu kazıp yeryüzünün altından toprak çıka­rırlar.
Ondan sonra tertemiz su çekmeye başlarlar. "[120]
Yokluk, varlığa hak kazandırmaktadır. Yaratanı^,, rahmetini coşturmaktadır. Nimet dağıtan daima fakirlere cömertlik yapmaktadır.       
"Varlığı, yokluk içinde gösterebilir. 
Varlıklı olanlar yoksullara cömertlik gösterir."
Sen bizzat kendi durumun üzerinde bir düşün. Sü­rekli yükselme, ilerleme kademelerini aşarak geldin. Düşme kalkma, arka arkaya dizildi geldi. Yani düşme kalkma, birbirini kovaladı. Bir varoluş elbisesini çıkar­dın diğerini giydin. Bir yok oluştan sen devamlılık (beka) elde ettin. Eğer sen ilk durumunda kalsaydm o zaman bu terakkiyi, bu gelişmeyi nasıl elde ederdin? Ve sen toprak ile su (kalıbı) içinde hapsedilmiş durum­dasın, (ruh beden kalıbı içinde hapsedilmiştir). Öyleyse şimdi sen son yükselişden neden korkuyorsun? Ve se­nin ruh kuşun beden kafesinden çıkıp kurtulurken ne­den korkmaktadır?
"Sen varlık âlemine geldiğin günden beri, Bir ateş veya toprak, yahud bir rüzgârdın. Eğer senin durumun aynı şekilde devam etseydi, Senin bu gelişmen nasıl mümkün olabilirdi? Önce varlık bir değişikliğe uğrayacak, Onun yerine başka varlık yerleşecek."[121]
"Bu devamlılıkları yok oluşlardan elde ettin.
Yok olmandan neden yüzünü öbür tarafa çeviriyorsun.[122]
Bu bakımdan aslında ölüm, ölüm değil hayat: n baş; langıcıdır ve ölüm günü mümin için matem akşamı de­ğil, bayram sabahıdır.
"Benim hayatımın ölümümde olduğunu denedim.  u. Bana engel olan bu hayattan nasıl kurtulayım?[123]
Ariflerin (ilim ve ruhaniyet sahibi kişilerin) ölümü­nü, avam (genel halk) insanlarının ölümüne benzetme-melidir. Onlar bu fâni (geçici) âlemden kopup gitmeye üzülmezler. Ölüm onlar için cana can katan bir müjde­dir. Ölüm esintisi ona bahar yeli gibi gelir. Âd kavmini yerle bir eden kasırga Hz. Hûd (a.s.)'a ve arkadaşlarına sabâ rüzgarı, bahar yeli gibi gelmişti.
"Hûd (a.s.) mü'minlerin etrafına bir çizgi çekti de,
Oraya gelen (ölüm) yeli tatlı bahar esintisine döndü. 
Ecel rüzgârı arif kişilere gelirken böyle tatlı gelir.
Bahar yeli gibi tatlı ve yumuşak biçimde gelir. "[124]

 

İrade ve Zorlama:


İrâde ve cebir (yani kişinin herşeyi irâdesi ile yap­ması veya irâdesi olmadan o işi zorla yapmak zorunda olması), ilm-i kelâmın en zor konularındandır. Bir fırka irâdeyi reddedip kabul etmemekte, kesin zorunlu oluşa (cebre) inanmaktadır. Mezhepler ve itikadlar tarihinde Cebriyye diye meşhurdur.
Mevlânâ diyor ki: Eğer insan kesin olarak bir şeyi yapmaya zorunlu tutulmuş (mecbur kılınmış) olsaydı o zaman o kimse nasıl olur da Allah Teâlâ'nm emir ve nehyine (yap ve yapma buyruğuna) muhatap tutulabi­lirdi? O nasıl olurdu da şeriatın emrine uymaya teşvik edilirdi? Birinin taşa (irâdesi olmayan bir varlığa) emir verdiğini gören olmuş mudur?
"Cebriyeciler diyor ki; 'Emir ve nehiy doğrudur;
Dileme (serbestlik) yoktur.' Bu cümle (ifade) yanlış­tır.
Bütün Kur'an emir, nehiy ve (yanlış karşılığı) teh-diddir.
Mermer taşma emir verildiğini kim görmüştür?"[125]
Mevlânâ şöyle buyurmaktadır: İrâdeyi kullanma ve tercih yapma (yapıp yapmama serbestliği) insanın ya­ratılışında (mayasında) vardır. O her günkü hayatında bu inancı, bu akideyi tasdik etmekte ve cebri (zorunlu oluşu) reddetmektedir. Bir kimsenin tepesine çatıdan bir tahta düşerse çatıya kızmaz. Sel gelir de eşyayı alıp götürürse sele kızıldığı görülmemiştir. Rüzgâr birinin kafasındaki sarığı uçurup götürürse kimse rüzgârla kavga etmez. Herkes bilir ki onlar buna mecbur (zo­runludur ve hiçbir hata ve kusurları yoktur. (Bunların isteyerek, irâdelerini kullanarak o hareketleri yaptığı iddia edilemez. Çünkü cansız varlıklardır, cansız var­lıkta irâde olmaz.) Ama şüphesiz ki insan meselesi böy­le değil. Bir bakıma sadece o insan irâdeye (dileme ve yapıp yapmama serbestliğine) sahiptir.
"Eğer evin çatısından bir ağaç kırılsa da 
Senin üzerine düşse, seni ağır yaralasa,
Çatının ağacına sen hiç kızar mısın?
Hiç içinde ona karşı kin besler misin?
Neden benim üzerime düştü de elimi kırdı (yarala­dı),
Neden benim üzerime düştü de beni yere yıktı.
Bir sel gelir de bütün eşyanı alıp gyük ölçüde bu gö­rüşten etkilenmiştir. Onların da eğilimi şöyle: Bir şeyin sebebi kabul edilen şeyde değişme, aykırılaşma olabil­mesi azdır. İşte bu görüş sonucu onlar harikulade hal­lerin (mucize, keramet v.s. gibi) varhğım zorlukla kabul etmektedirler ve bir şeyin kendi özelliğinin tersine ola­rak ortaya çıkmasını ve bir hâdise olmadan sebebin or­taya çıkmasını çok uzak görmekteler.
Eş'arîler diğer kanattalar. Onlara göre; hiçmekte-dirler. Köpeğe taş atsan, köpek taşa hücum etmemek­te, onu ısırmamakta aksine o taşı atan insanın peşine koşmakta, ona saldırmaktadır. Deveci, deveye değnekle vurduğunda deve değneğe kızmamakta, deveciden intikam almaya çalışmaktadır. Hayvan bile bu gerçeği bilirse insanoğlunun cebriyeci olmaktan (iradesi dışın­da, robot gibi kendi elinde olmadan programlanan şeyi yapmak zorundadır demekten) utanması lâzım.  
"Nitekim sen bir köpeğe taş atsan (vursan),  
Senin peşinden koşar, (taşa değil) sana saldırır. .Eğer deveci bir deveyi değnekle dö'vse, 
Devenin kini o değneğe değil. O deve kendine vurana saldırır.
Ancak iradeden dolayı deve kimin yaptığını anlar.
Hayvanın aklı bile yapanın kim olduğunu (irâdeyi) bilirse,
Artık insanoğlu, sen utan da (zorunluluk) deme. Bu açık bir gerçek ama sahur yemeğinden dolayı, ', \ O yiyen göz, nur ve ışıktan mahrum kalmıştır."[126]

 

İllet ve Malul (Sebep ve Sebebe Dayalı Olmak):


Sebepler ve illetler (nedenler ve araçlar) konusun­da İslâm fırkalarının görüşleri arasında ifrat ve tefrit (birbirinden çok farklı aşırılıklar) vardır. Bilge kişilere göre kâinatta illet ve malul fsebeb ve sebebe bağlı oluş) zincirlemesi vardır. Malul hiçbir zaman illetsiz, sebebli olan birşey hiçbir zaman sebebe aykırı olmaz.
Mutezile de büyük ölçüde bu görüşten etkilenmiş­tir. Onların eğilimi şöyle: Bir şeyin sebebi kabul edilen şeyde değişme, aykırılaşma olabilmesi azdır.  İşte bu görüş sonucu onlar harikulade hallerin (mucize, kera­met v.s. gibi) varlığını zorlukla kabul etmektedirler ve bir şeyin kendi özelliğinin tersine olarak ortaya çıkma­sını ve bir hâdise olmadan sebebin ortaya çıkmasını çok uzak görmekteler.
Eş'arîler diğer kanattalar. Onlara göre; hiçbir şey diğer bir şeyin sebebi değildir. Hiçbir şeyde de hiçbir yetki ve etki yoktur. Bu aşırılıktan ve dengesizlikten de zarar geldi ve herkesin her şeyi söylemeye ve sebep­leri reddedip terketmesine bir bahane doğmuş oldu. Bundan dolayı da bir düzensizlik ve tembellik ortaya çıkmış oldu.
Mevlânâ'nm anlayışı bu ikisinin ortasmdadır. O, sebeplerin gerçek oluşunu itiraf eder. İlletlerle malul­lerin, sebeplerle sebepli olanların zincirleme ilişkisi ol­duğunu, bunun inkâr edilmesinin imkânsız olduğunu ve de makul olduğunu itiraf eder. Genel olarak Allah'ın sünneti (âdeti); sebepli olan şeylerin sebeplere bağlı ol­duğu ve eşyadan onların özelliklerinin elde edileceği tarzındadır. Şüphesiz ki harikuladelik (mucize ve keramet), mümkündür.Bunlarm ara sıra gerçekleştiği de olmaktadır. Şöyle buyuruyor:
"Olayların çoğu geleneğe göre cereyan eder;
Bazen kudret, geleneği bozar.   
Gelenek ve görenek, beğeniye göre oluşmuştur.
Mucizeler ise geleneği bozmuştur.
Eğer yücelik bize sebepsizce ulaşmıyorsa,  
Ff   Kudret,  sebebi  ortadan kaldırmaktan aciz değildir.[127]
Genel insanlar bu sebeplere bakarlar ve hiçbir şey göremedikleri için de mazeretlidirler.
"Kısacası sen sebebe bağlı kalmışsın,
Ancak sadece bunu gördüğün için Özürlü sayılırsın.[128]
O demektedir ki; şüphesiz sebepleri terketmek doğ­ru değildir. Sebepler bir gerçektir. Fakat sebepleri se­bep kılan (müsebbibül esbâb) da o sebeblerden daha üstün bir gerçektir. O sebepleri sebep kılan, sebeplerin Rabbi olan kadir-i mutlaktır. Öyle herşeyi bir sebebe dayamaya başlama ki; kâdir-i mutlakı (herşeye gücü yeten kesin gücü) tamamen işsiz güçsüz, hiçbir şey yapmayan biri zannetmeye başlarsın.
"Ey sebebe bağlı olan, dışarıya uçma,
Sebepleri ortaya çıkaranı azledeceğini sanma.
Sebepleri ortaya çıkaran kişi, istediği şeyi yapar.
Mutlak kudret ise sebepleri yırtar."[129]
Şu da bilinmeli ki, sebepler sadece bizim görebildi­ğimiz, bilebildiğimiz şeylerden ibaret değildir. Aksine o dıştan görünen sebeplerin üstünde gözlerimizin göre­mediği daha başka sebepler vardır. Bu manevî (görün­meyen) sebepler; görülebilen zahirî sebepler için öyle bir tarzla sebep ve etkendir, nasıl ki bu zahirî sebepler, sebepler ve sonuçlar için hakiki sebep olup, zahirî se­bepleri bazan hareketli ve işler hale getirirse; manevî sebepler de zahirî sebepleri öyle harekete getirir, bazan da hareketsiz ve durgun hale getirir. Hepsinden daha büyük ve asıl olan sebep ise, ilâhî irâde, ilâhî arzu ve emirdir.
"Taşı demire vurursan ateş çıkarır.
Hem de hakkın emri ile ayağı dışarı koydu.
Taş ve demir ateşin çıkması için sebep oldu fakat.
Ey mümin kişi, sen daha yükseklere bak.Çünkü bu sebebi o büyük sebeb (Allah) yarattı.
Sebepsiz olarak nasıl sebep kendiliğinden ortaya çı­kar?
Bu sebebi o büyük sebep harekete geçirdi, etken yaptı.
Başka bir zaman o, bu sebebi iş görmez de yapar.[130]
Bizim bu zahir sebepleri bilip tanıdığımız gibi pey­gamberler de o hakiki sebepleri görürler ve duyarlar (hissederler).
"O yüce sebeplere peygamberler önderlik yapar (ta­nıtır),
O yüce sebepler bu sebeplerden daha üstündür. t     Bu sebepleri bizim aklımız tanır, kavrar.
O   sebepleri  ise  ancak   peygamberler  bilir,  kavrar[131]
O hakikî sebepler, zahirî sebeplere hem hakimdir­ler, hem de onlara galiptirler.
"Bu sebepler üzerinde başka sebepler vardır.
Bu sebebe bakma, asıl bakışını o sebebe çevir."[132]
Bu zahirî sebepler, hakiki sebepler karşısında çok basit ve zayıf kalırlar. Olay ve durum hakikî sebeplere bağlıdır.
"Bu sebep hasta olduğu gibi topal ve sakattır da.  
Öteki sebep ise hem lambadır hem de fitil.    
Gece lambanın fitilini yak da aydınlat. 
Güneş lambasını  bundan daha temiz ve  sağlam bil.[133]
Peygamberler (a.s.) döneminde bütün bir dünya zahirî sebepler içinde sarmaş dolaş olduğundan sebep­lere bağlanmak, herşeyi sebeplere bağlamak eri aşırı noktasına ulaşmıştı. Sebepleri yaratan ve onun kesin ve mutlak kudreti tamamen gözlerden kaybolmuş, ka­falardan silinmişti. Yeryüzünün her tarafı şirke ve her­şeyi zahirî sebeplere bağlamaya yönelmişti. Bu bakım­dan peygamberler sebeplere darbe indirdiler ve sebep­ler yerine, sebepleri ortaya koyan kâdir-i mutlak (Al­lah/a yönelttiler. Allah da onların eli ile sebepler zinci­rinin tamamen aksine olaylar ortaya çıkararak, mu­cizeler göstererek sebeplerin asılsızlığını, zayıflığım açığa çıkarttı.
"Peygamberler sebepleri koparmak (ortadan kaldır­mak.) için geldiler.      
Kendi mucizelerini yedi kat göğe ilettiler.
Sebepsiz (vasıtasız) olarak denizde yarık açtılar.
Ziraatsız (ekmeden) buğdayı, yiyecekleri elde etti­ler.
Onların çalışma ve gayreti ile çakıllar toz oldu.
Onların isteği ile yün ipek haline geldi.
Bütün Kur'an-ı Kerim sebebin kaldırılıp koparılma­sı içindir.
Derviş yüceldi, değer kazandı. Ebû Leheb helak oldu."[134]
Fakat Allah Teâlâ'nın geçerli olan genel âdet ve sünneti;  her  sebeplinin,   sebeplerden  var  olmasıdır. Bundan da kullara, gayret, hareket ve yaptırım kaste­dilmiştir.
"Bir işi yapmak isteyen ne aradığını bilsin diye, Fakat çoğunlukla herşey sebeplere dayanır, sebep­lerden ortaya çıkar."
İşte bu minval ve üslup üzere Mevlânâ bütün o kelâm meselelerini ve dinin temellerini, akidelerini (İs­lâm'ın usul ve akaidini) anlatır, izah eder gider. Ke-lâmcılar ve Eş'arîlerin tartışmacı isbat tarzları ve felse­fecilerin sihirli ifadeleri bunları, anlaşılması imkânsız, kavranması zor, son derece zevksiz, sınırlı, kuru şeyler haline getirmişti. Mevlânâ bu konuları ve gerçekleri ilm-i kelâmın ve felsefenin dar geçitlerinden çıkararak genel anlayışa ve aklı selimin geniş ufuklarına getirip anlatmış, kafa ve gönüllere iyice yerleştiren misallerle, herkesin anlayacağı ifadelerle, sade ve etkili bir anlatış
tarzı ile hayatın her gün karşılaşılan hakikati ve bir olayı haline koymuştur.  [135]     

 

Mesnevî'nin Tesiri:


Mesnevi, İslâm âleminin düşünce ve edebiyatına derin etki yapmış, uzun süre devam eden bir tesir bı­rakmıştır. İslâm dünyasının bu kadar geniş bir ortamı­nı bu kadar uzun süreli etkileyen böyle eserler İslâm edebiyatında çok az bulunur. Altı asırdan beri İslâm dünyasının aklî, ilmî, edebî ortamları devamlı onun nağmeleri ile çınlamış ve kafalara yeni ışık, gönüllere yeni hararet bahsetmiştir. Her devirde şâirler ondan yeni konular, yeni üslûblar, yeni tabirler almışlar, Mesnevi onların düşünce güçlerini ve edebî yetenekle­rini geliştirmiştir. Kelâmcılar, öğreticiler kendi dönem­lerine ait sorunları ve şüpheleri çözmek için ondan yeni yeni deliller, kafalara yerleşen misaller, gönüllere hoş gelen hikâyeler ve taze taze yollar bulmuşlardır. Onlar Mesnevi sayesinde kendi dönemlerindeki huzursuz gö­nülleri ve zekî gençleri huzura kavuşturmuşlar, tatmin etmişlerdir. Tarikat erbabı ve intisablı hâl ehli marifet sahibi kişiler de Mesnevi' den, hikmetli konular, ince ve derin bilgiler, daha önemlisi, aşk mesajı, yanış yakı-hş, cezbe ve kendinden geçme malzemesi elde etmişler­dir. Onların halvetlerim, toplantılarını asırlarca o Mesnevi titretmiştir. Bu bakımdan her devrin aşk ve muhabbet erbabı ve marifet ehli kimseleri onu meclis­lerinin mumu, gönüllerinin tercümanı yapmışlardır.
Bununla birlikte Mesnevi'mn bütün konuları ve anlattıkları baştan başa tenkid üstü ve her çeşit hata ve kusurlardan arınmış değildir. Pek çok bozuk düşün­celi, sapık inançlı kişiler, sakat anlayışlı tasavvufçular ve uçarı nefsaniyetçiler ara sıra ondan yanlış yolda fay­dalanmışlar, bazı noktalarım ele alarak istismar etmiş­lerdir. Hâlâ vahdet-i vücûdçular onda kendi görüş ve kanaatlerini destekleyen deliller ve isbatlar bulurlar.
Herşeye rağmen o Mesnevi; günahsız ve kusursuz olmayan bir insan sözüdür ve içindekiler arasında onun gönül duyguları olduğu gibi, dışardan aldığı etki­ler de vardır.
Bütün bunlarla birlikte şu inkâr edilemez bir ger­çektir ki, Mesnevi kendi döneminin en büyük bir şaheseri ve İslâm düşüncesinin üstünlüğünün ölümsüz canlılığının isbatıdır. O, İslâm dünyasının düşünce durgunluğuna, ilmî ve edebî donukluğuna ve taklidçi edebiyat ile ilm-i kelâma Öldürücü bir darbe vurmuş­tur. Hicri yedinci asırda ayağa kalkmaya hazır ve din­lenmeye çekilmiş olan İslâm düşünce ve fikir kervanını yeniden harekete geçirerek canlı ve istekli bir şekilde yol almaya azmettirmiştir.
Mesnevî'nin en önemli hizmetlerinden biri de, ye­niden İslâm dünyasına materyalizmin ve duyu organ­larının verdiği bilgilere sarılmanın hâkim olduğu, Av­rupa'nın yeni felsefesinin ve tekniğinin kalplere şüphe­ler ve tereddütler tohumu ektiği, imanla ilgili meselele­re ve gayb âlemine ait gerçeklere genel bir güvensizli­ğin doğduğu, sentez ve analizi yapılamayan, deney ve görüntüsü olmayan ve duyu organlarının elde edemedi­ği (yakalayamadığı) herşeyin mevcud olmadığı kanaa­tinin arttığı, eski akâid kitaplarının ve isbatlama usûlü ile kelâm ilminin bunlara karşı koyup mücadele yapa­madığı şu milâdî yirminci yüzyılda, bu azgın ve durma­dan artan (Avrupa'nın maddî ve siyasî istilâsından, sö­mürgeciliğinden daha az tehlikeli olmayan) tufana karşı
başarılı bir mücadele vermiş olmasıdır.
Mesnevi; dinin ve görünmeyen gayb âle-minin ger­çeklerinin azametini, peygamberlerin getirdiği bilgile­rin üstünlüğünü, gayb âleminin genişliğini ve kalp ile ruhun, iman ile vicdanın önemini yemden kalplere ka­zımıştır. Felsefe ile materyalizmin yaraladığı ve irtidad (dinden çıkış) kapısının önüne getirip diktiği veya İslâm ve iman sınırını aşıp giden binlerce genci ve de­ğerli kafaları yeniden iman ve İslâm'a kazandırmıştır. Hindistan'da, böyle ilim adamlarından büyük bir mik­tar vardır. Onlar samimiyetle itiraf ederek, Mesnevi sayesinde yeniden İslâm'ın nimet ve servetine sahip ol­duklarını, onun feyiz ve cazibesi ile müslüman ve iman ehli olduklarını belirtirler.
Yirminci yüzyılın en büyük müslüman felsefecisi ve düşünürü Dr. Sir Muhammed İkbâl, Celâleddin-i Rû­mî'nin feyiz ve irşadından ve kendisini onun talebesi ve onu da kendisini doğru yola getiren hocası kabul etti­ğinden yer yer bahsetmiş, bunu itiraf etmiş ve Mes­nevi' nin kendisine yeni bir ruh, yeni bir heyecan verdi­ğini açıkça belirtmiştir. Bir yerde şöyle der:
"İçi (ruhu) aydın mürşid (yol gösterici) pîr Rûmî, Aşk ve cezbe kervanının lideridir o. Onun makam ve mevkii ay ve güneşten daha yüksektir.
Çadırını ve çadır ipini kehkeşândan yapar.
Kur'an'm nuru onun sinesinin ortasmdadır. Onun aynasından Cem'in kadehi (şarap bardağı)  utanır."[136] Bir diğer yerde şöyle der: 
“Qt aşk ve muhabbet önderi (Celâleddîn Rûmî),
Susuz olanlara onun sözleri (selsebîl) cennet çeşme-(gibi)dir."[137]
Fakat bununla birlikte o, bazı kimselerin bakışları­nı onun sözlerinin sadece zahirî manasına bakarak sı­nırlandırdıklarından asıl anlatmak istediğine inatla yönelmediklerinden şikâyet eder.
Onun cana can katan, gönül yakan özü ve ruhu ye­rine, raks (dans) ve vecde âlet etmişlerdir diye öfkele­nir,
"Kimsenin görmediği şekilde onun sözlerim açıklamışlar,
Onun manasım ceylan gibi bizden kaçırmışlar. Onun sözünden vücûdun raksını (dansını) çıkar­mışlar,                                                              bfcı Gözleri, ruhun dansından gizlemişlerdir."[138]
Ama bu kusur Mesnevi' nin değil, bizimdir. Mes­nevi bu değişim (inkilap) döneminde bile bize yoldaş olabilir, yol gösterebilir. Bu maddeci devrin, materya­list çağın en çok mahrum olduğu şey yanıp yakılış ve if­fetli aşktır.
"Gönüller yanış yakılıştan mahrum, gözler iffetli değil.
O halde senin korkusuz olmayışına şaşılacak ne var.
Frenk sürmesi ile (batı kültürü ile) aydınlanmış o göz,
Beceriklidir, lâf üretendir, ama ıslak (manevî aşka sahip) değildir.[139]
Bu uyanık ve canlı servet Mesnevi' den elde edilebi­lir. Bu asrın, içinde bulunduğumuz bu çağın gençlerine vasiyet ve tavsiye ederek şöyle buyuruyor İkbâl:
"Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi kendine yol arkada­şı (yol gösteren) yap.
Tâ ki Allah sana yanış yakılış (manevî yücelik) nasib etsin.
Mevlânâ özü kabuktan ayırdığı (dıştaki kabuk ile içteki gerçeği bildiği) için,
Dostun (sevgilinin) yanma giderken ayağını sağlam basar (yolda perişan bırakmaz)."[140]


[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/425-427.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/427-428.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/429
[4] Şu anda Afganistan toprakları içinde bulunuyor.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/429-430.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/430.
[7] Bu bilgileri en güzel şekilde aktaran, merhum Kadı Hüseyin Gevrekhpûrî, bu son devirde Mesnevî'nin ve Mesnevi yazarı­nın  en  büyük  âşıkı  ve  araştırıcı  âlimi  idi.   Onun kitabı &    Mir'âtü'I-Mesnevî'nin, ilgili kitaplar içinde bir benzeri yok-■(.    tur. Mir'âtü'I-Mesnevî'nin dışında şu ana kadar basılmamış (     olan iki tane daha araştırmaya dayanan eseri vardır. Biri: ö    Sâhibü'l-Mesnevî, diğeri de; Nakdü'l-Mesnevî'dir. Bu iki kita­bın yayınlanması, Rûmî'nin edebiyatı üzerinde kıymetli bil­giler verecek, bu bilgilere çok katkıda bulunacak bir hizmet olacaktır. Sâhibü'l-Mesnevî, Hindistan'daki Âzamgarh şehrindeki Dârül Musannifin İslâm yayınevinin basım programı  ■' içindedir. Biz bu kitaptan onun değerli oğlu Tevekkül Hüseyin'in büyük lütfü ile faydalandık. Bu çok kıymetli eserden^ $ alıntılarda bulunmak fırsatı elde ettik. Allah ondan razı olsun ve hayırlı mükâfatlar versin.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/430-432.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/432434.
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/434-435.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/435-436.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/436-437.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/437-439.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/439-440.
[15] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/440-441.
[16] Bazıları;   Konya'da   Şems'i   gizlice   öldürdüler,   demiştir. Mevlânâ ise "Allak istediğini yapar ve istediğine karar ve­rir" âyetini okumuştur. Araştırmalar  gösteriyor ki öldürme iddiası tamamen yanlıştır. Öyle olsaydı Mevlânâ onu aramazdı.
[17] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/441-444.
[18] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/444-445.
[19] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/445-446.
[20] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/446-447.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/447.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/447-448.
[23] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/449-451.
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/451-452.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/452-453.
[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/453.
[27] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/454-455.
[28] İkbâl'in Mesnevi Hödî (Benlik Mesnevisi) kitabından.
[29] İkbâl'in Mesnevi Hödî (Benlik Mesnevisi) kitabından.
[30] Mesnevi, s.316, Nevelkişor baskısı, Hindistan.
[31] Mesnevi, s.316, Nevelkişor baskısı, Hindistan.
[32] Bâli Cibril, İkbal. Türkçe Tere: Yusuf Karaca, Baytan Kita-bevi, 1971 İstanbul.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/456-458.
[33] Mesnevi, s. 101.
[34] Mesnevi, s.101.
[35] Mesnevi, s. 368.
[36] A.g.e, s.422.
[37] A.g.e., s. 96.
[38] A.g.e, s. 224
[39] A.g.e, s. 402.
[40] A.g.e., s. 152.
[41] A.g.e., s. 489.
[42] A.g.e, s. 489.
[43] A.g.e, s. 171.
[44] A.g.e., s. 55.
[45] A.g.e., s. 449.
[46] A.g.e., s. 246.
[47] A.g.e.,s. 246.
[48] A.g.e., s. 347.
[49] A.g.e., s. 230.
[50] A.g.e., s. 82.
[51] A.g.e., s.544.
[52] A.g.e., s. 449.
[53] A.g.e.,s. 86.
[54] A.g.e., s. 86.
[55] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/458-468.
[56] Bâli Cibril, İkbâl, Tercüme: Yusuf Karaca, Baytan Kitabevi
[57] A.g.e., s. 135.
[58] A.g.e., s. 5.
[59] Bâli Cibril, İkbâl. Tercüme: Yusuf Karaca.
[60] Mesnevi, s. 247.
[61] Ag.e., s.247.
[62] A.g.e., s. 591.
[63] A.g.e., s. 595.
[64] A.g.e., s. 595.
[65] A.R.e., s. 595.
[66] 42.A.g.e., s. 139.
[67] A.g.e., s. 139.
[68] A.g.e., s. 5.
[69] A.g.e., s. 334.
[70] A.g.e., s. 334.
[71] A.g.e, s. 334.
[72] A.g.e., s. 49
[73] A.g.e., s. 334.
[74] A.g.e., s. 334.
[75] A.g.e., s. 49.
[76] A.g.e., s. 7
[77] A.g.e., s. 5
[78] A.g.e., s. 405
[79] A.g.e., s. 442
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/468-476.
[80] A.g.e., s. 199
[81] A.g.e., s. 596
[82] A.g.e., s. 154
[83] A.g.e., s. 170.
[84] A.g.e., s. 239
[85] A.g.e., s. 239
[86] A.g.e., s. 521.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/476-480.
[87] A.g.e. s. 515
[88] A.g.e. s. 552.
[89] A.g.e. s. 472.
[90] A.g.e. s. 594
[91] A.g.e. s. 594
[92] A.g.e. s. 475
[93] A.g.e. s. 561
[94] A.g.e. s. 515.
[95] A.g.e. s. 475
[96] A.g.e. s. 426
[97] A.g.e. s. 959
[98] Divan'indan.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/481-486.
[99] A.g.e.,s. 503.
[100] A.g.e.,s. 26
[101] A.g.e.,s. 27
[102] A.g.e.,s. 28
[103] A.g.e.,s. 131
[104] A.g.e.,s. 335
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/486-491.
[105] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/492-193.
[106] Fussilet, 41/53.
[107] Mesnevi, s.305.
[108] A.g.e.,s.305.
[109] A.g.e.,s.305.
[110] A.g.e.,s.305.
[111] A.g.e.,s.513.
[112] A.g.e.,s.159.
[113] Mesnevî, s.250.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/493-497.
[114] A.g.e.,s. 180.
[115] A.g.e.,s. 271
[116] A.g.e.,s. 271
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/497502.
[117] A.g.e.,s. 90.
[118] A.g.e.,s. 24
[119] A.g.e.,s. 10.
[120] A.g.e.,s. 141.
[121] A.g.e.,s. 410.
[122] A.g.e.,s. 410.
[123] A.g.e.,s. 276.
[124] A.g.e.,s. 25.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/502-506.
[125] A.g.e.,s. 461-462.
[126] A.g.e.,s. 463.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/506-508.
[127] A.g.e.,s. 427.
[128] A.g.e.,s.261.
[129] A.g.e.,s. 427.
[130] A.g.e.,s. 25.
[131] A.g.e.,s. 25.
[132] A.g.e.,s. 246.
[133] A.g.e.,s. 141.
[134] A.g.e.,s. 246.
[135] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/508-514.
[136] M. İkbâl, Ey Şark Milleti, Ne Yapmalı, s. 1
[137] M. İkbâl, Câvidname,
[138] M. İkbâl, Câvidnâme, & 224."
[139] Bâli Cibril, Tercüme: Yusuf Karaca, Bajjtan Yayınevi.
[140] Câvidnâme, s. 224.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/514-518.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder