- NUREDDİN ZENGÎ ve SELAHADDİN EYYUBÎ
Haçlı Hücumları Ve İslâm Âleminde Yeni Bir Tehlike
Bir taraftan îslâm merkezinde bütün gücü ve hızı ile tasnif, te'lif ve talim (yazma, Öğretme) faaliyetleri sürüyor; bazı dâhi kişiler, yüce ulu kimseler; ıslâh ve terbiye (toplumun bozulan taraflarını onarma ve toplumu eğitme) işi ile uğraşıyordu. Diğer taraftan da bütün İslâm dünyası üzerinde tehlike bulutları dolaşıyordu. Müslümanlar ve İslâm'ın kendisinin varhğı tehlikede idi.
Hristiyan Avrupa asırlardan beri İslâm'dan gocunmuş, kin duymuş ve intikamla beslenmişti. Müslümanlar, hıristiyan dünyasının bütün doğu yakasını ellerine geçirmiş, bütün kutsal yerlerini hatta bizzat Hz. İsa'-nın doğduğu toprakları idareleri altına almışlardı. Avrupa'nın kinlenmesi, intikam duygusuna kapılması için sadece bu yeterli idi. Fakat güçlü îslâm devletlerinin varlığı ve onların komşu hristiyan ülkelere sürekli akın yapmalarından dolayı cesaret edip de onlar Suriye veya Filistin'e yahut herhangi bir İslâm ülkesine saldırıya geçemiyorlardi.
Selçuklu İmparatorluğunun çöküşü ve îslâm devletinin kuzey sınırlarının zayıflaması yüzünden Avrupa cesaretlenip şansını deneme düşüncesine kapıldı. Tam o sırada rahip Peter adında öyle bir adama sahip oldular ki, bu adam güçlü bir hatip, dinî bir vaizdi. Feryad-
lan ile bütün hristiyan dünyasını ateşledi. Bir baştan bir başa dinî bir cinnet dalgası meydana getirdi. Bunun dışında geniş ve münbit İslâm ülkelerine saldırmanın daha başka çeşitli siyasî, iktisadî sebepleri ve harekete geçirme nedenleri de bir araya gelmişti. Bütün bunlar Haçlı saldırılarında dinî ve dünyevî teşvik ve özendirici şeyler oldu[1]
Nihayet 490 H. yılında ilk Haçh ordusu Suriye'ye doğru yola çıktı. İki sene içinde Haçh ordusu, Antakya vilâyetinin birçok kalesini, Halep şehrini ve el-Reha'yı (Reyhanlı) ele geçirdi. 1099 M. yılma rastlayan 492 H. yılında Haçh savaşçılar Kudüs'ü zaptettiler. Birkaç sene içinde de Filistin topraklarının büyük bölümünü, yani Suriye sahillerindeki Akkâ'yı, Trablus'u, Sayda ve Lazkiye'yi ellerine geçirdiler.
Meşhur İngiliz tarihçi Stanley Len Paul'ün ifadesi ile; "Haçlı ordusu sanki eski (çürük) bir ağaca çivi çakar gibi ülkeye girdi. Kısa zamanda İslâm ağacının gövdesini parçalayarak kıymıklarını havaya savura-caklarım anlamaya başladılar."
Kudüs'ün içine girdiklerinde Haçlıların fetih sar-hoşluğuyla kendilerinden geçip çaresiz müslümanlara karşı yaptıklarını, sorumluluk duygusu taşıyan bu hristiyan tarihçi, şu sözlerle anlatıyor:
"Kudüs'e galip ve muzaffer bir eda ile giren Haçh savaşçılar öyle bir katliam yaptılar ki, anlatılamaz. Atlarının üstünde Mescid-i Aksâ'nm yanındaki Hz. Ömer Câmii'ne giren süvarilerin atları diz kapaklarına kadar kana bulanmıştı. Küçük çocukları ayaklarından tutup duvarlara vurarak parçalıyorlar veya sallayarak onları duvarların arkasma fırlatıp atıyorlardı. Yahudilerin hemen tamamı kendi heykel (mabed)lerinde canlı canlı yakılmıştı.
İkinci gün ondan daha büyük, ürpertici zulümleri gözlerini kırpmadan bilerek tekrarladılar. Tenkru, üç yüz esiri canlarını koruma garantisi ile hapsetmişti, feryad ve figan ediyorlardı. Hepsi dışarı çıkarıldı. Müthiş bir katliâmla öldürülmeye başlandı. Erkeklerin, kadınların, çocukların vücudları parça parça ediliyor, parçalar birbiri üstüne yığılıyordu. Sonunda bu korkunç mezalim ve katliam bitti. Şehrin kanlı sokakları Arap esirlere yıkatılıp temizletildi."[2]
Kudüs'ün Haçlılar tarafından zaptedilnfesi İslâm devletinin zayıflığını ve söndüğünü, hristiyan dünyasının uyandığını ve onun yeniden güç kazandığım haber veriyordu ve bu; İslâm âleminde tehlike çam idi. Suriye ve Filistin'de dört tane ayrı ayrı devlet kurulmuştu. (Kudüs, Antakya, Trablus, Yafa'da kurulan küçük devletler.) Bunlar İslâm'ın merkezi (Hicaz)'nin istiklali ve kudsiyeti için büyük tehlike idiler.
Hristiyanlarm cesaret ve azmi o kadar artmıştı ki, Kerk valisi Renginald, Mekke ve Medine'ye hücum etmeye karar vermişti[3] Hz. Peygamberin mübarek kabri hakkında küstahça ve hâince kelimeler sarfede-rek âdice bir takım şeyler yapmak istediğini açıklamıştı. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber'in vefatı üzerine dinden dönme (irtidad) hareketi başladığından beri o güne kadar böyle büyük bir tehlike çıkmamıştı. İrtidad hareketi ilk büyük tehlike idi. Şimdi ise en korkunç bir tehlike olarak bu ortaya çıktı. İslâm âleminin kesin sonuç alması gereken bir savaş vermesi gerekiyordu.
Altıncı Hicrî asrın başı, İslâm dünyasının müthiş bir çözülme içinde bulunduğu en kötü bir idarî dönemden geçiyordu. Selçuklu sultanı Melikşah'ın yerine geçen de eli kolu bağlı biri idi. Abbasî halifeleri uzun zamandan beri güçlerini, otoritelerini Türklere kaptırmışlardı. İslâm âleminde bozulan düzeni yeniden kurup düzenleyecek, güçlü bir idare tesis edecek yetenekli bir komutan, lider ve sultan yoktu. Müslümanların dağılmış güçlerini, kıyıda köşede kalmış insanlarını toparlayarak bir bayrak altına getirerek, kuzeyden ve batıdan akıp gelen tehlikeye karşı koyabilecek bir kahraman göze çarpmıyordu.
Stanley Len Paul çok doğru yazmış:
"Bu kadar geniş alana yayılmış muhteşem Selçuklu İmparatorluğunu Ölüm ve ızdırap çırpınışları içinde elini kolunu salmış, çaresiz vaziyette gören herkesi bir şaşkınlık ve dehşet kapladığından dolayı bu devir bir şüphe, tereddüt ve kararsızlık dönemi idi."
İşte bu ara dönem, yeni güçler tamamen derlenip toparlanıp aynı yöne yönelmediği sürece kötü durumunu devam ettirecekti. Kısacası şu ki, Avrupalıların ordu getirerek başarılarını devanı ettirebilmelerine tam uygun bir zamandı"[4]
Atabek İmâdeddîn Zengî
Fakat tam o zamanda, o kargaşanın, o felâketin, o müthiş çözülme ve dağılmanın arkasından ümidsizliğin her taran kapladığı sırada İslâm dünyasının ufkundan yeni bir yıldız doğup yükselmeye başladı. İslâm dünyası her zaman olageldiği gibi, tam ihtiyaç duyduğu sırada yeni bir önder, taze ve yıpranmamış bir mücahide kavuştu. Ümidini kaybettiği yönden yepyeni bir güç doğdu ki hiçbir kimse bunu hayal bile edemiyordu.
Stanley Len Paul şöyle yazıyor:
"Müslümanlar cihad ilan etmek zorunda kaldılar ve kahramanlığına, cesaretine, savaş kabiliyetine hepsinin itirazsız inanmaları gereken bir komutana ihtiyaç duydular. Türkmen komutanı ve onun idaresi altındaki valiler öyle cesur, yiğit, savaşçı bir dindarlar topluluğu meydana getirmeli idi ki, onların önünde Haçlılar yaptıkları zulmün, alçaklıkların cevabını vermeliydiler. İşte o yiğit komutan İmâdeddin Zenginin şahsında kendini gösterdi."[5]
İmâdeddin, Selçukluların besleyip büyüttükleri, onların yetiştirdikleri bir kimseydi. Selçuklu sultanı Mah-mud'un şehzadelerinin atalığı (Atabeği=Lalası) idi ve sultan tarafından Musul'a vali tayin edilmişti.
Zengî, Suriye ve Irak'ta gücünü iyice oturtup idaresini tam kurduktan sonra el-Rehâ'ya hücuma geçti. Burası hristiyan eyaletleri içinde en güçlü olanıydı, çok büyük askerî önem taşıyordu. Cemâziyelâhir 539ra denk düşen 23 Aralık 1144 Reyhanlı'yı fethetti. Arap tarihçilerin ifadesi ile bu "fetihler fethi", "zaferler zaferi" idi. Bu şehir latin hâkimiyetine büyük bir destekti. Böylece Fırat vadisi Haçlı tehlikesinden korunmuş oldu. Bu fethin arkasından biraz sonra 541 H. yılma denk düşen 1146 yılında bir kölenin eliyle şehid edildi. Şehâdetinden önce o, Haçlılara karşı şanlı bir cihadı başlatmıştı. Bu cihadı meşhur oğlu Melik Âdil Nured-din Zengî daha çok ilerilere ulaştırdı.[6]
Melik Âdil Nureddin Zengî
Nureddin Zengî şimdi artık Suriye sultanı idi ve kendini bütün müslümanlar adına, haçlıları o topraklardan çıkarıp Kudüs'ü tekrar geri almak için Allah tarafından görevlendirilmiş kabul ediyordu. Bu büyük hizmeti en büyük ibâdet ve Allah'ın rızasına ermek için en büyük bir sebep biliyordu.
Akınları ile bütün hristiyan eyaletlere dehşet salmıştı. 555 H. yılında Harim Kalesini ele geçirdi. Bu kale kuzey sınırının en müstahkem ve korunaklı kalesiy-di. Antakya kralı, Trablus dükü ve diğer ikinci derecedeki meşhur hristiyan idareciler bu fetihle ele geçirildi. Savaşta onbin hristiyan öldü ve pek çok esir alındı. Bu fetihten hemen sonra Banyas kalesi fethedildi.[7] Diğer taraftan Mısır'ı da fethederek hristiyanları her taraftan çepeçevre kuşattı.
Len Paul şöyle yazıyor:
"Suriye sultanı Nureddîn'in başkomutanı Selahad-*din Eyyûbî'nin Nil boyunca uzanan bölgeleri idaresi altına alması demek, Kudüs'ün hristiyan idaresinin bir çember içine alınması demekti. İki taraftan tazyik altına girmişti. Kudüs'teki haçlılara her iki taraftan saldı-rılması halinde tek olan güçlerinin ikiye bölünmesi demekti. Müslümanlar Dimyat ve İskenderiye limanlarını ele geçirmekle bir filoya da sahip olmuşlardı ve böylece Mısır bölgesi, Haçlılar ile Avrupa'nın irtibatını kesmiş oluyorlardı."[8]
Nureddin Zengî hemen hemen Filistin'in tamamını Haçlılardan temizledi. Onun en büyük arzusu ve yapacağı en mukaddes hizmeti Kudüs'ü geri almasıydı. Fakat bu mutlu zafer ve mesud olay onun başkomutam Selâhaddin'e kısmet olacaktı ki yine de bu Nureddin'in yaptığı hizmetlerden, onun sevaplarından sayılabilecek özelliğe sahiptir. 1174 yılma denk gelen 569 H. yılında 56 yaşında gırtlak hastalığından vefat etti. Bir İngiliz tarihçinin ifadesi ile: "Sultan Nureddin Zenginin ölüm haberi müslümanlara Öyle sadme yaptı ki sanki üzerlerine yıldıran düşmüş gibi geldi. "[9]
Nureddin Zengî'nin Özellikleri:
Müslüman tarihçiler Sultan Nureddin'in adaletini, dürüstlüğünü, dindarlığım, takvasını, güzel idaresini, izzeti nefis sahibi oluşunu, güzel ahlâklı oluşunu ve ci-had azmini öve öve bitirememektedirler. O, güzel adı gibi herkes tarafından sevilen, övülen, büyük değer verilen biridir. Sultanın çağdaşı olan İbn Cevzî, meşhur tarihi el-Muntazam' da şöyle yazmaktadır:
"Nureddin serhadlara (sınırlara) cihad akını yaptı. Kâfirlerin elinde olan elliden biraz fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun övülecek tarafları pek çoktur. Kendini Bağdat'taki halifeliğe bağlı ve onun emrinde gördü. Ölümünden önce dinde yeri olmayan vergileri ve gelirleri kaldırdı. Karakteri: Yumuşak huylu, şatafatsız ve alçakgönüllü idi. Âlimleri ve dindaşlarını severdi."
Tarihçi olarak tedbirli hareket eden ve ihtiyatlı kelimeler kullanan ve överken de normali pek aşmıyan İbn Hallikân şöyle yazıyor:
"O adaletli, insaflı, ibâdetine düşkün, zâhid, muttaki, şeriata bağlı bir sultandı. Hayır ehline çok değer verirdi. Allah yolunda cihada düşkündü, çok hayır yapar, bol sadaka verirdi. Suriye'nin bütün büyük şehirlerinde medreseler (okullar) açtı. Onun menkıbeleri (başından geçen olayları), hatıraları ve başarılan sayılıp dökülemiyecek kadar çoktur. "[10]
Tarih el-Kâmil' in ünlü yazarı İbnü'1-Esîr Cezerî, onun hakkında şunu söyleyecek kadar yazmıştır:
"Ben önceki sultanların hayatını inceledim ve ahvalini tetkik ettim. Râşid halîfeler ve Ömer b. Abdülaziz hariç Nureddin'den daha temiz hayat yaşayan, ondan daha ahlâklı hayat süren adaletli bir sultana rastlamadım." [11]
Sultan Nureddin vefat ettiğinde İbnü'1-Esir 14 yaşındaydı. Bu bakımdan onun rivayeti ve tanıklığı özel bir değer taşır. O, merhum sultanın hayat ve yaşayış tarzını ve onun ahlâk ve karakterini anlatırken şöyle yazar:
"O, ganimet malı olarak payına düşenleri satarak satın aldığı, arazilerin geliri ile geçinirdi. Hanımı bir gün darlık çektiğinden şikâyet ederek sızlanınca, kendisine âit olan Humus'daki üç dükkânın gelirini ona verdi. Bunların yıllık geliri 20 dinara yakındı. Hanımı bunu az görünce; bundan başka bana âit bir şeyim, mahm mülküm yok, dedi. Benim olarak gördüğün idarem-deki bu şeylerin hepsi müslümanlarındır. Ben ancak hazine bekçiliği yapıyorum. Bu bana emanet olarak verilen para ve mallara ihanet ederek senin hatırın için cehenneme gitmeye razı olamam, dedi.
O, geceleri bol bol ibâdet ederdi. Belirli evrâd ve ezkârı vardı. Hanefî mezhebinin bir âlimi idi. Fakat katı tutumlu bir insan değildi. Hadis dersi aldı ve sevap niyeti ile onları rivayet etti, icazet de verdi.
Adalet ve eşitlik uygulaması öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, geniş ülkesinde hiçbir gelir vergisi bırakmadı; Mısır, Suriye, Musul bölgelerinin hepsinden bu vergileri kaldırdı. Şeriata çok saygı gösterir, onu gözetir, onun hükümlerini yerine getirirdi.
Bir kişi onu bir gün mahkemeye verdi. Kadı efendiye haber göndererek; ben mahkemeye geliyorum, bana hiçbir ayrıcalık göstermeyin, diye haberci gönderdi ve kendi de geldi. Mahkemede davayı kazandı. Yine de hakkını bağışladı. Daha önce de niyetim böyleydi. Fakat mahkemeye gelmemekten dolayı belki bana kibir gelir diye çekindim de geldim, hakkımı helâl ediyorum, dedi.
Bir adliye sarayı yaptırmıştı. Orada kadı ile yan yana oturarak yahudi de olsa zulme uğrayanların hakkını korurdu. Zâlim oğlu da olsa veya en büyük bir komutan da olsa zâlime cezasını verirdi.
Kahramanlık ve cesaretin zirvesindeydi. Savaş sırasında yanına iki yay ve iki ok torbası alırdı. Bir gün bir zât dedi ki: Allah için ne olur kendinizi tehlikeye atarak şehid düşüp de İslâm'ı musibete uğratmayın. O buna karşılık: Mahmud kim oluyor ki onun için böyle söylensin? Benden Önce memleketi ve İslâm'ı kim korudu? Onu koruyan gerçek olan yüce Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, (La ilahe illallah) dedi.
Âlimlere, din ehline saygı duyardı. Onlar için ayağa kalkar, yamna oturtur, yapmacıksız, samimi sözlerle konuşur, hiçbir sözlerini reddetmezdi. Kendi kalemi ile onlara mektup yazardı. Fakat bu kadar sadeliği, tevazu ve yumuşak kalpliliğine rağmen haşmetli, celalli bir insandı. İnsanlar üzerinde tesiri derin olurdu. Gerçek şu ki, bu kitap onun iyilik ve güzelliklerini anlatacak çapta değildir.[12]
Cihad Aşkı ve Kesin İmam:
Nureddin'in bütün hedefi ve ilgisi cihad etmek ve hristiyanlara karşı koymaktı. Bu konuda onun azmi, güveni, tevekkülü ve iman-ı yakîni çok gelişmişti.
558. H. yılında Nureddin Zengî, Hısnü'l-Ekrâd savaşında (Bekîa savaşı adıyla meşhurdur) hristiyanların ansızın saldırmalarından dolayı yenilmişti. Nureddin Humus yakınında, düşmandan birkaç km. mesafe ileride duruyordu. Bazı iyi niyetli kişilerin; sultanın böyle galip gelmiş düşmanın bu kadar yakınında durması uygun değildir demeleri üzerine Nureddin onları susturdu ve: Eğer benim yanımda bin süvari bile kalsa yine de düşmandan korkmam. Allah'a yemin olsun ki İslâm'ın ve kendimin intikamını almadan hiçbir çatının altına girmeyeceğim, hiçbir gölgeliğe oturmayacağım, dedi.
Nureddin büyük cömertlikle ordu mensuplarına ikramlar yaptı, millete hediyeler dağıttı. Bazı kimseler ona; hazineden fıkıhçılara, fakirlere, tasavvuf erbabına ayrılan aylık ve belirlenmiş paralar verilmeyip durdurulmalı, şu sıkıntılı anda onlardan faydalanılmalıdır, deyince Nureddin öfkelenerek; ben Allah'tan zaferi o fakir ve yoksul kişilerin duası yüzü suyu hürmetine bekliyorum. Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: 'Allah'tan rızık ve yardım, zayıf kulların yüzü suyu hürmetine verilir.' Nasıl olur da böyle bir sırada ben yatağımın üstünde uyurken, benim adıma savaşan o kimselerin yardımını keserim, dedi.
Nureddin, hristiyanlardan yenilgisinin öcünü almak için bütün hazırlıklarını tamamladı. Orduyu ikramları, iyilikleri ile taltif etti. Sınır bölgelerinin ve eyaletlerinin idarecilerine tesirli, dokunaklı mektuplar yazarak onları cihada katılmaya ve birlikte savaşmaya teşvik etti. O bölgelerin âbid, zâhid, aşık, salih ve dervişlerine de mektuplar yazdı. Frenklerin yaptığı zulmü, vicdansızlığı anlattı. Onlardan dualar etmelerini, müs-lümanları cihada teşvik etmelerini ve cihada katılmaya razı etmelerini istedi. Nitekim o kişiler gözyaşları ile ağlaya ağlaya o mektupları okuyarak halka duyurdular, sultana dua ettiler. Halkda cihad etme aşkı dalgalandı. Ülkenin valileri kendi Özel askerlerini alarak geldiler, emre âmâde oldular.Hristiyanlar da öbür tarafta bütün askerlerini toplayarak hazırlandılar. Fakat sultan ahdini, va'dini yerine getirdi. Hristiyanlarm birleşik ordusunu yenerek Hârim'i fethetti[13]
Nureddin'in inancını ve güçlü imanım şu olaydan ölçebilirsiniz: Banyas kalesini kuşattığında kardeşi emirler emîri Nusretüddin'in bir gözü görme yeteneğini gittikçe kaybediyordu. Nureddin durumu görünce şöyle dedi: Eğer Allah'ın sana bahşettiği ecir ve sevap gözlerinin önüne gelseydi ikinci gözünü de Allah yolunda feda etmeye hazır olurdun[14]
Sultan Selahaddin Eyyubî
: Sultan Selahaddin Eyyubî'nin şahsı, Hz. Peygamber (a.s.)'in tek basma ayri bir mucizesi ve İslâm'm gerçekliğinin ve ebedîliğinin açık bir delilidir.
Orta derecede asil bir kürd ailesinin çocuğu olarak aileden gelen ata binme kimliği ile yetişti. Mısır'ın fethinde ve Haçlılara karşı yapılan savaşta kendini göstermeden önce hiç kimse bu kurt gencinin Kudüs'ün fatihi, İslâm dünyasının muhafızı olacağını; onun kaderinde çok üstün, soylu, asil ve salih kimselerin gıpta ettiği, imrendiği bir mutluluk ortaya çıkacağım ve Hz. Peygamber'in mübarek ruhunun da şâd ve mesrur olacağı büyük bir başarı ve zafer elde edeceğini tahmin edemezdi.
Len Paul şöyle yazıyor:
"Selahaddin'de gelecekte böyle müthiş bir insan olacağını gösteren bir işaret ve alamet bulunması yerine, her asil karakteri bütün ahlâkî bozukluklardan koruyan sessiz ve güvenli bir alicenaplığın, tertemiz ruh yapısının parlak bir örneği halinde gelişti.
Fakat Allah Teâlâ onun büyük bir hizmet yapmasını dileyince, gayb âleminde bunun düzenlenmesi yapıldı ve velinimeti Nureddin Zengî onu zorla ve ısrarla Mısır'a gönderdi. Kadı Bahâeddin İbn Şeddâd, Sultan Selahaddin'in özel sekreteri olarak şöyle yazıyor: Sultan bizzat bana anlattı ki: Ben Mısır'a çok isteksiz olarak ve zorla gönderildim. Benim Mısır'a gelişim tama-
men benim arzumun dışında oldu. Benim durumum aynen Kur'an-ı Kerim'de; 'Ola ki bir şeyden hoşlanmazsınız. Halbuki o şey sizin için hayırlıdır' âyetinde anlatıldığı gibi oldu.[15]
Hayatında Meydana Gelen Değişiklik:
Mısır'a gelip de bütün meydanların Selahaddin'e açılması üzerine Mısır'ın idaresi onun eline geçti. O zaman hayatı birden ve tamamen değişti. Allah Teâlânın ondan büyük bir hizmet alacağı, İslâm'a muazzam bir hizmet yapacağı düşüncesi kafasına iyice yerleşti ve böyle büyük bir hizmetle, zevk ve safanm bağdaşmıya-cağını hatırından hiç çıkarmadı. Kadı Bahâeddin İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Mısır'daki devletin idaresi ve düzeni eline geçtikten sonra dünya onun gözünde bir hiç oldu. Şükür ve hamdetme aşkı gönlünde dalgalandı. Şarap içmekten tevbe etti. Zevk ü safadan, eğlenceden yüz çevirdi. Temiz ve zahmetli bir hayatı benimsedi, her geçen gün bu yolda daha ileri gitti, terakki etti."[16]
Len Paul de şöyle yazıyor:
"Artık Selahaddin kendi şahsı ile ilgili olan şeylerde bir düzenlemeye girdi. Hayat prensiplerini sertleştirdi. O her zaman zaten müttakî ve haramdan sakınan biri idi, ama şimdi bunu-daha da katılaştırdı, kesinleştirdi. Dünya zevk ü safasmı, eğlenceleri ve rahat bir hayat yaşama arzularını tamamen terketti. Kendi davranışlarına, hareketlerine daha katı kurallar koydu. Çalışma arkadaşlarına karşı kendini iyi bir örnek yaptı. Bütün çalışmalarını, kâfirleri içinden çıkarıp temizleyeceği güçlü bir devlet kurmaya yoğunla ştırdı. Nitekim bir yerde şöyle dedi: Allah bana Mısır'ı verince anladım ki Filistin'i de vermeyi nasib etmiştir.
O zamandan itibaren Selahaddin'in hayatımn amacı ölünceye kadar İslâm'a hizmet etmek, onu galip kılıp zafere eriştirmek oldu ve kâfirlere karşı cihad etmeye söz verdi.[17]
Cihad Aşkı:
Sultan Selahaddin cihada aşıktı. Cihad; onun en büyük ibâdeti, en büyük zevki ve ruhunun gıdası idi. Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Cihad aşkı, cihad muhabbeti onun damarlarında çağlıyordu ve kalbini, kafasını kaplamıştı. Konuşmalarının konusu daima buydu. Her an onun için hazırlıklar yapıyordu. Onun için gerekli olan malzemeler, silahlar, ihtiyaçlar tesbit edilip temin ediliyordu. O, işe yarayacak insanları araştırıyor; cihadı hatırlatan, ona teşvik eden kimselere yöneliyordu. İşte bu cihad uğruna o, çoluk çocuğundan, sülâlesinden, vatanından, yuvasından ve bütün mal ve mülkünden ayrılmaya razı olmuş ve bir rüzgârın söküp savurabileceği kadar basit bir çadırda yaşamaya katlanmıştı. Bir kimse onun yanına oturup sohbet etme fırsatı elde etse hemen ona cihadın faziletini anlatmaya başlardı. Cihad harekâtı başladıktan sonra cihad ve mücahidlere yardım dışında hiçbir yere bir kuruş dahi harcamadığına yemin edilebilir."[18]
Sultanın bû aşk derecesindeki halini ve heyecanım şu sözlerle tasvir eder:
"Savaş alanında sultanın durumu insana, tek oğlunu kaybetmiş bir ananın ciğerinin yanışını, ızdırabmı anlatır gibi olurdu. Bir saftan bir safa atının üstünde koşturur, durmadan dolaşır, askerleri cihada özendirir, teşvik ederdi. Bütün ordunun arasında dolaşır, Yâ lel îslâm= İslâm'a yardıma koşun' diye bağırır, bir taraftan da gözlerinden yaşlar boşanırdı.[19]
"Bütün gün boyu sultan bir lokma bile ağzına yiyecek koymadı. Sadece doktorun ısrarı ve tavsiyesi üzerine bir şerbet içiyordu. Saray doktoru bana dedi ki: Bir keresinde sultan cuma gününden pazar gününe kadar birkaç lokmadan başka bir şey yemedi. Savaş alanından başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor, hiçbir şey aklına gelmiyordu. [20]
Kesin Sonuç Alınan Hıttîn Savaşı:
Çeşitli çabalardan ve karşılaşmalardan sonra nihayet tarihte kesin bir sonuç sağlayan savaşla karşı karşıya gelindi. Bu savaş Filistin'deki hristiyan devletine son veren, Haçlıların işini bitiren, onların varlığına sünger çeken bir savaştı. İşte Hıttîn savaşı bu idi; 24 Rebîulâhir 583 H.ye rastlayan 1187 miladî yılında Cumartesi günü yapıldı. Bu savaşta müslümanlara feth-i mübîn (=açık seçik, en büyük, muhteşem zafer) nasib oldu.
Len Paul bu savaş alanını tasvir ederken diyor ki: "Hristiyan ordusunun seçkin ve güzide savaşçı asın kerleri esir alındı. Kudüs kralı Gai ve kardeşi Chatillon (Huneyn)'in reisi Tanen of Humprey ve Sebitar'm öncüleri ve şanlı, şöhretli hristiyanlarm hepsi esir edildi. Geride kalan Filistin'in bütün hristiyanlan cesur ve kahraman müslüm ani arın himayesinde idiler. Canlı olarak kurtulan Hristiyan ordusunun piyade veya atîı askerlerinin hepsi müslümanlara esir düşmüşlerdi. Müslüman askerler tek tek kendi esir aldığı hristiyanlan çadır ipleri ile otuzar otuzar bağlamış götürürken görülüyordu. Yerlere serilmiş Haçlılar, kesilmiş kollar, bacaklar birbiri üstüne öyle yığılmıştı ki sanki taş üstüne taş yığılmış gibiydi. Kesilmiş kelleler yerde sanki kelle değil de karpuz tarlasında saçılmış karpuzlar gibi gözüküyordu."[21]
"Uzun süre, kanlı savaşın yapıldığı ve otuzbin kişinin öldürüldüğü söylenen bu harp meydanında beyaz beyaz kemiklerin meydana getirdiği öbeklerin, yığınların ta uzaklardan göze çarptığı ağızdan ağıza anlatıldı durdu. Vahşi hayvanlar yedikten sonra arta kalan leş parçaları ovada yer yer dağılmış olarak görülüyordu."[22]
Sultan Selahaddîn'in Dînî Hamiyyeti:
fetih ve zaferle birlikte şu olay da tarihte bir hatıra olarak kalacaktır. Sultan Selahaddin'in dinî na-miyyeti ve iman gücü anlatacağımız şu olaydan daha iyi tahmin edilebilir. Bu olayı İngiliz tarihçisinin ağzından dinlememiz daha uygun olur:
"Selahaddin Eyyubî, çadırını meydanın ortasına kurdurdu. Çadır kurulduktan sonra esirlerin, huzuruna getirilmesini emretti. Kral Gai ile Reginald Chatil-lon birlikte içeri getirildiler. Sultan Kudüs kralı Gai'yi yanma oturttu. Onun susamış olduğunu görerek, karla soğutulmuş bir kâse su verdi. Gai suyu içti ve sürahiyi içmesi için Reginald'a verdi. Sultan bu harekete kızdı ve tercümanı aracılığı ile şöyle söyledi:
—Krala söyle, ben o adama su vermedim, Kral Gai verdi. Kime ekmek, su verilirse o kişi emânda sayılır, onun hayatı garanti edilmiş olur. Ama bu adam böyle tir emânda bile benim intikamımdan kurtulanııyacaktır.
Selahaddin Eyyubî böyle söyledikten sonra ayağa kalktı. Reginald'in karşısına geldi. Reginald, çadıra girdiği andan itibaren hep ayakta bekliyordu. Sultan ona dedi ki: Bak, ben seni öldürmeye iki defa yemin ettim. Birincisi; sen Mekke ve Medine'ye saldırmak istediğin zaman, ikincisi de; sen hile ile Mekke'ye giden hacıların yollarını kesip onlara saldırdığın ve insafsızca öldürdüğün zaman[23] Bak şimdi ben senin o terbiyesizliğinin ve hakaretinin intikamını alıyorum, dedi. Dediği gibi kılıcını çekti ve söz verdiği gibi Reginald'i kendi eli ile Öldürdü. Kellesinin kopmasına az bir şey kalmıştı, muhafızlar gelerek onu tamamladı.
Kral Gai bu manzarayı görünce titredi. Sıra kendisine geldi zannetti. Fakat Sultan Selahaddin onu teskin etti ve dedi ki: Sultanların, kralları öldürmesi âdet değildir, bu onun şanına yakışmaz. Bu adam defalarca anlaşmaları bozmuştu, sözlerini çiğnemişti, olan oldu, geçti gitti. İş bitti vesselam."[24]
İbn Şeddâd'm yazdığına göre Sultan, Reginald'i istetti ve şöyle dedi: "İşte al, şimdi ben Muhammed (a.s.) Efendimizin intikamını alıyorum." İbn Şeddâd şunu da kaydediyor: "Sultan önce onu İslâm'ı kabul etmeye çağırdı, fakat o bunu kabul etmedi."[25]
Kudüs'ü Fethi
Hıttîn zaferinden sonra Sultan Selahaddin'in sabırsızlıkla beklediği o mübarek firsat hemen geldi. Yaniö Kudüs'ü fethetme fırsatı.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Sultan Kudüs'ü o kadar düşünüyor, onun hakkında öyle dertleniyordu ki; dağların bile tahammül ede-:.-: miyeceği bir yük taşıyordu kalbinde. "[26]
Aynı sene, 583 H. (1127 m.) yılının Receb ayının-27'sinde Sultan Kudüs'e girdi. Hz. Peygamber Efendimizin miraç gecesinde bütün peygamberlere namaz kıldırdığı, İslâm'ın ilk kıblesi Kudüs tam tamına 90 sene sonra yeniden İslâm idaresine girdi. Ne güzel ilâhî bir tesadüftür ki Sultan, yine öyle bir miraç gecesine rastlayan günde Kudüs'e girdi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Bu, muhteşem bir zafer, muazzam bir fetih, coşku-* lu bir girişti. Bu mübarek girişte pek çok ilim ehli,,; sanatkâr ve tarikat erbabı vardı. Çünkü, sahil bölgelerinin tamamen fethedildiği ve sultanın niyetinin de (Kudüs'ü fethetmek olduğu) haberi gidince Mısır'dan, Suriye'den âlimler, Kudüs'e doğru harekete geçtiler. Bilinen, tanınan kişilerden gelmeyen yoktu. Tekbirler, tehliller (Allahu ekber, La ilahe illallah) getirilerek, dualar yapılarak yeri göğü inleten bir ses ve edâ ile giriliyordu. (90 sene sonra) ilk kez yemden cuma namazı kılındı. Kubbetü's-Sahra mescidine haç dikilmişti, o indirildi. Heyecan dolu müthiş bir manzara idi. İslâm'ın galip gelişinin ve Allah Teâlâ'nın yardım ve lütfunun inişinin gözle görülen bir manzarasıydı bu."[27]
Nureddin Zengî merhum büyük bir titizlikle ve özenle, dinî bir heyecan ve zevkle, büyük bir masrafla Kudüs için çok güzel bir minber yaptırmıştı. Kudüs fethedilip de Allah orayı tekrar müslümanlara nasip edince bu minberi oraya dikmeye ahdetmiş, hazırlığını yapmıştı. Selahaddin, Haleb'den o minberi getirtti ve Mes-cid-i Aksâ'ya diktirdi[28]
İslâm Ahlâkının Tezahürü:
Selahaddin Eyyubî'nin bu olayda gösterdiği merhameti, anlayışı, bağışlayıcıhğı gelin yine o hristiyan tarihçiden dinleyelim:
"Selahaddin Eyyubî bu olayda gösterdiği yüce duyguları, âlicenaplığı, merhamet ve içten gelen şerefli ve asil davranışı daha Önceki olaylarda bu ölçüde göstermemişti. Kudüs müslümanlara teslim edilirken onun emrinde olan komutanlar, askerler ve sorumluluk taşıyan kişiler şehrin çarşı ve sokaklarında nizam ve intizamı kurmuşlardı. Bu askerler ve komutanlar eziyeti, zulmü, her türlü haksızlığı engelliyorlar, hiçbir adaletsizliğe meydan verdirmiyorlardı. İşte bu düzen ve intizamın sonucu olarak hiçbir hristiyana zarar ziyan verilmedi. Şehrin dışına çıkan bütün yollar Sultan'ın muhafızları tarafından tutulmuştu. Son derece güvenli, dürüst bir insan olan komutan Baba Davud'a yetkiler verilmiş ve fidyesini (savaş tazminatından her kişiye düşen para) veren her şehirlinin serbestçe çıkıp gitmesine izin vermesi kendisine emredilmişti."
Sonra Sultan Selahaddin'in kardeşi el-Âdil'in ve Patrikle diğerlerinin binlerce köleyi (esiri) serbest bıra-kışmı anlatarak şöyle devam eder:
"Artık Sultan, komutanlarına dedi ki: Kardeşlerim, benim kardeşim kendi adma, patrik ve adamları kendi adlarına iyilik ve hayır yaptılar. Şimdi de ben kendi adıma hayır yapıyorum, diyerek komutanlarına emir verdi. Şehrin caddesinde, sokağında, meydanında, köşesinde tellallar bağırttırarak; fidyesini ödeyebilecek parası olmayan ne kadar yaşlı adam varsa hepsinin serbest bırakıldığını, istediği yere gidebileceğini ilan ediniz, dedi.
Böylece bu durumdaki insanlar topluca Baazzir kapısından çıkmaya başladılar. Güneş doğarken başladı, güneş batmcaya kadar öyle devam etti. İşte bu da Sultanın fakirlere, güçsüzlere yaptığı hayır ve hasenattı. Elhasıl işte bu şekilde Sultan Selahaddin bu mağlupol-muş ve fethedilmiş şehre ikram ve izzetini göstermişti.
Sultan'ın bu iyilik ve âlicenaplığını iyice düşünür de diğer taraftan Haçlıların 1099 yılında Kudüs'ü fethettikleri zaman şehre girişlerinde yaptıklarım hatırlarsanız, Selahaddin'in ve müslümanlarm büyüklüğünü daha iyi anlarsınız. Müslümanlarm bu âlicenaplığına karşılık bakınız Haçlılar ne yapmıştı:
Haçlılar Kudüs'e girdiklerinde hristiyanlar şehrin cadde ve sokaklarından geçerken oralarda ölmüş veya yarı canlı yatan insanları soymuşlardı. Masum ve çaresiz müslümanlar Haçlıların merhametsiz işkence ve zulümlerine uğramışlardı. Haçlılar insanları diri diri yakmışlar, Kudüs'ün surları üzerine ve çatılara çıkarak sığman insanları mızraklayarak aşağılara fırlatmışlardı. Onların yaptıkları bu vahşilikleri hristiyan dünyası kendisine şeref kabul etmişti.
Haçlı zâlimler bu mübarek şehri zulümle, kanla boğarlarken, İsa (a.s.)'m merhamet,sevgi ve şefkat nasi-hatlan verdiği ve; 'Merhamet edip acıyanlar hayırlı ve mübarek kişilerdir. Allah'ın lütfü ve hayrı onların üzerine iner' buyurduğu bu şehirde Haçlıların yaptığı merhametsizliği, acımasızlığı hristiyan dünyası neşe ile karşılamıştı.
Bu mübarek ve kutsal şehri hristiyanlar müslü-manların kam ile bir mezbahaya çevirirken Hz. İsa'nın bu öğüdünü unutmuşlardı. O merhametsiz, gaddar hristiyanların talihine bakınız ki Sultan Selahaddin'in eli ile onlara adalet, merhamet dağıtılıyor, iyilik yapılıyordu.
Allah'ın sıfatları içinde en büyük sıfatı merhamet sıfatıdır. Merhamet adaletin tacı, onun ihtişamıdır. Adaletin haklı ve yerinde olarak birinin canını alabildiği yerde, merhamet can kurtarabilir.
Sultan Selahaddin'in başarıları içinde en önemlisi olan Kudüs'ü nasıl aldığını, şehre nasıl girdiğini ve şehirde neler yaptığını eğer dünya bir bilseydi, tek başına onun bu başarısının sadece kendi zamanında ve devrinde değil, bütün devirler ve zamanlar içinde onun eşi,
benzeri bulunmayan yiğit, merhametli, adaletli, üstün ve yüce duygulu, ihtişamlı, onurlulukta tek ve yegâne bir insan olduğunu anlardı.[29]
Haçlı Akını:
Kudüs'ün fethi ve Hıttîn'deki aşağılayıcı yenilgi Avrupa'da kin ve öfke yangınını yeniden alevlendirdi ve bütün Avrupa'yı Suriye'deki küçücük bir devlet üzerine harekete geçirdi. Hemen hemen meşhur savaş tecrübesi olan bütün komutanların ve ünlü kralların Frederik Kayzer'in, Arslan yürekli Rişard'm, İngiliz ve Fransız krallarının; Sicilya, Avusturya, Flander ve Burgundi düklerinin içinde bulunduğu, zırhlara bürünmüş ordularla coşup geldi. Bunların karşısında tek başına Sela-haddin Eyyubî ve birkaç yakını vardı. Andlaşma yaptığı kimselerle, bütün İslâm âlemi onu destekliyordu.[30]
Sultanın Görevinin Tamamlanması ve Barış:
Beş sene süren kan döken ve kan içen savaşlardan sonra 1192 milâdî yılında Remle'de, savaşmaya takat ye mecali kalmayan iki hasım taraf arasında barış yapıldı. Kudüs ve müslümanlarm fethedip ellerine geçirdikleri şehirler yine onların elinde kalacaktı. Sahildeki Akkâ'da bulunan küçücük site devleti hristiy anlarda kalacaktı. Bütün ülke Selahaddin Eyyubî'nin idaresi altına girmiş oluyordu. Selahaddin, üzerine aldığı hizmeti, daha doğru bir deyimle Allah'ın onun üzerine yüklediği, eline teslim ettiği görevi kendi elleriyle başardı.
Hristiyan tarihçi, onun başarısının ve Haçlı savaşlarının uğursuz çizgisinin sona ermesini şöyle anlatır:
"Kutsal savaş son buldu. Beş sene süren savaş bitti. 1187 yümm Ağustos ayında Hıttîn'de müslümanların galibiyetinden önce Ürdün nehrinin batısında müslümanların elinde bir adımlık bile yerleri yoktu. 1192 yılının Eylül ayında Remle'de barış olunca Sur şehrinden tut da Yafaya kadar bütün sahil boyunca basit küçücük bir yer hariç her taraf müslümanların eline geçti.
Bu barış andlaşması maddeleri üzerinde Selahad-din'in kesinlikle utanmasını gerektirecek bir şey yoktu. Haçlıların fethettiği daha önceki bölgelerin çoğu Fran-sızlann elinde kaldı. Fakat sadece can ve mal göz önüne alınırsa bu sonuç gayet önemsiz ve basit kalır. Ro-ma'daki papanın feryadını duyar duymaz bütün hristiyan dünyası silahlandı. Kayzer Frederik, İngiliz ve Fransız kralları, Sicilya, Avusturya Leopold'u, Burgun-di dükü, Flander kontu, yüzlerce meşhur baron ve bütün hristiyan milletlerin liderleri, Kudüs'ün hristiyan kralı ve Filistin'in diğer eyâlet valileri bütün gayretleri ile yıkılmak üzere olan Kudüs hristiyan krallığım kurtarmak ve yeniden güçlendirmek üzere harekete geçtiler. Fakat sonuç ne oldu? O sırada Kayzer Frederik ölüp gitti. İngiliz ve Fransız kralları kendi ülkelerinin idaresini düzeltmekle meşgul oldular ve sefere katılmadılar, en değerli askerleri de îlya topraklarında mahvo-lup toprağa girdi. Fakat Kudüs buna rağmen Sultan Selahaddin'de kaldı. Sadece sahildeki küçücük Akkâ site devleti, isimden ibaret bir hristiyan devlet olarak kaldı.
Üçüncü haçh savaşlarında bütün hristiyan dünyasının birleşik gücü savaşmak için geldi. Fakat Selahad-din'in kuvvetlerine zerrece bir zarar veremediler. Selahaddin'in askerleri, aylarca süren ağır eziyetlerden ve senelerce tehlikelerle yoğrulduktan sonra bitkin düşüp lime lime olmuşlardı. Ama hiçbirinin ağzından bir kelime ile de olsa şikâyet çıkmıyordu. Savaşa çağrıldıkları zaman mübarek bir işe canlarını kurban etmek için hiçbiri hayır demedi.
Dicle nehrinin uzun, derin vadilerinde duran sultana bağlı ülke valilerinin gönlünde, sürekli yardıma çağrılmaktan ötürü belki şikâyet meydana gelmiş olabilir. Lâkin herşeye rağmen kendi kuvvetlerini Sultanın emrine büyük bir debdebe ile, iyi niyetlerle getirip teslim ettiler. Son savaş Civârisevf de oldu. Bu savaşta Musul askerleri büyük bir mertlik ve cesaret örneği gösterdiler. Bu savaşların hepsinde Sultan daima Mısır ve Irak askerlerinden yardım göreceğine güvendi."[31]
Vefatı:
Nihayet kutsal görevini yerine getirerek, İslâm' âlemini Haçlılara esir düşme tehlikesinden koruduktan sonra 27 Safer 589 tarihinde İslâm'ın bu vefakâr yiğit evladı dünyadan göçtü. Öldüğü an yaşı henüz 57 idi.[32] . Kadı Bahâeddin b. Şeddâd, Sultan'm ölümünü şu şekilde anlatıyor:
"27 Safer gecesi Sultan'm hastalığının on ikinci günü idi. Hastalığı şiddetlendi, gücü azaldı. Büyük ve ruhanî üstünlüğü olan Şeyh Ebu Cafer İmam el-Kellâse'ye haber gönderilerek, herkesin başına gelecek olan Ölüm saati şayet o gece gelirse telkinde bulunmak ve Allah'ın adını andırmak için başucunda bulunsun diye saraya davet edildi.
Geceleyin Sultanın yolculuk için ayağını üzengiye atmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Şeyh Ebu Cafer yanına oturmuş, Kur'an-ı Kerim okuyor ve zikirle meşgul oluyordu. Üç günden beri Sultana bir dalgınlık gelmişti. Kendinden geçiyor, ara sıra kendine geliyordu. Ebu Cafer Kur'an okurken 'Hüvellâhüllezî Lailâhe illâhu. Alimül gaybi veşşehâdeti=Hiçbir ilâhın olmayıp sadece kendisinin var olduğu Yüce Allah, gözle görüleni de görülmeyeni de bilendir.' âyetine gelince Sultan kendine geldi. Dudaklarında bir tebessüm belirdi, yüzü neşelendi ve; doğrudur, dedi. Böyle söyledi, canını canları yaratana teslim etti. Safer ayının 27'si olan Çarşamba günü şafak vakti beden kafesinden kurtulup cennet bahçesine uçtu.
Hulefâ-i Râşidînin vefatlarından sonra müslüman-ların başına sanki böyle acı hiçbir gün gelmemiş gibi idi. Kale, şehir ve fezayı bir matem kaplamıştı ki tarif edilemez bir tedirginlik yağıyordu her tarafa. Nasıl bir elem ve ızdırap olduğunu, her tarafı nasıl şaşkınlık sessizliği kapladığını ancak Allah bilir. Ben eskiden insanların başkaları uğruna canlarını kurban ettiklerini, onun adına canını feda ettiklerini duyardım da, bunların gerçek olmayan temenniler ve zoraki gösteriler olduğunu zannederdim. Fakat bugün gördüm ki, bu bir hakikattir. Bizzat ben ve pek çok insan öyle idik ki, imkânı olsaydı onun hayatını devam ettirmek için canlarımızı hemen verebilirdik. Onun canı geri gelseydi kendi canlarımızı hemen karşılığında verirdik."
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Sultanın mal mülk olarak geriye bıraktığı (tere-ke=miras) sadece 47 dirhemden ibaretti. Hiçbir arazi, bağ, bahçe, tarla, ev, dükkân bırakmamıştı. Teçhiz ve
tekfininde bir kuruş bile onun mirasından harcanmadı. Bütün masraflar ödünç para ile karşılandı. Hatta kabir sandukası bile ödünç para ile alındı." Kefen ihtiyacını, onun veziri ve özel sekreteri olan muhterem insan Kadı İbn Şeddâd helâl bir yoldan temin etti.[33]
Derviş Hayatı Yaşayan Sultan:
Kadı İbn Şeddâd, Sultanın yaşayış tarzını, ahlâk ve alışkanlıklarını, özelliklerini şöyle anlatır:
"Sultan son derece sağlam imanlı, kesin inançlı bir müslümandı. Akaid ve inançlarında ehli sünnet vel cemaat mezhebinde ve itikadında idi. Namazlarına, dinî görevlerine çok bağlıydı. £ir keresinde; seneler geçti ben bir tek namazımı dahi cemaatsiz kılmadım, demişti.
Hasta halinde dahi imamı çağırtır ve zorlanarak ayağa kalkar namazım cemaatla kılardı. Derecesine göre sünnetlere devam eder, gücü yettiği, fırsat bulduğu ölçüde gece nafile namaz kılmaya kalkardı. Eğer gece nafile (teheccüd) namazını kılamadığı olursa (Şafiî mezhebine uygun olarak) sabah namazından önce kılardı. Onu son hastalığında da ayakta namaz kılarken gördüm. Sadece kendinden geçtiği son üç günde namazı geçirdi.
Ramazanda oruç tutmaya çok bağlıydı. Birkaç kaza orucu vardı. Kadı İbn Şeddâd 'm hatıra notlarında yazıldığına göre o, kazaya kalan borçlarım ölümünden önce Özenle tuttu. Tedavi eden zât her ne kadar bundan menetti ise de; yarın ne olacak bilmiyorum, diyerek reddetti. Nitekim onları kaza ettikten sonradır ki kendini ilâhî emre teslim edip bu dünyadan çekip gitti.
Hac yapmayı çok arzu etmesine rağmen buna hiçbir zaman fırsat bulamadı. Vefat ettiği sene kesin karar
vermişti, ama yine de buna fırsat bulamadı, ölüm geldi, Kur'an-ı Kerim dinlemeyi çok severdi. Dinlerken çok kere gözlerinden yaşlar boşanırdı. Çok ince kalpli, hassas yapılı, merhamet dolu bir insandı. Her zaman yaptığım gibi bir gün yanma durdum da namaz kılıyordum. Baktım ki secdede uzunca kaldıktan sonra secde yaptığı yer ve sakalı göz yaşlan ise ıslanmış. Ne dua okuduğunu duymadım. O günden beri duasının kabul olduğunun alâmetleri görülmeye başladı. Haçlı ordusunda, dağılma alâmetleri görülmeye başladı. Sonunda saldıran askerler Kudüs düşüncesini bırakarak Remle'ye doğru çekip gittiler."[34]
Güzel Ahlâkı:
ibadetlerine ve güzel amellerine ek olarak idarecilik yönünden de üstünlükleri, güzel meziyetleri vardı. Adalet, bağışlama, yumuşak huyluluk, cömertlik, mertlik ve asalet, sabır ve dürüstlük, cesaret ve yiğitlik, azamet ve üstünlük, azimlilik gibi meziyetlerle süslü idi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor;
"Haftada iki kere çarşamba ve perşembe günleri genel izin verilirdi. Fakihler, kadılar, âlimler ve davalılar hazır olurdu. Zengin, fakir, küçük büyük, yaşlı erkek ve kadınlara varıncaya kadar gelmelerine izin verilirdi. Seferde hazarda bu hiçbir zaman terkedilmedi. Bizzat bir keresinde gece gündüz boyu kendisi davalara baktı, kâğıtları, fermanları imzaladı. Hiçbir dilek ve ihtiyaç sahibini eli boş geri çevirmedi. Bunlarla birlikte Kur'an-ı Kerim okumakla ve zikirle de meşgul oldu.
Eğer biri feryad eder, şikâyette bulunursa bizzat kendisi ayakta o kişinin davasını takip eder, onun yardımına koşar, bütün benliği ile o kişinin derdine der-
man olmaya çalışır, bundan derin bir haz alırdı. ..
Bir keresinde sade bir vatandaş sultanın çok düşkün olduğu oğlu Takiyyüddîn'den davacı oldu. SultaiL oğlunu derhal istetti ve davayı takip edip dinledi. j|
Bizzat Sultanın kendisi aleyhine adamın biri bir dava açmıştı. Davacı haklı olduğunu isbat edememesine rağmen Sultan onu eli boş göndermedi. Bir hil'at ve bir miktar para vererek taltif edip gönderdi."
Çok sabırlı ve zorluklara tahammül eden bir yapıya sahipti. Tarihçi İbn Hallikân diyor ki:
"Arkadaşiarının ve hizmetçilerinin hatalarını, kusurlarını görmemezlikten gelirdi. Bazı kereler hoşuna gitmeyen veya kendisini üzen bir şey duysa dahi ona üzüldüğünü belli etmez ve o kişiye davranışlarında bir fark göstermezdi. Bir gün su istedi, su gelmedi. Tekrar istedi yine gelmedi. Öyle oldu ki aynı toplantı içinde beş kere istemesine rağmen su gelmedi. Sonunda dedi ki: Arkadaşlar, susuzluktan ölüyorum. Bunun üzerine hemen su geldi de Sultan içti. Neden gecikti diye bir şey demedi.
Bir keresinde ağır hastalağından kalkarak rahatlamak için yıkanmak istedi. Banyoda suyun çok sıcak olduğunu gördü, soğuksu istedi. Hizmetçi suyu getirdi, su çalkalanarak üzerine döküldü. Zayıflığından dolayı ona eziyet verdi. Tekrar soğuk su istedi. Bu sefer su kabı olduğu gibi üzerine devrildi. Nerede ise ölümden döndü, yine de ancak: Söyle, beni öldürmeye kasdm mı var? dedi. Hizmetçi özür diledi, o da hiçbir söz söylemeyip sustu. Hiçbir soruşturma yaptırmadı."
Kadı İbn Şeddâd onun komutanların ve diğer yetkililerin hatalarını bağışlamasını, onun yumuşak kalbli ve merhametli oluşunu şöyle anlatır:
"Cömertliği, eh açıklığı o halde idi ki, bazı kereler
fethedilmiş eyâletlerin gelirini bahşettiği olurdu. Kara Arslanoğlu adında bir komutan böyle bir isteği olduğunu ona arz etti, o da bahşetti.
Bazan bir kısım malzemeleri satarak heyetlere ikram ve izzet yapardı. Hazine görevlileri kimi zaman bir miktar parayı; Sultan görürse onu da sarfeder, ola ki nazik bir zamanda acilen lâzım olur diye bir köşeye saklardı. Bir keresinde o başkalarını misâl vererek dedi ki: Öyle bir takım insanlar var ki, onların gözünde para ile toprak aynı şeydir. Bana göre bu sözü ile o, kendini anlatmıştır."[35]
"Vefakârlık, mertlik ve asaletteki durumu şöyleydi; görüşmek ve ziyaret etmek için gelenleri isterse kâfir olsun, eli boş göndermezdi. Sayda valisi görüşmek için gelmişti. Sultan ona çok iltifat edip hal hatır sordu. Kendisi ile aynı sofrada yemek yedirdi. Ama bununla birlikte onu İslâm'a davet etti. İslâm'ın üstünlüklerini, güzelliklerini belirterek İslâm'a girmesini teklif etti. Bu mertlik ve asaletinin bir sonucu olarak en büyük rakibi Richard'a hastalığında sürekli buz ve meyve gönderdi"[36]
Sultan çok asil duygulu, ince yürekli, merhametli bir insandı. Zulme tahammül edemezdi. Haksızlığa, eziyete uğramış zavallı bir kimsenin acıklı halini görmeye dayanamazdı. îbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Bir keresinde hristiyan yaşlı bir kadın ona geldi. Göğsünü yumrukluyor ve durmadan ağlıyordu. Sultan sebebini sorunca: Bir eşkıyanın gelip küçük kızımı çadırımdan alıp kaçırdığı için gece boyu feryad edip ağladım. Sonra biri bana; sultan çok şefkatli ve merhametlidir. Git ondan imdat dile, dedi. Ben de kalktım, sizdeft yardım istemeye geldim. Ben kızımı artık ancak sizden alabilirim, dedi. ; -
Sultan kadının haline çok acıdı. Gözleri yaşlarla doldu. Hemen birini ordu pazarına göndererek bu kızı kimin satın aldığım araştırıp bulması için emir verdi. Kim satın aldıysa verdiği paranın kendisine verilerek çocuğunun getirilmesini istedi. Biraz sonra, giden askerin kız çocuğunu omuzuna almış olarak getirmekte olduğu görüldü. İhtiyar kadın yere kapandı, alnını yere 1 koyarak uzun süre kendi (batı) dilinde bir şeyler söylendi durdu, sonra da sevinç ve neşe içinde çocuğunu alıp gitti. "[37]
Fatımî Devleti'nin Çöküşü ve Selahaddin'in İkinci Başarısı:
Sultan Selahaddin Mısır'da Ubeydî devletine (genellikle Fâtımîler adı ile meşhurdur) son verdi. Bu devlet 299 H. yılından 567 yılma kadar ikiyüz altmış sekiz sene şanla, ihtişamla ayakta kaldı. İslâm dünyasının büyük bir bölümünün itikad ve amellerine, ahlâk ; rveiçtimaî yapısına büyük ve derin tesir yaptı. Bu idare dönemi tuhaf inançlar, enteresan ve acaib hükümler, gülünç kanunlarla dolu idi. Bunlardan birkaçını örnek olarak meşhur tarihçi Makrizî'nin kitabı el-Hıtat ve'l-Âsâr' dan takdim ediyoruz:
"362 H. yılında miras kanununda değişiklik yapıldı ve eğer ölen kişi geride kız çocuğu bıraknıışsa oğullara, yeğenlere, amca ve sâirelere hiçbir pay verilmeyecek diye kanun yapıldı. Bu kanuna karşı gelmeyi, Hz. Fâtuna (r.a.)'ya düşmanlıkla eş kabul ettiler. Hilâli gözetlemek bütün Mısır'da yasaklandı. Oruç ve bayram hesapla yapılmaya başlandı.
372 H. yılında bütün Mısır ülkesinde teravih resmen menedildi. İmam Mâlik'in Muvatta isimli hadis kitabından bir tane ele geçirilmesi üzerine bir kişi teşhir edildi.
393 H. yılında 13 kişi kuşluk namazı kıldılar diye. suçlanarak dövülmüşler ve teşhir edilmişlerdir. 595 H. yılında Mısırlıların çok sevdiği (bir sebze olan) nıelûhiye, Hz. Muâviye çok severdi diye yasaklanmıştır. Cercîr'i de Hz. Âişe (r.a.) severdi diye yasaklamışlardır. O sene bütün camilere, duvarlara, kabirlere, çöllere selefe küfür ve sövgüler yazdırıldı. Süslü levhalar halinde astırıldı. 411 H. yılında el-Zâhir Li İ'zâzidî-nillâh, şaraba genel izin verdi. Zevk ü safa, eğlenceler ve oyun oynamalar aldı yürüdü. O sene bütün memlekette çok pahalılık ve yaygın hastalık vardı. Halk sarayın etrafında toplanıyor, "açız, açız" diye bağırıyordu. Soygun yaygınlaşmıştı.
424 H.de henüz dört yaşında olan veliahdın geçit alayı çıktı. Bütün çarşı süslenmişti. Halk yerleri Öpüyordu.
O halifelerden öyleleri vardı ki, yaşlan çok küçükken halife yapılmış, müslümanların da onlara itaat etmesi farz kabul edilmişti. Mustansırbillah halife olduğunda yedi yaşındaydı. Âmir biahkânıillah da halife olduğunda beş yaşından bir ay birkaç gün büyüktü. EI-Fâiz binasrülah da halife olduğu sırada ancak beş yaşındaydı. Âdıd Li dinillah ise halife olduğu sırada on iki yaşındaydı. [38]
Selahaddin Eyyubî'nin devletinin başlangıcı, Fatımî devletinin sonu ve yeni bir devrin başlaması oldu. Mısır'da Şiîlik ve Rafızîliğin izleri silinmeye başladı. Sünnet gelişti. Yer yer medreseler kuruldu. Buralarda ehl-i sünnet âlimleri ders vermeye başladı. Gitgide Fâtımîlerin bütün izleri silindi gitti. Aşağı yukarı üç-yüz yıl Mısır'ın resmî mezhebi olan İsmâilîîik bu yeni devrin açılması ile birlikte kimsesiz ve garip kaldı. Mısır tarihçisi Makrizî diyor ki:
"Şiîlik, İsmâilîîik ve İmâmîlik mezhebi gizlendi. Sonunda bütün Mısır ülkesinde hiçbir şekilde varlığı kalmadı."
Ubeydî (Fatımî) devletinin bu bir asırlık dönemi İslâm için bir musibet devri idi. Bu dönemde sürekli şeriatla, sünnetle, akaid ve ahlâkla alay edilir, eğlenilir, ilim ehli ve sünnet erbabı yenik ve perişan bırakılırdı. Aşağılık karakterli, serseri ve ahlâksız insanlar üstün ve hâkim kılınırdı.
Allâme Makdisî, Kitab el-Ravdateyn fi Ahbâri Dev-leteyn isimli kitabında o devri anlatırken bakınız ne yazıyor:
"Bu belâ İslâm'ın tepesinde, kurulduğundan yıkılışına kadar devam etti. Yani 299 H. yılının Zilhicce ayında başladı, 567 senesine kadar devam etti. Onların devrinde Rafızîlik arttı, sultaları güçlendi. Halka vergiler kondu. Başkaları bunlara uydu. Suriye sınırlarında yaşayan dağlılardan Nusayrîler, Dürzîler, Haşîşîler (esrarkeşler) bunlardan birer taife olup onların etkisi ile daha da sapık inançlara saptılar. İsmaîlîler'in onların üzerindeki etkisi bunların aşırı cahil oluşlarından dolayı oldu. Onlara yaptıkları kadar başkalarına etki yapamadılar. Onların idare döneminde Avrupalılar, Suriye'nin ve Arap yarımadasının pek çok şehrini zap-
tettiler. Bir süre Atabeklerin kuruluşuna ve Selahad-din gibi bir mücahidin ortaya çıkışma kadar devam etti. O Selahaddin ki, İslâm ülkelerini yeni beştan kâfirlerin elinden geri aidi ve Allah'ın kullarını onların tasallutundan kurtardı.[39]
Büyük bir dinî ve ahlâkî inkılâbın gelmesini gerektiren bu saltanatın çöküşünün, sağlam inançlı müslü-manları ve sünnet aşıklarını sevindirmesi gayet tabii bir şeydi. Doğumundan ancak 29 sene önce bu inkılâbın olduğu Allâme Makdisî, bunun sonucu olarak meydana gelen değişmeleri ve etkileri bizzat gözleri ile görmüştür. Sevincini şu kelimelerle dile getirmektedir:
"Bu saltanat bitti. Bununla birlikte Mısır'da İslâm'ın zelil kılınışının devri de sona erdi."[40]
Hafız İbn Kayyım kendi kitabı es-Sauâiku'l-Mür-sele' de Bâtmîlerin yükselişim ve etkilerini, sonra da Nureddin'in ve Selahaddin'in eliyle bu saltanata nasıl son verildiğini şu heyecanlı sözlerle anlatır:
"Bâtmîlerin fikir, görüş ve iddiaları doğuda son buldu. Batıda da gittikçe ortaya çıkmaya başladı. Nihayet zamanla güçlü bir hareket halini aldı. Ayakları yer tuttu. Önderleri uzak batının pek çok şehirlerini ele geçirdi. Sonra daha da ilerlediler ve Mısır'a kadar ulaştılar, orayı ele geçirdiler ve Kahire'nin temelini attılar. Kadıları, idarecileri ve liderleri ile açıkça kendi davalarını yürürlüğe koydular.
Onların döneminde İhvân-ı Safa Risaleleri yazıldı. İbn Sina, el-İşârât, Şifâ ve diğer eserlerini yazdı. Bizzat İbn Sina'nın kendisi; babasının, (Fatımî halifesi ve o fikirlerin davetçisi) Hakimbillâh'm davetçilerinden olduğunu söylemektedir. Fâtımîler'in döneminde sünnet ve hadis yolu yasaklandı. Sünnet ve hadis kitapları rafa kaldırıldı. Bakmak isteyen ancak onu gizlice okumuş olmalıdır.
Bu davanın temel prensibi ve ana konusu: aklın, peygamberlerin vahiy yolu ile getirdiği bilgi ve talimatın üstünde tutulmasıydı. Gün geçtikçe bütün batı ülkesi, Mısır, Suriye ve Hicaz'a bu Batınîler musallat oldu. Seneler boyu Irak'a dahi bunlar hâkim oldular. Bu dönemde onların idaresinde ehl-i sünnetten olanlar, zimmîler (müslüman devletininin emrinde yaşayan müslüman olmayan halk) gibi idiler. Hatta gerçek şu ki, zimmîlere nasib olan güven, huzur, itibar ve haysiyete müslümanlar sahip değildi. Bu dönemde nice âlim, boynu vurulacak kimse kabul edildi; nice peygamber mirasçısı onların hapishanelerinde yata yata can verdi.
Sonunda Allah'ın gayreti coştu da Nureddin ve Selahaddin vasıtasıyla bu Bâtmîlerin işkence ve zulüm elinden müslümanları kurtardı. Bu ülkelerde İslâm son nefesini veriyor gibiydi. Fakat bu saltanat değişimi (inkılabı) ile İslâm'a yeni hayat bahşedildi ve yükseliş güneşi ufuktan doğdu. Yeryüzünün bütün müslümanları bundan dolayı neşeye boğuldu. Bu musibet devrinde İslâm'ı koruyacak hiçbir kimse yok mu diye arandığı bir sırada Allah Teâlâ kendi kulları ve mücahidler ordusu ile Kudüs'ü haça tapanlardan kurtardı.
Allah ve onun peygamberinin yardımcıları, kendi azim ve cesaretlerine uygun olarak hak dinin galip gelmesi hakkını yerine getirdiler."[41]
İşte böylece Selahaddin Eyyubî bir taraftan haç uğruna savaşa çıkanların çoğalıp gelen, coşup akan seylâbım durdurarak İslâm âleminin siyâsî köleliğini, ahlâkî ve kültürel çürümesini ve batılı saldırganların arzularına av olmasını asırlarca engellemiş ve bu belâdan İslâm'ı ve müslümanları korumuş oldu. Diğer taraftan da (Fatımî denmekle meşhur) Ubeydî devletine son vermekle o, Mısır'dan çıkarak İslâm dünyasında Bâtınîliğin, îsmâilîliğin etkilerini yayan fesad ve pislik kaynağını kapatmış oldu. Bu fesad kaynağı iki-üçyüz yıldan beri ümmet içindeki çözülmenin ve ahlâkî, fikrî, itikadî bozulmanın sorumlusu idi.
İslâm tarihi, yiğit Selahaddin'in bu iki başarısını, bu iki büyük kahramanlığını hiçbir zaman unutmayacaktır ve hiçbir ülkenin müslümanı bu Kürd mücahide minnet duymaktan uzak kalamaz.
İslâm adına, müslümanlar adına, Allah mükâfatların en güzelini, en üstününü versin.[42]
[1] Geniş bilgi için bakınız: Ençyclopedia Britannica, c.6, madde, Crusades.
[2] Ençyclopedia Britannica, c.6, s.627, madde Crusades
[3] Sultan Selahaddin Eyyûbî, Stanlev Len Paul. s.188.
[4] A.g.e., S.21.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/329-332.
[5] A-g.e, s.29.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/333-334.
[7] el-Kâmil, Ibn Esîr, c.ll, s.124.
[8] Sultan Selahaddin Eyyubî, s.81.
[9] A.g.e, s.115.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/335-336.
[10] İbn Hallikân, Nureddin Zengî maddesi.
[11] el-Kâmil, c.ll,s.l64.
[12] eI-Kâmil,c.ll, 8.164.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/336-339.
[13] el-Kâmil, c.ll, s.122-123.
[14] el-Kâmil, c.11, s.123.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/339-340.
[15] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.31.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/341-342.
[16] el-Nevâdir el-Sultâniye ve el-Mehâsin el-Yusufiye.
[17] Sultan Selahaddin, s.86.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/342-343.
[18] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.16.
[19] A.g.e, s.155.
[20] A.g.e, s.155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/343-344.
[21] Sultan Selahaddin, s.187-188.
[22] A.g.e,s.l89.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/344-345.
[23] Kadı İbn Şeddâd'm rivayetinde şöyle bir ek bilgi var: O çaresiz hacılar insanlık adına ondan merhamet dileyince onlara küstahça: "Muhammed'inize söyleyin de sizi kurtarsın!" demişti. Bu olay ve söz Selahaddin'e ulaşmıştı da bunun üzerine; eğer bu edepsizi ele geçirirsem onu mutlaka öldüreceğim, diye söz vermişti.
[24] Sultan Selahaddin, s.188.
[25] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.64.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/345-347.
[26] A.g.e, s.213.
[27] A.g.e, 3.66.
[28] Tarih-i Ebu'I Fidâ tercemesi.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/347-348.
[29] Sultan Selahaddin, s.202-205.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/348-351.
[30] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/351.
[31] A.g.e,s.310-312.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/351-353.
[32] Sultanın doğumu 532 H. yılında olmuştur. (Ebu'l Fidâ)
[33] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/353-355.
[34] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/355-356.
[35] el-Nevadir el-Sultâniye, s.13-14.
[36] el-Fethu'l Kıssîfil Fethil Kudsî, İmadeddin el-Kâtip.
[37] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.26.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/356-359.
[38] Kitab el-Hıtât ve el-Âsâr, Makrizî, s.340:,355.
[39] Kitab el-Ravdateyn fî Ahbâri Devleteyn, c.l, s.201.
[40] A.g.e, c.l, s.200.
[41] es-Savâikul-Mürsele ale'l-Cehmiyye ve'1-Muattale, el, s.233-234.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/359-364.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder