9- ŞEYHÜL-İSLÂM İZZEDDİN B. ABDÜSSELÂM


9- ŞEYHÜL-İSLÂM İZZEDDİN B. ABDÜSSELÂM


Suitan Selahaddin Eyyubî'nin cihad aşkı ile çalış­maları sayesinde dine ve ilme önem verilerek yer yer medreseler kurulmuştu. Şiilerin tesirleri silinip güçleri kaybolmuş ve sünnî inanışdaki sultanların tesiriyle de ilmî ve fiilî hayatta yenilik meydana gelmişti. İslâm-dünyasında şer'î ilimlerin öğretilmesi, öğrenilmesi ve  bu ilmî konuda çok ileri hamle yapılmasına doğru yeni­den bir yöneliş olmuştu. Bunun sonucu olarak hicrî yedinci yüzyılda kendi Ölçüleri içinde İslâm'a çağrı ve bozulan durumu düzeltme görevi, yani davet ve ıslah çalışmaları yapan ve devlet idaresinin yanlış gidişine karşı koyan çeşitli sahalarda değerli, üstün ilim adamlan, üstün din büyükleri meydana gelmişti.
Bunların içinde en büyük ve en heybetli olan, ilmi,  takvası ve doğru sözlülüğü, korkusuzluğu ve cesareti -ile zamanın nadir yetiştirdiği ve İslâm'ın ilk çağlarının ;î bir yadirgârı olan Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm idi. (Ö. 660 H.)[1]       

 

İlmî Büyüklüğü:  


İzzeddin b. Abdüsselâm, 578 H. yılında Şam'da doğ-; du. Şam'ın en ünlü hocalarından, ünlü bilginlerinden  ders aldı. Bunlar arasında Fahreddin b. AsâkirSey- -feddin Âmidî,  Hafız  Ebu   Muhammed  el-Kâsım  b.ı: Asâkir gibi dönemin en büyük hocaları, âlimleri vardı. ' Bazı rivayetlere göre o, gençlik çağının sonuna doğru  okumaya başladı, fakat en kısa zamanda bütün ilimler­de derin bir bilgi birikimi elde etti. Çağdaşları onun bilgi gücünü, geniş alanlardaki ilmî otoritesini itiraf et­mişlerdir. İbn Dakîk el-îd bazı eserlerinde ona sultan el-ulemâ (bilginler sultânı) demiştir. 639 H. yılında Mısır'a gittiğinde ünlü et-Terğîb ve't-Terhîb adlı kita­bın yazarı Hafız Abdülazîm el-Münzirî fetva verme yet­kisinden çekilmek istemiş ve; İzzeddin b. Abdüs-r selâmın bulunduğu şehirde başkasının fetva vermesi doğru olmaz, demiştir. Şeyh Cemaleddin b. el-Hâcib de; fıkıh konusunda Şeyh îzzeddin'in seviyesi Gazâlî'den daha üstündür, demiştir[2]
Zehebî, el-İber isimli kitabmda şöyle yazıyor: "Fıkıh bilgisinde, zühd ve takvada çok büyük ma­kama ulaşmıştı ve ictihad yapma mertebesine erişmiş­ti.[3]
Şeyh İzzeddin, Şam'da uzun süre Zâviye-i Gaza-liye'de ders okuttu. Emevî camiinde imamlık-hatiplik makaramda da bir süre bulundu. Şeyh Muhammed Ebu Şâme'nin anlattığına göre, döneminde yaygın olan bid'atlar onun sayesinde ortadan kalkmıştır.
Regâib namazlarına ve Şaban ayının yarısındaki namaza[4] açıkça karşı çıktı. Onların bid'at olduğunu isbat etti. Bazı büyük âlimler bu konuda tereddüt içinde idiler. El-Melik el-Kâmil, onun Şam kadılığını kabul etmesinde çok ısrar etti. Şeyh İzzeddin pek çok şartlar ileri sürerek kabul etti. Bir keresinde de el-Melik el-Kâmil tarafından Bağdat'a, hilâfet makamına elçi ola­rak gönderildi.[5]

 

Devlete ve Halka Tesiri:


Şeyh İzzeddin, Şam'da en büyük değer taşıyan bir şahsiyetti. Sultanlar ona hürmet ediyor, saygı gösteri­yordu. Çok şahsiyetli, heybetli ve onurlu bir insandı. Hiçbir zaman bir sultanın huzuruna gitmeye, orada yaltaklanmaya tenezzül etmedi. Ne zaman devrin padi­şahı bizzat teşrif etmesini rica etmişse, ancak o zaman oraya gidip, çekinmeden ona, doğru bildiği şeyi söyle­miş, doğru yolu göstermiş ve sultanın, İslâm'ın ve müs-lümanlarm iyiliğini dilemekte kusur etmemiştir.
Sultan el-Melik el-Eşref, ölüm hastalığında en bü­yük adamım Şeyh İzzeddîn'in huzuruna göndererek; "Sevdiğiniz kişi Musa b. el-Melik el-Âdil'in size selâmı var, kendisim hastalığında ziyaret etmenizi ve dua et­menizi ve yarın Allah'ın huzurunda işe yarayacak bir takım nasihatlar vermenizi istiyor" dedi. Şeyh îzzeddin bunu duyar duymaz: "Hasta ziyareti değerli bir ibadet­tir. İnşaallah Sultan halkın başına geçeceği için iki yönlü faydası olur" diyerek hemen yola koyuldu.
Sultan onun teşrif edip gelmesinden dolayı çok memnun oldu. Son derece sevindi, ellerinden öptü. Da­ha önce Sultan, yanlış bir şey duyduğundan uzun süre­den beri ona küskündü. Bu münasebetle Sultan bu yanlış hareketinden dolayı ondan özür diledi ve; "Beni hem affedin, hem de bana dua edin, nasihat edin" dedi. Bunun üzerine Şeyh îzzeddin dedi ki: "Affetme mesele-
sine gelince, bu mesele üzerinde durmak gerekir. Ben her gün uyumadan önce Allah'ın bütün kullarına hak­larımı helâl ediyorum ve hiç kimsenin üzerinde hak­kım, alacağım, şikâyetim kalmayınca, benim mükâfa­tım kullar yerine Allah'a âid kalınca uyuyorum. 'Kim affedip ıslah ederse mükâfatı Allah üzerinedir'.
Duaya gelince, ben her zaman Sultana dua edip okuyorum. Çünkü bunun içinde müslümanların hayrı ve kurtuluşu vardır. Allah Teâîâ Sultam yarın kendi huzurunda sevindireceği meselelerde anlayışlı ve basiretli kılsın.
Nasihat etmeye gelince, şimdi bu, Sultanın buna is­tekli oluşundan ve gerektiğinden dolayı farz oldu. Ben şunu demek isterim; zaferleriniz ve düşmanlara üstün gelişiniz sevindiricidir. Şimdi ise durum o hale geldi ki, Moğollar, İslâm memleketlerine sokulup geliyorlar. Şu anda sizin Allah düşmanları ile ve müslümanların ra-kibleri ile savaşma fırsat ve imkânınız olmadığından dolayı, (bu görevden uzak durduğunuz için) onlar bü­yük bir fırsat elde ettiler. Şu anda siz, kâfir Moğollan bırakıp  yüzünüzü  müslünıan  biri  olan  el-Melik  el-Kâmil'le savaşmaya çevirmişsiniz. Ona karşı koymak, onunla harbetmek için hazırlık yapmış durumdasınız. el-Melik el-Âdil, ağabeyiniz ve akrabanızdır. Ben size şimdi yüzünüzü ağabeyinizden çevirerek İslâm düş­manlarına yönelmenizi ve şu son anda akrabalık bağla­rınızı  koparmamanızı  salık veririm.  Allah'ın  dinine yardım etmeye ve onu yüceltmeye niyet edin. Eğer Al­lah sultana sıhhat ve sağlık verirse sizin kâfirleri yene­ceğinizi Allah'tan ümid ediyoruz. Bu hayır, amel defte­rinize yazılacaktır. Allah'ın emir ve hükmü bir başka ise, o zaman Sultan kendi niyetinin hayır ve güzelliği ile bu dünyadan ğöçecektir."
Sultan; "Tam zamanında uyanda ve samimi tavsi­yelerde bulunduğunuz için Allah size büyük hayırlar versin" dedi ve hemen Mısır'a yönelmiş olan (el-Melik el-Kâmil üzerine) orduya emir vererek Moğollara yö­nelmelerini emretti. Ordu yerini değiştirerek Kaysara denen yerde çadırını kurdu. Nitekim günü gününe bu emir yerine getirildi. Halk anladı ki, artık Sultan, Mo­ğollarla çarpışmak istemektedir.
El-Melik el-Eşref, biraz daha nasihat etmesini iste­yince şeyh dedi ki: "Sultan bu halde, Sultanın yardım­cıları ve devlet erkânı ise bambaşka hallerdeler, pek çok bozuklukları var. Şarap meclisleri kuruyorlar. Çe­şitli günahlar işliyorlar. Müslümanlara yeni yeni vergi­ler koyuyorlar. Allah'ın huzuruna en iyi amelle çıkmak istiyorsanız bütün bu kötülükleri yok etmelisiniz. Yeni çıkarılmış, hiçbir hak ve hukuka dayanmayan vergileri kaldırın. Bütün zalimce işlemleri ve davranışları ya­saklayın ve iş sahiplerinin yardımına koşun."
El-Melik el-Eşref, o anda bütün bunları yasakladı­ğını bildiren bir ferman yayınladı ve: "Allah Teâlâ size bu dinî hizmetlerinizden ve iyi dileklerinizden dolayı ecir ve mükâfat versin. Lütuf ve keremiyle beni cenne­tinde sizinle beraber eylesin." dedi
Bu arada kendisine bin Mısır dinarı bağışladı. Şeyh İzzeddin, bunu kabul etmeyerek; "Benim sizinle bu gö­rüşmem sadece ve samimi olarak Allah rızası içindi. Bunun içine hiçbir dünyalığı karıştırmak istemiyorum" dedi.[6]

 

Şam Sultanına Karşı Cesaret ve Dürüstlüğü:


El-Melik el-Eşref in yerine geçen Şam sultanı Salih İsmail, Şam'a saldırabilme tehlikesi olan Mısır sultanı
el-Melik el-Sâlih Necmeddin Eyyub'a karşı -daha önce­den- frenklerden (Filistin'deki o günün küçük hristiyan devletinden) yardım istedi. Yapacakları yardım karşılı­ğında ise onlara, Sayda ve Sekîf şehri ile birkaç kaleyi vereceğini bildiren bir andlaşma yaptı. Bu samimi iliş­kiden dolayı frenkler o derece çekincesiz olmuşlardı ki, Şam'a geliyorlar, silah satın alıp gidiyorlardı.
Şeyh İzzeddin bundan haberdar olunca çok üzüldü. Frenklerin, müslümanların şehrine gelerek onlardan silah satın alıp, yarın müslümanlara karşı onu kullan­maları şeyhe çok ağır geldi. Silah tüccarları, şeyhden bunun caiz olup olmadığı hakkında fetva istediler. Şeyh de kesin bir ifade ile (Sultandan çekinmeden), frenklere silah satmanın haram olduğunu bildirdi. "Çünkü çok iyi biliyorsunuz ki bu silahlar yarın müslü-man kardeşlerinize karşı kullanılacaktır" dedi.
Sultanın bu şahsiyetsizliği, İslâm'ın zelil kılmışı ve çaresizliği şeyhe çok dokunmuştu. Hutbe okurken sul­tana dua etmeyi terketti. Onun yerine minberde iki hutbeyi de bitirdikten sonra kendinden geçerek şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi, İslâm'a ve İslâm'ı korumaya ça­lışanlara yardım et. Din düşmanlarını, doğru yoldan sapan sapıkları zelil ve perişan eyle." Bu duaya bütün müslümanlar büyük bir kalp coşkusu ve etkilenme ile âmîn diyordu. Devlet adamları, allayıp pullayarak bu olayı Sultana haber verdiler. Şeyhin tutuklanma sma emir verildi. Şeyh bir süre hapis yattı. Bir süre sonra Şam'dan Kudüs'e nakledildi.
Bu sırada Sultan Salih İsmail ile Humus valisi el-Melik el-Mansûrfrenk kralları ile birlikte, askerlerini alarak Mısır'a saldırma niyetiyle Kudüs'e geldiler. Sa­lih İsmail'in gönlünde Şeyh İzzeddin'e olan kızgınlık devam   ediyordu.   Kafasından   onu   silip   atmamıştı.
Önemli adamlarından birine kendi mendilini vererek dedi ki: "Şeyhe bu mendili takdim et ve son derece say­gı ve edeble onun eski görev ve makamlarına şan ve şa­tafatla geri dönebileceğini söyle. Eğer kabul ederse be­nim yanıma al getir. Kabul etmezse o zaman benim ça­dırımın yanına bir çadır kurun, onu orada hapsedin" dedi.
Emir, gayet saygılı bir üslûpla konuştu. Ona hür­met etmek, tazim ve tekrim etmekte, gönlünü almakda en ufak bir kusur etmedi. Sonunda şöyle dedi: "Siz Sul­tanla zelil ve âciz bir üslupla konuşun ve onun elini öpün de bu mesele ortadan kalksın. Bir takım ek görev­ler ve daha üstün unvanlarla eski makamınıza getirile­ceksiniz."
Şeyh buna karşılık öyle bir cevap verdi ki, tarihte bu cevap daima bir hatıra ve örnek olarak kalacaktır:
— "Vah vah, şu zavallıya bak! Benim onun elini öp­mem şöyle dursun, Sultanın benim elimi Öpmesini bile kabul etmiyorum. Bakın, ben başka bir âlemdeyim, siz bambaşka bir âlemdesiniz. Allah'a şükür ki sizin yaka­landığınız şeyden (dünyaya, makam ve mevkilere tap­maktan) ben kurtulmuşum."
Bu cevabı alan emir; "O halde sizi tutuklamam em­redildi" deyince Şeyh İzzeddin; "Memnuniyetle, elinden geleni yapmaktan çekinme" der. Emir onu Sultanın ya­nındaki diğer bir çadıra koydu.
Şeyh çadırında durmadan Kur'an-ı Kerim okuyor­du. Sultan da kendi çadırında bunu duyuyordu. Bir gün Sultan, frenk kralına; "Siz şeyhin Kur'an-ı Kerim okuyuşunu duyuyor musunuz?" deyince; "Evet, duyuyo­ruz" dediler. Bunun üzerine; "Siz biliyor musunuz o mü slüm anların en büyük patriğidir. Size müslümanla­rın kalelerini verdim diye karşı çıkıp itiraz ettiği için
hapsettim. Onu Şam hatipliğinden ve diğer mevkilerin-den uzaklaştırdım ve Şam şehrinden sürdüm. Şimdi de sizin hatırınız için onu hapsettim" dedi. Hristiyan kralı da; "Eğer o bizim patriğimiz olsaydı biz onun ayakları­nı yıkar da suyunu içerdik" dedi[7]
Tam bu sırada Mısır ordusu geldi. Salih İsmail ye­nildi. Frenk ordusu telef edilip malları ele geçirildi. Şeyh İzzeddin de emniyet ve güvenle Mısır'a ulaştı.
Yolculuğu sırasında Kerek eyaletinden geçerken Kerek idarecisi orada kalmasını rica edince:
"— Sizin bu küçük şehriniz benim ilmimi taşıya­maz" (tahammül edemez), dedi.[8]

 

Şeyh İzzeddin Mısır'da:


Mısır sultanı Salih Necmeddin, Şeyhi Mısır'da el üstünde tuttu. Onu, Amr İbn Âs Camii'ne imam ve ha-tib tayin etti. el-Vechûl Kıbelî de onu Mısır kadılığına ve yıkılan camilerin onarılması görevlerine getirdi. Sultan, Salihiyye Medresesi'ni yaptırınca Şafiî mezhe­binin okutulup öğretilmesini ona havale etti. O da bü­tün gayret ve ile kendini ilmi yaymaya ve öğretime ver­di, görevini yerine getirdi. Halk kendisinden çok fayda­landı.[9]

 

Şeyhin Korkusuzluğu ve Açık Sözlülüğü:


İşte o sıralarda bir keresinde Sultan sarayının teş­rifatçısı ve saray işlerinin düzenleyicisi (protokol âmiri) olan Fahreddin Osman, Mısır'ın bir camiinin çatısına bir yer yaptırdı. Orada davul, zurna çalmaya başladı.
Şeyh İzzeddin bunu soruşturup da gerçek olduğunu Öğrenince (kadı ve mescid işlerinin yöneticisi sıfatı ile) bu yerin yıkılmasını emretti. Fahreddin'i de şâhidlik yapabilme sıfatından düşürdü. Arkasından kendisi de görevinden istifa etti. Bu hareketinden dolayı Sultan nazarında onun değeri azalmadı. Ama şeyhi kadılık makamına yeniden tayin de etmedi.
Şeyhin kararlarına o kadar değer verilirdi ve onun etkisi o kadar derindi ki, o günlerde Mısır sultanı el-Melik el-Salih, Bağdat'taki halifeye bir elçi heyeti gön­dermişti. Elçi huzura kabul edildiğinde Mısır sultanı­nın mesajını sundu. Bunun üzerine elçiye, bu mesajı bizzat Mısır sultanının ağzından mı duyduğu ya da bir aracının ağzından mı aldığı soruldu. O da saray proto­kol âmiri Fahreddin'den aldığını söyleyince, Halife; "Fahreddin'in şâhidliği geçersiz, onun sözüne güvene-meyiz, Şeyh İzzeddin onun şâhidliğini kaldırmıştır" de­di. Bunun sonucu olarak heyet tekrar Mısır'a dönmüş, bizzat Sultandan mesajı alarak Bağdat'a geri gidip ha­lifeye mesajı sunmuşlardır.
Onun cesaretinin bundan daha fazla şaşırtıcı bir örneği şu olaydır:
Bayram günü sarayda Sultanın kabul merasimi vardı. Sultan kendi protokoluna göre haşmetle tahtın­da oturuyordu. Saray muhafız alayından iki sıra asker hazır ol vaziyette bekliyordu. Saray erkânı ve devlet erkânı, ordu ve idari yetkililer sıra ile gelip hürmet ve saygılarını arzediyorlar, önünde yeri öpüyorlardı.
Bu heyetler ve yüksek rütbeli kişilerle dolu kabul salonunda Şeyh, Sultana birdenbire adı ile seslenerek: "Ey Eyyüp! Yarın sana; biz sana Mısır sultanlığını ser-
bestçe içki içilsin diye mi verdik, denilince Mevlâ'ya ne cevap vereceksin?" dedi. Sultan: "Bu ne demek, ne olu­yor?" deyince Şeyh, yüksek sesle şöyle buyurdu: "Evet, falan meyhanede serbestçe içki içiliyor, içki satılıyor, daha bilmem nice söylenilmez işler yapılıyor. Siz de bu­rada oturmuşsunuz, keyif çatıyorsunuz." Sultan; "Efen­di hazretleri, benim bunda hiçbir ilgim, dahlim yok, pe­derim zamanından beri bu böyle devam ediyor" diye ce­vap verince, Şeyh; "O halde sen de 'Bu bizim ataları­mızdan beri sürüp gelmektedir' âyetinde belirtilen ki­şilerdensin" dedi. Bunun üzerine Sultan hemen o mey­hanenin kapatılmasına ferman çıkardı.
Şeyhin bir talebesi anlatıyor: Saraydan döndüğü­müzde; "Efendim bu ne haldir, neyin nesidir?" diye sor­duğumda buyurdu ki: "Ben sultanın o azamet ve haş­met içinde, etranndakilerin aşırı saygıları karşısında gurur ve kibre kapılacağından korktum, nefsine yenik düşeceğinden endişe ettim. Onu korumak, bu tehlike­den kurtarmak için öyle söyledim." Bunun üzerine; "Hiç korkmadınız mı?" deyince, buyurdu ki: "O anda Allah'ın azamet ve celâli öyle gözlerimin önünde can­landı ki, Sultan benim gözümde bir kedi gibi kalmıştı."[10]

 

Frenklerle Cihadı:  


O dönemde frenklerle çekişmeler oluyordu. Bir ke­resinde frenk askerleri Mansûra'ya kadar gelmişlerdi ve müslümanları yenmişlerdi. Şeyh, müslümanlarla birlikte cihâda katılmıştı. Allah ona duasının kabul olunması şerefini vermişti.
îbnu s-SübkîTabakât adındaki eserinde şöyle ya­zıyor:
"Onun duası ile Allah Teâlâ müslümanlara fetih ve zafer nasib etti. Rüzgârın yönü değişti, frenklerin ge­misi parçalandı ve pek çok frenk suda boğuldu."[11]

 

Şeyhin Cihad Masraflarını Sağlatması:


O dönemde Moğollar, İslâm dünyasına yer yer sal­dırıyorlardı. O sırada ise Mısır'a yönelmişlerdi. Moğol­ların müslümanlar üzerindeki heybet ve tesiri darb-ı mesel (atasözü) haline gelmişti. Mısır'da panik başgös-terdi. Mısır sultanının ve Mısırlıların savaşma cesareti yoktu.
Şeyhülislâm İzzeddin, azim ve cesaret aşılayarak dedi ki: "Siz Allah'ın adını anarak çıkın. Ben zafer ve fetih elde edileceğini garantiliyorum." Mısır sultanı bu­nun üzerine, hazinede çok az para olduğunu, tüccarlar­dan borç para almak istediğini söyleyince, Şeyh cevap olarak: "Herşeyden Önce kendi sarayınızın mücevherle­rini, hanımlarınızın takılarını ortaya çıkarın, koyun. Devlet erkânı, komutanlar ve bütün yetkililer hanımla­rının haram olan mücevherlerini, takılarını getirip şu­raya bir koysunlar. Bunlar paraya çevrilsin ve askere dağıtılsın. Bundan sonra yine de paraya ihtiyaç olursa borç alınsın. Ama öncelikle işe borç alınarak başlanma­sın." dedi.
Şeyhin o kadar etki ve heybeti vardı ki, sultan, dev­let erkânı ve bütün yüksek rütbeli yetkililer niçin, ne­den demeden mücevherleri şeyhin Önüne getirip koydu­lar. Bunlarla harp ihtiyacı karşılandı ve müslümanlar savaşı kazanıp zafer elde ettiler.[12]

 

Devlet Erkânının Açık Artırma İle Satılması:


Şeyhin hayatının en şaşırtıcı ve hayrete düşürücü önemli olayı şöyle oldu. Ona göre müslümanların dev­let hazinesinin (beytülmâlin) malı sayılan ve şeriata göre hürriyeti verilmemiş olan devlet erkânının açık artırmaya çakarılmasıydı. Bu devlet erkânı (sultanın emrinde çalışan saray yetkilileri) ırk bakımından Türk idiler. Mısır saltanat idaresinde de büyük etki ve yetki­leri vardı. Onlar arasında bir de saltanat vekili vardı. Şeyh; "Bu kimseler şeriata göre hürriyetlerine kavuş­turulmadıkları sürece işler şeriat açısından geçerli ola­maz, bunlar köleler grubuna girer" diye fetva verdi. Bu fetvanın etkisiyle halk bunlarla ilişkilerinde çekimser davranmaya başladı ve büyük bir titizlik gösterdi.
Bu durumu gören saray ve devlet erkânı arasında büyük bir panik ve huzursuzluk başgösterdi. Hepsi toplanarak bir gün Şeyh İzzeddin'i çağırdılar ve; "Siz ne istiyorsunuz?" dediler. Şeyh bunun üzerine dedi ki: "Biz bir toplantı yapacağız, sizi devlet hazinesi (beytüîmâl) adına açık artırmaya çıkaracağız. Şer'î öl­çüye göre sizin özgür olduğunuza ferman çıkartılacak­tır." Bunu duyunca onlar hemen Sultana giderek; Şeyh bizi rezil rüsvay etmek istiyor ve herkesin karşısmda bizim aç»k artırmaya çıkarılmamızı istiyor, dediler.
Sultan, Şeyhi ikna etmeye çalıştı, ama şeyh kanaa­tinden dönmedi. Bu konuşma sırasında Sultanın ağzın­dan Şeyhin şanına yakışmayan bir söz çıktı. Aynı za­manda Sultan; bu mesele ile Şeyhin ne ilgisi olduğunu, neden böyle şeylere karıştığını, devlet ve saray erkâ­nının işine burnunu soktuğunu da söyledi.
Bunu duyan Şeyh üzüldü, kızdı ve Mısır'dan çekip gitmeye kesin karar verdi. Eşyasını hayvanlara yükle-
di, ev halkını da bindirdi ve yola revân oldu.
Onun hareket edişini duyan Kahire halkı arasında bir kıyamettir koptu. Şehrin müslüman halkının bü­yük bir bölümü peşine düştü. Âlimler, saîih kişiler, tüc­carlar, hepsi peşinden harekete geçti. Sultanın durum­dan haberi oldu. Biri ona: "Şeyh İzzeddin çekip gitti. Bu durumda senin saltanatın da kısa zamanda biter" dedi.
Sultan derhal atma atlayarak arkasından yetişti. Rica minnet edip şehre geri getirdi. Bizzat kendisinin açık artırma yapmasına da karar verdiler.
Durumu haber alan saltanat naibi büyük bir nezâ­ket ve tatlı, edebli bir dille onu bu kararından vazgeçir­meye çalıştı, ama o bu kararından dönmedi. Nâib öfke­lendi ve: "Bu şeyh bizi nasıl açık artırma ile satar? Biz devletin idarecileriyiz. Yemin ederim ki onun boynunu bu kılıçla uçuracağım!" dedi.
Nitekim emrindeki adamları alarak atma atladığı gibi Şeyhin kapısına dayandı. Yalm kılıcı elindeydi. Kapıyı tıklattı. Şeyhin oğlu dışarı çıktı. Saltanat nai­binin elinde yalın kılmç beklediğini görünce içeri gide­rek durumu Şeyhe haber verdi. Şeyh hiç aldırış etme­den; "Evlad, babana bu rütbe nereden verildi ki o Allah yolunda şehid olsun" dedi. Dışarı çıkmasıyla, kılıç sul­tan naibinin elinden düştü, vücûdu titremeye başladı. Ağlayarak Şeyhden kendisine duâ etmesini istedi ve: "Efendim, beni ne yapmak istiyorsunuz?" dedi. Şeyh de:"Ben seni açık artırma ile satacağım." deyince; "Kıy­metim olan parayı nereye harcayacaksınız?" dedi. Şeyh de: "Müslümanların işlerinde" deyince yine o; "Bu pa­rayı kim tahsil edecek?" dedi. Şeyh: "Ben" dedi. Bunun üzerine: "Pekâlâ." dedi. Nitekim şeyh bütün devlet ve saray erkânı için teker teker açık artırma yaptı, hepsine ayrı ayrı değer ve söz biçildi. Şeyh (ona değer verip onurlandırmak için) onun değerini ve kıymetini daha yukarıdan tutturdu ve onu yüksek bir rakamla sattı. Paralarını toplayarak hayır işlerine harcadı. Onlar da özgür (serbest) olarak evlerine çekip gittiler.
İbnü's-Sübkî şöyle yazıyor: "Başka birisinden böyle bir olay ne duyuldu, ne de görüldü." Bir âlimin yetki ve otoritesinin en üstün noktasına bu bir Örnektir.[13]

 

Şeyh İzzeddin ve Mısır Sultanları:


Şeyhin hayatı boyunca Mısır'da büyük değişiklik­ler, büyük inkılaplar oldu. O Mısır'a geldiği sırada Eyyübîler saltanatı devam ediyor, Selahaddin Eyyubf-nin hanedanı devlet idaresini elinde bulunduruyordu. Onun hayatında bu hanedanın saltanatı son buldu.
Melik el-Sâlih Necmeddin Eyyûb'dan sonra devle­tin başına geçen Melik el-Muazzam Nûran Şâh'dan sonra Türk soyundan idareciler dönemi başladı. Hepsi de Şeyhe değer veren, ona saygı gösteren kimselerdi. Ona hürmette asla kusur etmezlerdi. Özellikle Mısır'ın ünlü ve şanlı Türk sultanı Melik el-Zâhir Baybars, Şey­he son derece saygı gösterir, ondan çok etkilenirdi. Ona sonsuz bir hayranlık duyardı. Bağdat'ın düşüp Abbasî saltanatının son bulması üzerine Sultan Baybars, Şey­hin tavsiyesi ile, Bağdat'ın son halifesi Musta'sım'ın amcası ve lâkabı Müstansır olan Ebu'l Kasım Ahmed'i 559 H. yılında Mısır'da büyük ikramlarda bulunarak misafir etti. Önce Şeyh İzzeddin bîat yaptı. Sonra Bay­bars, daha sonra başkadı Tâceddîn v.s. bîat ettiler[14]

 

Ahlâkı ve Meziyetleri:


Şeyh İzzeddin; bilgisi, erdemi, vakar ve heybeti ûd birlikte üstün şahsiyetli, çok cömert, babacan bir in-* sandı. Başkadı Bedreddin b. Cemâa anlatıyor:  
Şam'da kaldığı sıralarda bir ara çok pahalılık oldu. Çok sıkıntılı bir sene geçti. Bağlar ve bahçelerin fiatla- çok düşmüş, çok ucuza satılmaya başlamıştı. Şeyhin hanımı ona bir takı vererek sıcak yaz aylarını geçirme­leri için bir sayfiye bağı almasını istedi. O da bu takıyı sattı, değerini hayır olarak dağıttı. Hammı; "Bağı aldın mı?" diye sorduğunda, "Evet ama cennette, dedi. Gör­düm ki, insanlar büyük sıkıntı ve zorluk içindeler, bu­nun üzerine onun parasını fakir olanlara dağıttım" de­yince hanımı da ona, "Allah sana bunun mükâfatını versin" dedi.
Başkadı şunu da ekleyerek anlatıyor ki; Şeyhin eli dar olmasına rağmen alabildiğine cömert ve babacandı. O derece ki, bazan yanında verecek bir şeyi olmazdı da sarığının bezinden keser verirdi.
Şeyh İzzeddin sadece sultanlar karşısında korku­suz, cesur ve açık sözlü değildi. Hatta hayatı karşılığın­da bile o sözünü esirgemez, cesur ve korkusuzdu. İb­nü's-Sübkî ve Süyûtî şöyle anlatıyor: Bir keresinde Mı­sır'da kaldığı sıralarda verdiği bir fetvada yanılmış, ha­taya düşmüştü. Bu bakımdan ilan yaptırarak; Şeyh İz­zeddin b. Abdüsselâm filân fetvayı kime verdiyse o kişi o fetvaya göre hareket etmesin, çünkü o yanlıştır, de­dirtti[15]
İbnü's-Sübkî'nin anlattıklarından anlaşılıyor ki, zahirî bilgilerdeki büyük yetkisi ile birlikte Şeyh İzzeddin manevî servetten de çokça nasibi olan biri idi. Her ne kadar onun imanı, kesin inancı, Allah'a güveni, kor­kusuzluğu, cesareti, dünya işinde yetkili olanlara asla baş eğmemesi ile ilgili olaylar bizzat buna delil iseler de, İbnü's-Sübkî Tabakât isimli eserinde açıkça onun tarikat imamı ve Önderi olan Şeyh Şihabeddin Sühre-verdî'din faydalandığını ve onun tarafından irşâd ve terbiye yapmaya, ders vermeye izinli kılındığını belirt­mektedir[16] Süyûtî; Şeyh İzzeddin'in Ebu'l Hasan Şâzilî ile de görüşüp faydalandığını söylemektedir.[17]

 

Emir Bilmaruf  ve Nehiy Anil Münker Konusunda Şeyhin Tutumu:


Şeyh İzzeddin b. Abdüsselâm, ilmî ve nazarî (teo­rik) açıdan da iyiliği emredip kötülüğü engellemenin ve her çeşit bâtıl ve yanlışlıklara karşı koymanın, onları-reddetmenin, âlimlerin görevi olduğuna inanıyordu. Bu konuda âlimlerin sıkıntılara, tehlikelere katlanmaları ve her çeşit belâlara hazır olmaları gerektiği görüşün­deydi.
Melik el-Eşref e yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
"Biz Allah Teâlâ'nm grubundan (Hizbullah) olduğu­muzu ve onun dininin yardımcıları ve askerleri olduğu­muzu iddia ediyoruz. Kendini tehlikeye atmaya hazır olmayan asker zaten asker değildir."
O, ilim ve dilin, âlimin silahı olduğuna inanıyordu. Bu bakımdan onun cihadı; bu iki unsuru hak ve haki­kati desteklemeye ve bâtıla karşı çıkmaya kullanmak­tı. Bir başka mektubunda şöyle yazıyor:
"Allah Teâlâ dinine yardım ve hizmet yolunda ci-had etmemizi emretmiştir. Şu açık seçik bir şeydir ki; sultanın silahı, kılıç kalkanı ve oku olduğu gibi âlimin silahı da onun ilmi ve dilidir. Sultanların silahını kı­nından çıkarmaması caiz olmadığı gibi, aynı şekilde âlimlerin de, Hakdan sapanlar ve bid'atçılar karşısında dillerini kapatmaları caiz değildir. "[18]
Ona göre; iyiliği emir, kötülüğü men konusunda Rabbani âlim (^Allah'ın kanununa göre yaşayan âlim), her çeşit tehlikeye kendini atmayı göze almalıdır. Bir bakıma o, her çeşit tehlikeye katlanmak, kendini her çeşit tehlikeye atmak kesinlikle caiz değil diyen ve 'kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın' âyetini yanhş yorumlayıp uygun olmayan delillerle isbatlama-ya çalışan âlimlerle aym görüşt^ değildir. İşte şu mek­tupta çok etkili bir tarzda şöyle anlatıyor:
"Dinin üstün kılınıp yüceltilmesi için canı tehlikeye atmak dinde caizdir. Bu bakımdan müslüman kahra­manın, müşriklerin ordu saflarına dalması ve canım tehlikeye atması nasıl caizse, aym şekilde iyiliği emret­me ve kötülüğü menetme hususunda da kendini tehli­keye atmak, dinin temel prensiplerini delilleri ve açık işaretleri aracılığıyla güçlendirmek caizdir. Ama şüp­hesiz ki, hayatı tehlikede olan kişiden farz oluş düşe­cektir, fakat müstehab oluş devanı edecektir. Hayatını tehlikeye atmak caiz değildir diye düşünen kimse haklı olmaktan çok uzaktır ve onun bu düşüncesi tamamen yanlıştır. Hülasası şu ki, Allah'ı kendi nefsine tercih edeni Allah başkalarına tercih edip üstün kılacaktır. Ve kim insanları küstürüp de Allah'ı razı etmeye çalı­şırsa Allah o kişinin kendisinden razı olduğu gibi, diğer insanları da razı edecektir. Kim de Allah'ı küstürüp in­sanları memnun etmeye çalışırsa Allah ondan razı ol­madığı gibi, insanları da razı kılmayacaktır."
Bir Arap şairi ne güzel demiş:
"Keşke sen tatlı olsaydın, hayat acı da olsa umu­rumda değil.
Keşke sen memnun olsaydın, bütün insanlar kızgın da olsa hiç önemli değil."
Onun hayatı, yaşayış tarzı gösteriyor ki bu inancı­na ve anlayışına göre hareket etmiş, davranmış ve ya­şamıştır. İyiliği emir, kötülüğü men konusunda ve her­hangi bir yanlışı ve şeriata aykırı şeyi reddetme konu­sunda canım, malını, haysiyetini, vatanını, mevki ve makamını hiçbir zaman kaybetme korkusunu aklına getirmemiştir.[19]

 

Şeyhin Eserleri:


Şeyh nasıl başarılı bir öğretici, geniş ve derin kav­rayışlı bir fikıhçı ve bilgisi deryalar gibi olan bir müftî (fetvacı) idiyse aynı şekilde durmadan yazan bir yazar (musannif) idi. Yazdığı eserler içinde el-Kavâid el-Kübrâ ve Mecaz el-Kur'an özel bir değer taşır. İbnü's-Sübkî şöyle yazıyor:
"Bu iki kitap onun ilimde önderliğine (imamlığına) ve şeriat bilgilerinde derecesinin yüksekliğine şahittir."
Bu iki kitabı da o, iki ayrı kitapta özetlemiş ve -saltmıştır. Onun iki ayrı kitabı olan, Şeceretü'l-Maârif veed-Delâil el-Muteallika bi'l-Melâiketi ve'l-İnsi isimli eserlerim bilhassa övmüştür. Makâsıd el-Salât isimli eseri kendi devrinde bile çok ün salmış, pek çok benim­senmişti. İnsanlar ondan binlerce nakil yaptı. Büyük küçük eserlerinin dışında fetvalarını bir araya getiren ve Şafiî fıkhının kıymetli birikimi olan büyük bir kitabı daha vardır.
İmam Gazâlî'den sonra Şeyh İzzeddin özellikle şer'î hükümlerin amaçlan ve güzelliği üzerinde duran, bu konuda yazan ve şeriatın sırları ve inceliklerini anla­tan galiba ikinci bir âlimdir. Bu konunun en büyük bil­gini ve yazarı Şah Veliyyullah Dehlevî, bu sahanın ön­de gelen yazarları arasmda üç büyük kişi olarak; Hüc-cetü'l-İslâm Gazâlî, Ebu Süleyman Hattâbî ve Şeyhül­islâm İzzeddîn'in adlarım saymaktadır[20]

 

Şeyhin Vefatı:


Şeyh, 9 Cemaziyelûlâ 660 H. tarihinde, 83 yaşında iken vefat etti. O sıra Melik el-Zâhir Baybars'ın salta­nat dönemi idi. Şeyhin vefatı ona çok ağır geldi. Al­lah'ın takdiri ki, Şeyhin vefatı benim saltanatım sıra­sında oldu, derdi. Cenazeye devlet erkânı, saray görev­lileri ve saltanat ileri gelenleri ve ordu komutanları ka­tılmıştı. Sultan bizzat cenazeyi omuzuna alarak taşıdı ve defin işinde bulundu.
Şeyhin cenazesi kalenin altından geçerken, Sultan halkın kalabalığını görünce kendi özel adamlarından birine şöyle dedi: "Bugün benim saltanatımın temelleri sağlamlaştı zannederim. Çünkü bu zât, herkesin ken­disine başvurup sözünü dinlediği bir kimseydi. Bir işa­ret yapsaydı tacımı tahtımı devirirdi. Onun vefatından sonra artık saltanatıma güven duymaktayım."[21]



[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/367.
[2] Hüsnü'l MuhâdaraSüyûtî, s.141.
[3] Hüsnü'l MuhâdaraSüyûtî, s.141.
[4] Regâib namazı 27 Receb'de kılman 12 rekâthk bir namazdı. ,.        Özel tarz ve biçimde gece kılınırdı. Çok faziletli olduğu anla­tılırdı. Şeyh İzzeddin b. Abdüsselâm, bunun bütün yönlerini ve çıkış tarihini yazdı. Bakınız İhya şerhi olan İthaf el-Saâde, s.443. Bir de Şaban'm onbeşinde gece yüz rekât kılı-f-f'       nan aynı bid'at namaz vardı.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/367-369.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/369-371.
[7] Tabakât-ı Şâfiiyyetü'l Kübrâ, c.5, s.100-101. Şerefüddin İz­zeddin b. Abdüsselâm oğlu Şeyh Şerefüddin Abdüllatifin rivayetine göre.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/371-34.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/374.
[10] Tabakât el-Şâfiiyye.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/374-376.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/376-377.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/377.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/378-380.
[14] Hüsnü'I Muhâdara,c.2, s.49.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/380.
[15] Hüsnü'I Muhâdara, s.142.
[16] Tabakât, c.5, s.86.
[17] Hüsnü! Muhâdara, s.142.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/381382.
[18] Tabakât-ı Şâfiiyyetü'l Kübrâ, c.5, s.12-90.
[19] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/382-384.
[20] Hüccetullâh el-Bâliğa, s.5, Sıddîkî matbaası.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/384-385.
[21] Tabakât-ı Şâfiyyetü'l Kübrâ, c.5, s.84.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/385.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder