7- HZ. ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ (Rh.A.) , ALLÂME İBN CEVZÎ
Genel Davet Ve Islahata İhtiyaç Duyulması
İmam Gazâlî'nin etkin kişiliğine, onun ilim ve ıslâh yolundaki başarılarının büyüklüğüne rağmen, genel bir İslâmlaşma hareketi için yapılması gerekenler duruyordu.
Büyük çapta bir müslüman kitle, ilmî şüpheler ve kişiye özel (manevî) hastalıklar yerine, yaygın bir ahlâkî zayıflığa, amelî eksikliklere, dağınıklığa ve cehalete yakalanmışlardı. Bunun çok çabuk tedavisi gerekiyordu.
Bu bakımdan büyüleyici konuşma yeteneğine sahip bir hatibe ve halkla kaynaşmış manevî şahsiyeti yüksek bir kişiye öyle süratle ihtiyaç vardı ki, bu şahıs vaaz ve nasihatları ile, kalbleri temizleme ve ahvali ıslah yolu ile müslüman halkta dinî ruh ve yeni bir iman hayatı meydana getirmeliydi.
Keyfî bir devlet idaresi dört yüz seneden beri sürdürdüğü yanlış uygulamalarla müslümanlarm ahlâkını etkilemişti. Sayıları oldukça kalabalık öyle bir sınıf ortaya çıkmıştı ki; hayatta tek amaçları mal-mülk edinmek, makam mevki elde etmekti. Her ne kadar inanç olarak Allah'ı ve âhireti inkâr etmiyorlarsa da; yaşayış ve davranış açısından Allah'ı unutmuş, âhiretten habersiz, hayata gömülüp kendilerini tamamen dünyaya kaptırmışlardı.
Yabancı medeniyet, kültür ve toplum düzeni de islâmî hayata pençesini geçirmişti. Yabancı âdetler ve cahiiiye dönemi an'aneleri hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Hayat düzeyi çok yükselmiş, toplumun istekleri çok artmıştı. İdarecilere yaltaklık yapan, adamına göre davranan, saçma göre tarak veren, gözlerini makam ve mevkiye dikmiş insanlardan oluşan bir millet türemişti. Orta sınıf ise idarecilerin peşinden gidiyor, onları taklid ediyordu. Halk tabakası ve çalışan sınıf bu orta sınıfın ahlâk, âdet ve yaşayış tarzlarından etkileniyordu. Servet ve geçim kaynakları bol olan zümre, bu genel halk tabakası ile çalışan sınıfı yanlış ve haksız biçimde kullanıyor, kendileri hayatın zevklerini, rahatını, lüksünü tadıyor, refah içinde yüzüyorlardı. Böyle bir hayattan mahrum olanlar da aşağılık duygusuna kapılmışlar, kendilerini hayvanlardan daha aşağı gibi görüyorlardı. Servet sahipleri yardımlaşmaktan, fedakârlıktan ve şükür hissinden uzaklaşıp gidiyor; çalışan, emeği ile geçinenler de sabır ve kanâattan, güçlü iman ve gözü toklukdan yoksun hale düşüp gidiyordu. İşte bu haliyle sosyal hayat bir buhrana doğru gidiyordu.
Böyle bir zamanda artık dünya hırsının doğurduğu buhranı azaltacak, imanı uyanışı canlandıracak, âhirete kesin inancı güçlendirecek, Allah'ın rızasını isteme zevkini ve coşkusunu meydana getirecek bir çağrıya, güçlü bir harekete ihtiyaç vardı.
Bu daveti yapacak kişi Allah Teâlâ'yı doğru şekilde tanımalı, ona kullukta, onun rızasını kazanmakta üstün gayretle, büyük cesaretle hareket etmeliydi. Bu yolda yarış yapmaya ve pürüzsüz tevhide çağırmalı, onu herkese anhyacağı ölçülerde anlatmalıydı. Dünyacıların ve servet sahiplerinin değersizliklerini ve bunlara neden olan mali varlıkların çok basit, kıymetsiz şeyler olduğunu açıkça ve güçlü bir ifade ile anlatmalıydı. [1]
Davetçinin İlmî Yetkileri:
İslâm tarihinde Hicrî beşinci asır, ilimlerde, fenler-de ilerleme bakımından özel bir farklılığa, ayrıcalığa sahiptir. Bu yüzyılda zihnî, aklî, dinî ve edebî bilgilerde çok büyük ve üstün seviyede ilim ve fen önderleri yetişti.
Bu asrın sonunda Allâme Ebu îshâk Şirâzî (Ö.476 H.), İmam Gazâlî (ö. 505 H.) türü derya gibi âlimler, fenciler, Ebu el-Vefâ b. Ukayl (ö. 513 H.) gibi fıkıhçı ve araştırıcı, Abdülkâdir Cürcânî (ö. 471 H.) gibi zevk sahibi ve ilim müctehidi, Ebu Zekeriya Tebrîzî (ö. 502 H.) gibi dilci, filolog ve nahivci, Ebu'l Kasım Harîrî (ö. 516 H.) gibi nesirci, yazar ve üslup sahibi kimseler görüldü. Bu kimseler asırlarca kafalara gönüllere, zevklere hükmettiler.
Büyük, insanlar üreten bu devir ve Bağdat gibi yemyeşil münbit topraklarda ortaya çıkan dinî hizmetler için ve kafaların, gönüllerin yüzünü çevirmek için üstün ilmî kabiliyetleri ve pek çok meziyetleri kendinde toplamış bir kişiye ihtiyaç vardı. O kişi, bu devrin yaygın olan bütün ilimlerinde üstün mertebesi itiraf edilmekle, manevî büyüklüğü kabul edilmekle birlikte ilim ve fazileti de basite alınmamalıydı. Bu devrin ölçüsüyle ve güzel bir dil ve üslûbla konuşmalı, konuştuğu her toplantıda her meşrebdeki kişi ondan zevk almalı, hiçbir kimse onu "İbâdete düşkün bir cahil" veya "Bilgisiz bir nasihatçı" diyerek gözardı etmemeliydi. Sonra da imam zayıf kişiler bu vaaz ve nasihat toplantılarında imanlarını kesin imana dönüştürmeli, iman harare-
ti elde etmeli, şüphe içinde kıvrananlar bundan kurtulup kalplerinde genişlik, rahatlık hissetmeli; bilgisizler, bilgi almalı, ruhunda eziklik duyanlar huzura kavuşmalı, amelsizler ve ümidsizlere heyecan ve zevk verilmeli, amellerine hareketlilik ve ibadet etme gücü aşılanmalıydı. [2]
Bağdat'ın İki Dâvetçisi:
Bu feyiz ve kemâllerle dolu devirde Allah Teâlâ; dine davet etmeleri ve müslümanlarda yeni baştan iman hararet ve hareketi, tevbe edip kulluğa sarılma hali meydana getirmeleri için iki kişi yarattı. Bu iki kişinin varlığıyla din büyük güç kazandı. Bunların birinin adı ünlü efendimiz Abdülkadir Geylânî (rh.a.), diğeri de Abdurrahman el-Cevzî'dir.
Ruhî zevkleri ve eğilimleri farklı olmakla birlikte, ikisi de o devirde müslümanlarm hayatı üzerinde derin etki bırakmış, Allah Teâlâ ikisinden de dinine hizmet almıştır. Bağdat'ın; ikisinin de yaşadığı yer ve davet merkezi olması ise Allah'ın büyük bir hikmetidir. Çünkü Bağdat, İslâm dünyasının sinir merkezi ve onun ilmî, siyasî başşehri idi. Allah Teâlâ, onlara hizmet etmeleri için uzun bir ömür ve geniş bir alan da lütfetmişti.
Bu iki büyük dahinin Hanbelî fıkıh ve mezhebinden oluşu Hanbelîler için büyük onur ve iftihardır.[3]
Hz. Abdülkadir Geylânî (Rh.A.)
Tahsili ve Gelişmesi:
Efendimiz Abdülkadir Geylânî (rah.a) 470 H. yılında Geylan'da[4] doğdu. Soyu on batın öncesinde İmam Hz. Hasan (r.a) efendimize ulaşır. 18 yaşında iken galiba H. 488 de Bağdat'a geldi. Bu sene, İmam Gazâlî'nin gerçeği aramak ve bulmak üzere Bağdat'tan ayrıldığı senedir. Bağdat bir değerli büyük zâttan mahrum olurken, ikinci diğer büyük değerli bir ıslahatçı ve Allah'a çağıran zâtın oraya gelmesi sadece bir tesadüften ibaret olamaz[5]
Abdülkadir Geylânî bütün azmi ile Bağdat'ta ilim öğrenmeye başladı. İbâdetlere, zikirlere ruhî bir meyli var idiyse de ilim tahsilinde kanaat ve zühdle hareket etmedi. Her ilmi onun en büyük âliminden, ehlinden Öğrendi ve o bilgide tam yetki elde etti. Hocaları arasında Ebu 1-Vefâ, İbn Ukayl, Muhammed b. Hasan el-Bâkıllânî ve Ebu Zekeriyya Tebrîzî gibi ünlü bilginler ve ilim önderlerinin isimleri görülmektedir. Tarikat terbiye ve ilmini Şeyh Ebul-Hayr Hammâd b. Müslim el-Debbâs'tan[6] öğrendi. Kadı Ebu Said Mahremî'den de tekmil eyledi, ondan icazet aldı.[7]
İrşad ve Islâhı, Halka Dönüşü:
Zahir ve bâtmda kemâle erdikten sonra ıslâh ve irşada (insanları yanlış hareketlerinden uzaklaştırıp doğru, hak yola çevirmeye) yöneldi. Ders kürsüsüne de, irşad kürsüsüne de aynı anda oturdu.
Hocası ve şeyhi Şeyh Mahremî'nin medresesinde okutmaya ve nasihat etmeye başladı. Çok kısa süre içinde medreseyi genişletme gereği ortaya çıktı. İhlâs sahipleri binaya ek bina yaparak medreseyi toplantısına katılanlara yetişir hale getirdiler. Halk o kadar akın ediyordu ki, medresede adım atacak yer kalmıyordu. Bütün Bağdat nasihatini, ir şadlarını dinlemeye koşuyordu. Allah Teâlâ ona öyle bir sempati ve sevimlilik vermişti, halkın o kadar ilgisini çekiyordu ki, sultanlara bile bu kadarı nasib olmamıştı.
Şeyh Muvaffakeddin İbn Kudâme (meşhur kaynak kitap Muğnî' nin yazarı) diyor ki:
"Ben hiçbir kimsenin dinî bir sebepten dolayı bu kadar sevildiğini görmedim. Sultanlar, vezirler onun toplantılarına yalvarıp yakarırcasma katılırlar, edeb ve saygı ile otururlardı. Âlimlerin, nkıh bilginlerinin sayısı bilinmezdi. Her bir toplantıda dört yüzer mürekkep hokkası sayılmıştı. Bunlar onun buyruklarını yazıya geçirmek için getiriliyordu." [8]
Güzellikleri ve Ahlâkı:
Bu yüksek ve üstün meziyetlerine rağmen son derece yumuşak başlı, alçak gönüllü, ağırbaşlı idi. Bir çocuk veya kız çocuğu bile konuşsa ayağa kalkarak dinler, işini görürdü. Fakirlerin, yoksulların yanma oturur, onların elbiselerini temizler, başlarındaki biti ayıklardı. Ama bunun aksine anlı şanlı adamlara ayağa kalkmaz, devlet erkânına saygı için önünde dikil-mezdi. Halifenin bazan geldiği olurdu da saygı göstermek için ayağa kalkmak gerekmesin diye kasden içeri (eve) girerdi. Halife gelip oturduktan sonra tekrar gelirdi. Hiçbir zaman bir padişahın veya bir vezirin kapısına gitmedi.
Onu görenler ve çağdaşları, güzel ahlâkına ve üstün azmine, alçakgönüllülüğüne, cömertliğine, fedakârlığına ve yüce ahlâkî niteliklerine hayranlıklarını gösterirlerken onu Öve öve bitiremezler. Uzun bir ömür sü- t ren büyük bir zât (Harrâde) pek çok büyük zâtlarla karşılaşmış hem de Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. O zat şöyle diyor:
"Gözlerim Hz. Şeyh Abdülkâdir Geylânî'den daha güzel ahlâklı, gönlü bol, üstün şahsiyetli, ince kalbli, sözüne, sevgisine sadık birini görmedi. Azametine, üstün mevkiine ve derin bilgisine rağmen küçükleri gözetir, büyüklere saygı gösterir, selâm verirken önceliği bırakmaz, zayıf kimselerle düşer kalkar, fakir kimselere karşı alçakgönüllülükle hareket ederdi. Halbuki o, hiçbir lidere, padişaha saygı göstermek üzere ayağa kalkmamıştı. Hiçbir vezirin veya yüksek düzeydeki idarecinin yahut padişahın kapısına gitmedi.[9]
Ebu Abdullah Muhamraed b. Yusuf el-Birzâlî el-İşbîlî onu şu ifadelerle övmektedir:
"O; duaları makbul kimse idi. (Bir ibret verici veya acınacak bir olay zikredilince) hemen gözlerinden yaş boşanır, her zaman ve her an zikir ve düşünme ile meşgul olurdu. Çok yufka yürekli idi. Güleç yüzlü, yumuşak kalbli, ince ruhlu ve cömertti. İbadet ve mücâhe-dede makamı çok yüksekti."[10]
Irak müftüsü Muhyiddin Ebu Abdullah Muham-med b. Hamid Bağdadî ise şöyle yazıyor:
"İnsanların çirkin sözlerden insanların en uzağı, hak ve doğruya ise insanların en yakını idi. Allah'ın haram kıldığı şeylere el uzatılınca celallenir, kendi nefsi için başkasına öfkelenmez, Rabbinin rızasının dışında kimseden öç almak istemezdi. Hiçbir dilenciyi eli boş çevirmez, hatta sırtındaki elbiseyi çıkarıp vermesi gerekse bile verirdi. Açların karnını doyurmayı, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek masrafı çekinmeden vermeyi özellikle çok severdi."[11]
Allâme İbn Neccâr, şöyle söylediğini nakletmektedir:
"Eğer dünyanın bütün serveti elimde olsaydı onlarla, açları doyurmak için hemen yemek yedirmeye koşardım." Bazan şöyle de söylediği olurdu: "Öyle anlaşılıyor ki benim bakracım delik, hiçbir şey içinde durmuyor. Eğer bin dinar elime geçse geceyi onunla geçirmem, hemen harcarım. "[12]
Kalâidü 'l-Cevâhir kitabının yazarı şöyle yazıyor:
"Geceleyin geniş sofra serer, bizzat misafirlerle yemek yerdi. Zayıflarla, fakirlerle oturup kalkar, talebelerin sözlerini sabırla dinlerdi. Herkes, meclisde şeyh-den daha yakın, ondan daha çok kendisine kıymetli bir kimsenin olmadığını zannederdi. Müridîerinden gele-miyenlerin durumunu sorar, ona ne oldu diye endişe ederdi. İlişkileri sürdürmeye çok dikkat eder, kusurları bağışlardı. Birisi eğer bir mesele üzerine yemin ederse ona inanır, eğer işin iç yüzünü bilir de o kişinin yalan yere yemin ettiğinin farkında olsa bile gizler, yüzüne vurmazdı."[13]
Ölü Kalplerin Diriltilmesi:
Efendimiz Abdülkâdir Geylânî (rh.a)'in kerametlerinin çokluğu üzerinde tarihçiler görüş birliğindedirler.
Şeyhülislâm İbn Teymiye ve İzzeddîn b. Ab-düsselâm diyorlar ki: "Şeyhin kerameti tevatür derecesine ulaşmıştır."
Bunlardan en önemli kerameti ölü gönülleri diriltmesi idi. Allah Teâlâ onun kalbinin teveccüh etmesiyle ve dilinin tesiriyle yüzbinlerce insana yeni imanlı bir hayat bahşediyordu. Onun mübarek varlığı İslâm için bir bahar rüzgârı gibi idi ki, bu rüzgâr kalplerin içindeki mezarlığa yeni can verdi. İslâm dünyasında yeni bir iman ve maneviyat havası dalgalandırdı.
Şeyh Ömer Keysanî de diyor ki: "Hiçbir sohbet meclisi geçmiyordu ki orada bir yahudi, bir hristiyan müs-lümanlığa giriyor olmasın; katiller, yol kesiciler ye sabikalılar tevbe ile müşerref oluyor olmasın; itikadı bozuk, inancı sapık biri yanlış inancından tevbe ediyor olmasın."
Cübbâî şöyle anlatıyor: Bir gün bana Hazreti Şeyh dedi ki; "Eski insanların yaşadığı gibi ormanlarda, sahralarda yaşamayı temenni ediyorum. Ne beni diğer yaratıklar görsün, ne de ben diğer yaratıkları göreyim. Fakat Allah Teâlâ kullarının hayrını ve faydalanmasını takdir etmiştir. Benim elimle beşbinden fazla yahudi ve hristiyan müslüman oldu. Düzenbaz ve sabıkalı kimselerden yüzbinden fazla insan benim elimle tevbe etmiştir. Bu da Allah'ın büyük nimeti ve lütfudur."
Tarihçilerin anlattıklarına göre; Bağdat'ın nüfusunun büyük bir bölümü Hazretin eliyle tevbeye nail olmuşlar ve pek çok yahudi, hristiyan ve zimmî müslüman olmuştur [14]
Öğretim Çalışmaları ve Hizmetleri:
Yüksek derecede velilik mertebesine sahip olmasına ve nefisleri, ahlâkları terbiye ve ıslâh etme yolunda bütün varlığıyla çalışmasına rağmen, okuma, okutma, fetva verme, inançları düzeltme, itikadlan tashih etme işlerinden ve ehl-i sünnet mezhebini destekleme ve o uğurda gayret göstermekten de geri durmuyordu.
Akaid ve temel meseleler deki görüşte, Ahmed b. Hanbel'in ve hadisçilerin mezhebinde idi. Ehl-i sünnet ve selef mezhebine büyük destek sağladı. Bunun karşılığında itikad ve amel sahasında bid'atlar söndü.
İbn Sem'ânî diyor ki: "Sünnete bağlı olanların (ehl-i sünnetin) sânı, değeri onun sayesinde yükseldi, onun kefesi ağır geldi."
Medresede, tefsir hakkında bir ders, hadis hakkında bir ders, fıkıh hakkında bir ders, müctehidlerin ihtilaflı konuları ve delilleri hakkında bir ders okuturdu. Sabah akşam tefsir, hadis, fıkıh, öğleden sonra da tec-vidli Kur'an-ı Kerim okuma dersi verir, bir de fetvalarla meşgul olurdu. Genellikle Şafiî ve Hanbelî mezheb-lerine göre fetva verirdi. Irak âlimleri onun fetvalarına şaşar kalır, hayranlıklarını belirtirlerdi[15]
Bir keresinde, nasıl fetva verilir diye ortaya şöyle bir mesele atıldı: Bir kişinin yemin edip, "Hiç kimsenin o anda yeryüzünde bana ortak olamıyacağı bir ibâdet yapacağım ve o ibâdeti o anda benden başka kimse yapmamış olacaktır. Eğer böyle bir ibâdet yapmazsam üçten dokuza şart olsun ki eşimden boşanmış olacağım." dediği, buna nasıl fetva verilebileceği soruldu. Âlimler bunu duyunca şaşırdılar. Hiç kimsenin yeryüzünde o kişiyle o anda ortaklaşa yapamıyacağı ibâdet ne olabilir diye akıllarına hiçbir çıkış yolu gelmedi.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerine bu mesele getirilince, fazla üzerinde durmadan hemen şöyle buyurdu: "Tavaf yeri (Kabe'nin etrafı) boşaltılır da o adam yedi defa Kabe'yi tavaf ederse ve o anda da başka bir kimse tavaf etmezse yemini yerine gelmiş olur." Âlimler bu fetvaya hayran kaldılar ve dediler ki: Bir kişiye yeryüzünde başkasının iştirak edemiyeceği tek ibâdet Kabe'yi tavaftır. O kişiden başkası tavaf ettirilmezse şartı yerine gelmiş olur."[16]
Doğruluğu ve Hakikati Görmesi:
Abdülkâdir Geylânî hazretleri doğrulukta bir dağ gibi idi. Şeriata kusursuz bir bağlılık, sağlam bilgi, ilâhî te'yid (destek) onu öyle bir makama ulaştırmıştı ki; hak ve bâtılı, nuru ve karanlığı, sağlam ilâhî ilhamı ve şeytan hilesini birbirinden tamamen ayırır ve tanırdı.
Hz. Muhamnıed (a.s.)'in şeriatının hükümlerinde ve helâl haramda kıyamete kadar bir değişme olamıya-cağı gerçeğini iyice görmüştü. Bunun aksini kim iddia ederse onun şeytan olacağını bildirmiştir.
Buyururlar ki: "Bir gün muhteşem bir ışık göründü, onunla gökyüzü doldu. Arasından bir şekil belirdi de bana hitaben dedi ki: Ey Abdülkâdir, ben senin Rab-binim. Ben sana bütün haramları helâl yaptım. Ben de ona, defol mel un, dedim. Böyle der demez o ışık karanlığa dönüştü. O şekil duman haline geldi ve bir ses: Ey Abdülkâdir, Allah seni derin bilginden ve geniş fıkıh malumatından dolayı kurtardı. Yoksa ben bu yolla yetmiş tasavvuf erbabını yoldan çıkardım, dedi. Ben de; bu Rabbimin bana bir lütfudur dedim." Birisi: Efendimiz, onun şeytan olduğunu nasıl anladınız? deyince, "Ben haramları sana helâl kıldım demesinden anladım." buyurdu[17]
Şu söz de onun buyruklarındandır:
"Eğer Allah'ın sınırlarından (şeriatın hükümlerinden) bir çizgiyi çiğnersen bil ki fitneye düştün ve şeytan seninle oyun oynuyor demektir. Derhal şeriatın emrine dön, ona sıkı sarıl, nefsin isteklerine karşı koy. Çünkü şeriatın içermediği her hakikat bâtıldır, geçersizdir."[18]
Kendini Allah'a Teslim Etmesi ve Allah'ı Bir Bilmesi:
Allah'a kendini teslim ve kusursuz tevhid, yani Allah'ı bir bilme onun özelliği idi. Ara sıra ders verdiği sıralarda aşinada kendi hali olan "hâl"i ve "makam"ı izah ederdi.
Bir yerde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kul bir musibete yakalandığı, bir belâya uğratıldığı zaman önce kendi başına ondan kurtulmaya çalışır. Kurtulamazsa başka yaratıklardan yardım ister, meselâ padişahlardan, devlet erkânından veya dünyalığı boî olanlardan. Hastalık ve sayrılıkta, doktorlardan. Onlardan da bir fayda sağlayamazsa o zaman Rabbine yönelerek düâ eder ve ağlayarak, sızlayarak, şükrederek, hamdederek Allah'a teslim olur. Yani kendi nefsinden yardım gelirse halka başvurmaz, başkasına minnet etmez. Halktan yardım ve destek gördüğü sürece de Allah'a yönelmez. Halktan da bir yardım görmezse (çaresiz kalarak) Allah'a kendini teslim eder. Durmadan dua ve yakanşlarda bulunur. Ağlar sızlar, hamdeder ve hacetini arzeder. Umud ve umutsuzlukla bunları yapar durur. Sonunda Allah onu bu dua ve niyazlarından da bıktırır. Onları zaten kabul etmez de. Nihayet bütün sebep ve vasıtalar (ortadan kalkar ve o kimse herşeyden) ayrılmış olur. O zaman ona kaza ve kader hükümleri uygulanır ve orada Allah'ın takdiri yürür.
Kul bütün vasıta ve hareketlerden kurtulupta ve sadece ruh kalınca; Allah'ın fiilinden başka bir şey görünmez, artık kesin bir şekilde mutlak güçlü iman sahibi bir muvahhid olur. Kesinlikle bilir ki Allah'tan başka ne bir iş yapan vardır, ne de bir hareket ve sükûnet veren vardır. Ne de ondan başkasının elinde iyilik ve kötülük yapma gücü; ne yarar, zarar, ne lütfetme, mahrum etme yetkisi, ne yaşatma, öldürme, izzet verme, zelil kılma, zengin yapma, fakir yapma yeteneği vardır. İşte o zaman (kaza ve kader hükümleri) içinde kulun durumu; mürebbiyesinin elindeki süt çocuğuna veya yıkayıcının elindeki ölüye benzer. Ya da polo oyunundaki topa benzer. Süvari değneğini ne tarafa vurursa o tarafa gider, kendiliğinden hiçbir şey yapamaz. Ne kendisi için ne de başkası için. Yani kul, Rabbinin fiili içinde ve kendi nefsi içinde kaybolur. Rabbinden ve onun fiilinden başka ne bir şey görür, ne duyar. Ne de bir şey düşünür ve anlar. Gördüğü ne varsa onun sanatı, duyduğu ne varsa onun sözüdür. Onun ilmi ile (herşeyi) bilir. Onun nimetinden faydalanır. Ona yakın olmaktan saadet bulur...[19]
Allah'ın Kullarına Şefkati:
Bütün insanlarla ve ümmet-i Muhammediye ile ilgisini, her zaman onları düşünmesini ve Peygamber (a.s.)'in görevini yüklenenlerin ve özel olarak Allah'a yakınlık elde etmiş kulların alâmeti olan insanlara şefkat duygusunu, onun şu konuşmasından tam olarak anlayabilirsiniz. Bu konuşmada o, pazara (çarşıya) gidenlerin ahval ve derecelerini açıklamıştır. O derecelerin en sonuncusunu belirtirken, aslında başkalarının durumları adı altında kendi halini ve makamını anlatarak şöyle diyor:
"Ve beşincisi o kimsedir ki, çarşıya girdiğinde kalbi Allah ile meşguldür. İnsanlara merhamet etmek için ve bu merhamet ne var ne yok diye o insanlara hiç baktırmadan, çarşıya girişinden çıkışma kadar çarşı halkı hakkında duâ ve istiğfar eder, gönlü onlara merhamet ve şefkatle dolar taşar. Kalbi o insanların ahvalinden dolayı yanar durur, gözü sürekli yaş döker. Allah'ın fazl ve kereminden o halka verdiği nimetlerinden dolayı da lisanı daima şükreder."[20]
Abdülkâdir Geylânî'nin Devri ve Çevresi:
Geylânî hazretleri Bağdat'ta 73 sene geçirdi ve Abbasî halîfelerinden beşi onun gözleri önünde birbiri arkasına hilâfet makamına geçti. Onun Bağdat'a şeref verdiği günler Halîfe Mustazhirbillah Ebu'l Abbas (ö. 512 H.)'m devri idi. Ondan sonra sıra ile Müsterşid Râşid, Muktedî Liemrillah ve -Müstencid Billâh saltanata geçtiler.
Şeyhin bu dönemi çok önemli tarihî olaylarla doludur. Selçuklu sultanları ile Abbasî halifelerinin aralarındaki çekişmeler en şiddetli şeklini almıştı. Bu sultanlar Abbasî idaresine tam hâkim olmak ve kesin söz sahibi olabilmek için bütün gayretlerini gösteriyor, canla başla uğraşıyorlardı. Bazan halifenin rızası ile bazan da onun karşı gelmesi ve istememesine rağmen, ara sıra halife ile sultanın orduları arasında düzenli bir savaş yapılır, müslümanlar çekinmeden birbirinin kanını akıtırdı.
Bu tür olaylar Müsterşid zamanında birkaç kez olmuştu. Halbuki bu halife Abbasüerin en aklı başında, tedbirli halifesi idi. Çok kere de o üstün geldi. Fakat 10 Ramazan 519 H. tarihinde Sultan Mesûd'la yaptığı savaşta kesin yenilgiye uğradı.
İbn Kesîr şöyle yazıyor:
"Sultanın ordusu üstün geldi. Halife hapsedildi. Bağdatlıların mah mülkü yağmalandı. Bu haber bütün bölgelere yayıldı. Bağdat bu acı haberden çok müteessir oldu. Halkı arasında dış görünüş açısından olsun, manevî açıdan olsun depremler oldu, halk büyük sarsıntı geçirdi. Mescidlerin minberlerine varıncaya kadar kırdılar. Cemaatla namaz kılmayı dahi terkettiler. Kadınlar başlarındaki örtüleri atıp feryad ü figân ederek evlerinden dışarı fırladılar. Halifenin yakalanıp hapsedilmesine, düştüğü feci duruma, uğradıkları musibetlere matem tutmaya başladılar. Diğer eyaletler de Bağdat'ın yaptığı gibi hareket etmeye başladı ve bu fitne o kadar ileri gitti ki, az çok her eyâlet bundan etkilendi.
Sultan Sencer durumu gördü de yeğenine konunun nezaketini ve önemini haber vererek halifeyi serbest bırakmasını emretti. Sultan Mes'ûd onun emrini yerine getirdi, fakat Bâtmîler halifeyi Bağdat yolunda öldürdüler."
Bütün acı dolu olaylar Abdülkâdir Geylânî'nin gözleri Önünde gelip geçti. O, müslümanların arasındaki parçalanışı, kardeş kavgasını, düşmanlığı gözleriyle gördü. Dünya sevgisi uğruna, mal, mülk, saltanat ve makam hırsı uğruna insanların herşeyi yapmaya hazır olduğunu, onlarda sadece saray debdebesi ve zevki kaldığını, halkın saltanat makamına mukaddes gözle baktıklarını, eyaletlerin ve şehirlerin idaresini ele geçirmek için birbirini boğazlayacak hale geldiklerini de gördü.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vücudu bu olayların içinde olmaktan uzak olsa da duygu ve şuuru ile o, ateşler içinde yanıyordu. Ve bu iç yanışı, ciğer ateşi bütün gücü, gayreti, heyecanı ve samimiyeti ile onu: insanları irşada, halka nasihat etmeye, onları nefislerini terbiye ve ıslah etmeye, kalpleri kötülüklerden temizlemeye çağırmaya, davet ve tebliğe yöneltti. Bu iç ateşi onu, bozgunculuğu ve dünya hırsım âdi ve aşağı görmeye, insanlarda iman şuurunu diriltmeye, onlara âhirete imanı hatırlatmaya, bu fânî âlemin geçici olmasına karşılık o ebedî âlem olan âhiretin önemini anlatmaya, ahlâkı güzelleştirmeye, gerçek tevhid inancına ve pürüzsüz ihlâs ve samimiyete çağırmak için bütün gücünü kullanmaya itti.[21]
Hutbeleri ve Vaazları:
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vaaz ve nasihat-ları kalplere şimşek gibi işliyordu. O tesir bugün bile onun sözlerinde vardır. Fütûh el-Gayb ve el-Feth el-RabbânV deki yazılarında ve onun toplantı ve vaazlarında sözlerindeki tesir hâlâ bugün bile gönülleri ısıtıyor, hareketlendiriyor. Uzun bir zaman geçmesine rağmen o sözlerde bir canlılık ve tazelik hissediliyor.
Peygamberlerin vekilleri ve kâmil ariflerin sözleri gibi bu sözler, bu ifadeler de her devre uygun ve dinleyenlerin, okuyanların durumlarına, ihtiyaçlarına denk düşüyordu. Genellikle insanlar hangi hastalıklara ya-kalanmışlarsa, hangi yanlışlara düşmüşlerse onlar giderilirdi. Bu bakımdan orada olup da o sözleri dinleyenler, onun konuşmalarında kendi dertlerine devalar, kendi sorularına ve şüphelerine, tereddütlerine cevaplar buluyorlardı. İşte bu, derin etki yapmasının ve genel bir fayda sağlamasının en büyük sebebi idi. Sonra mübarek ağzından ne söylerse yürekden çıkar, bu yüzden de kalbe tesir eylerdi. Sözlerinde aynı anda hem haşmet ve azamet vardı, hem de gönül okşayıcılık ve tatlılık. Sâdık kişilerin (sıddîkîn) sözlerinin sânı işte budur.[22]
Pürüzsüz Tevhid ve Allah'tan Gayrisini Boş Oluşu:
O devirde en büyük âlim dahi bir devlet adamının eteğine yapışırdı. Halk çeşitli insanları, bazı büyük zatları yararı ve zararı ellerinde bulunduran kimseler kabul etmişti. Onlara, vasıta ve sebeplere, herşeye gücü yeten mutlak yetkili varlık derecesi vermişler; kaza ve kaderi değiştirmek bile kendileri gibi insanların ellerinde diye düşünüyorlardı.
Böyle bir atmosfer içinde şeyh şöyle buyuruyor: "Bütün yaratıkları şöyle kabul et: Ülkesi çok geniş, emirleri kesin, haşmeti, azameti kalbi titreten bir padişah var. Bir adamı tutmuş, boynuna halka geçirmiş, ayaklarına da zincir geçirmiş, bir nehir kenarındaki çam ağacına asmış, nehrin dalgaları müthiş, akıntısı hızlı, dibi derin. Kendisi de çok güzel süslü ve yüksekte bir tahta kurulmuş ki yanma yaklaşmak imkânsız. Yan tarafında ok, mızrak, pek çok silah var, miktarını o padişahdan başka bilen yok. Bu silahlardan istediğini alıp, yakalanıp bağlanmış olan o adama atmaktadır. Ve şimdi bu manzarayı seyreden bir adamın o padişahı nazarı itibara almayıp da ondan hiç korkmayıp, ondan hiçbir ümid beklemeyerek, yakalanıp bağlanmış (çaresiz) adama ümid bağlaması ondan çekinmesi mi akıl işidir? Yoksa böyle yapan bir adam akla göre; akılsız, izansız, deli, dört ayaklı hayvan ve insanlıktan uzak değil midir? Allah korusun, bu kimse gördüğü halde görmeyen kör, hakka (gerçeğe) vardığı halde hedefe ulaşamayan, yaklaşma ve yükselişten sonra düşüş, hidâyetten sonra dalâlet ve sapıklık, imandan sonra küfür sahibi değil midir?"[23]
Bir başka toplantısında tevhid, ahlâk ve Allah'tan başkasından ilgiyi kesmeyi şu şekilde anlatmaktadır:
"Sana bakana sen de bak, sana gelene sen de git. Seni seveni sen de sev. Seni çağıranın sözüne inan. Sana düşmemen için destek verene elini ver. Seni cahilliğin karanlığından çıkaracak, felâketlerden koruyacak, pisliklerini yıkayarak kirlerden, necasetlerden temizleyecek olan kimseye elini ver.
Sen hem kendisi sapık hem de başkalarını sapıtan akranlarından, câhil dostlarından, nefsî arzularından, şeytanlarından, hakkın yolunu kesenlerden uzaklaş. Bu hayat, bu ahlâk, bu arzular, bu vurdumduymazlık nereye kadar böyle sürecek?
Herşeyi yaratan, evvel de o, âhir de o, zahir de o, bâtm da o olan Allah'ı; kalplere sevgiyi, ruhlara sükûnu veren, lütfü ve ihsanı bol olan Mevlâ'yı nasıl görmezlikten gelirsin?"[24]
Bir başka toplantıda da işte bu tevhid inancı konusunu şu şekilde anlatmaktadır:
"Bütün yaratıklar âcizdir, güçsüzdür. Ne kimse sana bir yarar sağlayabilir, ne de zarar. İşte o zararı veya yararı Allah, yaratıkların eli ile yaptırmaktadır. Sende ve diğer yaratıklarda olan herşeyi o yapıyor. Sana faydalı ve zararlı ne varsa Allah'ın bilgisiyle kalem onu yazmıştır. Ona ters bir şey meydana gelmez. Kim tev-hid ehli olup iyi amel işlerse o diğer kullar üzerine Allah'ın hüccetidir. Onlardan bazısı, zahir ve bâtın yönü ile (iç âlemi ile de dış âlemi ile de) dünyadan sıyrılmış kimselerdir. Servet sahibi olsalar bile Allah Teâlâ onların iç âlemlerine dünyanın hiçbir etkisini koymamıştır. Bunlar saf ve temiz kalplerdir. Kim bu dereceye ulaşırsa, ona büyük bir saltanat verilmiş olur.
O cesur ve kahramandır. Cesur kişi; Allah'tan başkalarım kalbinden çıkaran, gönül evinin kapısında tev-hid kılıcı ve şeriat silahı ile duran, mahlukattan hiçbirinin oraya yerleşmesine izin vermeyen, kalbini, kalplerin tasarrufunu elinde bulunduran Allah'a bağlayan kişidir. Şeriat dış görünüşü terbiye edip nizama sokar. Tevhid ve marifet de bâtını (insanın içini) terbiye eder."
Bâtıl mabudlarm neler olduğunu anlatırken de şöyle der:
"Sen; kendine, halka, parana, servetine, ticaretine güvenirsin. Her kime güvenip dayanırsan, senin ilâhın odur! Kimden korkar ve kime ümid bağlarsan, o senin mabudundur!... Zararım ve faydanı kimde görürsen, senin rabbin odurî..."[25]
Bir yerde Allah'a yöneltmeye, şirk koşmaktan nefret ettirmeye ve insanların sevdiği şeylerin elinden alındığına ve yok olduğuna işaret ederek diyor ki:
"Devamlı olarak diyorsun ki: Kimi sevdimse sevgim uzun sürmedi. Ya gurbet, ya ölüm, ya bozuşma veya diğer felâketler sevdiğimle aramızı ayırdı. Bilmiyor musun ey hakkın sevgilisi, Allah gayret sahibidir. Seni kendisi için yarattı, fakat sen başkalarının olmak istiyorsun. Yüce Mevlâ'nm buyruğunu duymadın mı?
"..Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever onlarda Allah’ı severler”[26]
"Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler^ diye yarattım..." [27]
Rasûlullah'm sözünü işitmedin mi?
"Allah bir kulu severse, onu felâkete müptelâ kılar. Eğer sabrederse onu kazanır." Dendi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, onu kazanmak ne demektir?" Şöyle buyurdu: "Onun ne malını, ne de çocuğunu devamlı bırakır."[28]
Bunun sebebi şudur: Şayet ona mal ye evlad verecek olursa onları sever de Allah'a duyduğu sevgisi dağılır, parçalanır ve azalır. Bunlar Allah ile, Allah'tan başkası arasında bir unsur olurlar. Halbuki Yüce Allah ortak kabul etmez. O, gayyûr (çok kıskanç)dur. Herşe-yin üstünde kahredici bir gücün sahibidir... Mutlak ga-libdir... Kendisine ortak olmaya kalkanı helak eder... Bunu, kulunun kalbini tek olan Mabud'a bağlaması için yapar. İşte bu husus gerçekleşince, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler."[29] hikmet-i ilâhisi gerçekleşir. Sonuçda halk bütün ortaklardan; çocuk, aile, mal, zevk ve şehvet karargâhı olmaktan, hem de başkan olma, keramet isteme, menzil, makama ulaşma, cennet isteme vs. gibi isteklerden kurtulmuş olur. Kalbin hiçbir isteği kalmaz. Suyu tutmayan delik bir kap gibi olur. Onda eşyaya dâir hiçbir istek barınmaz. Çünkü o, Allah tarafından kırılmıştır. Ne zaman onda böyle bir istek uyansa bu istek Allah'ın kıskanması ve fiili ile kırılır. Ne zaman ki onun kalbinin çevresi azamet, ceberut ve ilâhî heybet perdesi ile sarılırsa, dört bir yanı su hendeği ile çevrelenmiş bir kale gibi o kalp muhafaza altına alınırsa artık eşyaya âit hiçbir istek kalbe yol bulamaz. Bunlar kalbin dışında kaldığı için işte o zaman, çocuk, aile, arkadaş, keramet, ibâdet, ve-sair sebepler kalbe zarar veremez. O zaman da Allah onları kıskanmaz. Aksine onların hepsi, Allah'ın kuluna bir ikramı, lütfü, ihsanı olmuş olur."[30]
Dünyanın Değeri:
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talimatında ruhbanlık yoktur. O, dünyanın kullanılmasından ve ihtiyaç ölçüsünde ondan faydalanılmasmdan menetme-mektedir. Aksine ona tapmayı, ona köle olmayı, kalbi ona bağlayıp ona aşk derecesinde bağlanmayı menetmektedir. Onun nasihat ve vaazları aslında Hz. Pey-gamber'in şu hadisinin tefsiridir:
"Dünya sizin için yaratıldı, siz ise âhiret için yaratıldınız. "
Bir yerde şöyle buyurmaktadır:
"Dünyadan sana düşen payını sen ayakta o oturmuş halde yeme. Aksine onu, sultanın kapısında sen oturmuş vaziyette o ise, tabakta senin başının üzerine konulmuş ayakta duruyor gibi ye. Allah'ın kapısı önünde ayakta durana dünya hizmet eder. Kim de dünyanın' kapısı önünde ayakta durursa dünya onu zelil eder. AlJ lah'ın kapısında izzet ve şerefle ayakta dururken (ne gibi halet-i ruhiye içinde olursan öyle) ye."[31]
Bir başka yerde ise şöyle buyurur:
"Dünyayı avuca koymak caiz, cebe koymak caiz, iyi bir niyet için, mübarek bir amaç için dünya malını biriktirmek caiz. Ama bunların dışında, onu kalbe koymak caiz değil. Onun kapıda bekletilmesi caizdir. Ama içeri alınması caiz değildir. Dünyayı kalbine koyman senin için şeref değildir. "[32]
Devrin Sultanlarını ve Halifelerini Tenkid Edişi:
Hazret-i Şeyh sadece vaazlarla, nasihat ve öğütlerle, özendirmeler ve teşviklerle yetinmezdi. Gerekli gördüğü yerde çok açık bir ifade ve cesaretle ma'rûfu emreder, kötülüklerden menetme görevini yerine getirirdi. Sultanları, büyük devlet görevlilerini, dönemin halifeli-rini çekinmeden tenkid eder, onların yanlış hareketlerini ve kararlarını kötülemekten de geri durmazdı. Bu konuda kimsenin makara mevkiine bakmaz, etki ve yetkisini asla gözönünde tutmazdı:
Hafız İmâmüddîn İbn Kesîr, Tarih' inde şöyle yazıyor:
"O, halifelere, vezirlere, sultanlara, kadılara, avam, havas herkese iyiliği emreder kötülükten menederdi. Gayet açık bir dille ve cesaretle kalabalığın içinde, minberde, alenî olarak onlara çatardı. Herhangi bir zâlimi vali ve idareci yaparsa ona itiraz eder ve Allah konusunda hiç kimsenin kendisini kötülemesine aldırış etmezdi."[33]
Kalâidü'l-Cevâhir kitabının sahibi şöyle yazıyor:
"Halife Muktedî Liemrillâh, Kadı Ebu'l Vefa Yahya'yı kadı tayin edince -ki bu zat, zâlim İbn Mürcem (taşlanmış şeytanın zalim oğlu) diye anılırdı- Hz. Şeyh minbere çıkarak şöyle konuştu:
"Sen müslümanlar üzerine zalimlerin zalimi bir adamı tayin ettin. Yarın kıyamet günü merhametlilerin merhametlisi olan Allah'a ne cevap vereceksin!"
Yukarıda adı geçen tarihçinin anlattığına göre; bu sözleri duyan halife sarsıldı, titredi ve ağlamaya başladı ve o anda kadıyı görevden uzaklaştırdı[34]
Hz. Şeyh o sultanların ve Allah'tan korkmaz devlet erkânının yanında yer almış asalak (resmî ve saray mensubu) âlimleri, şeyhleri de şiddetle, ağır bir dille tenkid eder, iç yüzlerini açıklardı. Onlardan dolayı sultanlar ve erkân-ı devlet daha çekincesiz ve korkusuz hale gelmişlerdi. Bu sınıfa hitab ederek bir yerde der ki:
"Siz neredesiniz, gerçek âhiret âlimleri nerede?.. Ey ilim ve amel hâinleri!... Ey Allah ve Resûlü'nün düşmanları! Ey Allah kullarının yol kesicileri!,.. Siz açıkça zulüm ve nifak içindesiniz... Bu nifak ne zamana kadar devam edecek?.. Ey âlim ve zâhid geçinenler!.. İdarecilerden ve sultanlardan dünya malını, zevk ve lezzetini alıncaya kadar mı onlara münafıklık yapacaksınız?.. Siz ve asrımızın birçok idarecileri Allah'ın malında ve kullarına verdiği nimetlerde ihanet ve zulmet içindesiniz...
Ey Yüce Allah'ım!.. Ya bu münafıkların şevketini kır veya onları tevbe ettirerek bundan vazgeçirt. Zulmü yık; yeryüzünü onlardan temizle veyahut da onları ıslâh eyle."[35]
Bir başka yerde o gruptan bir insana hitab ederek şöyle diyor:
"Sen utanmıyor musun ki, hırsın seni zalimlere hizmetçilik yapmaya ve haram yemeye âmâde kıldı? Sen ne zamana kadar zalim sultanlara hizmet etmeye, ne zamana kadar haram yemeye devam edeceksin. Hizmetçiliğini yaptığın kimsenin sultanlığı en kısa zamanda tükenmek üzere. Senin, hiç sonu olmayan Allah'a hizmet etmen gerekir.[36]
İslâm Uğruna İçinin Yanması ve Endişe Duyması:
Abdülkâdir Geylânî hazretleri, dinî ve ahlâkî çöküşü -bunun en büyük merkezi Bağdat'ın kendisi idi- gördükçe elem ve ızdırap duyuyordu. İslâm dünyasında genel olarak dinî bir zeval görülmeye başlamıştı. Bunun işaretlerini gördükçe içindeki İslâm hamiyyet ve gayreti coşuyordu. O bu iç duygusunu ve derdini bazan gizleyemiyordu da konuşmalarında bu duygu fışkırmaya başlıyordu.
Bir yerde şöyle buyuruyor:
"Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin dininin duvarları arka arkaya yıkılıyor. O dinin temelleri çözülüyor. Ey yeryüzünde yaşayanlar, gelin yıkılanı kaldıralım, bozulanı düzeltelim. Bu iş bir kişi ile yerine getirilemez. Herkesin birleşerek çalışması gerekir, birlikte yapılması lâzım. Ey güneş, ey ay ve ey gündüz, hepiniz gelin (bu büyük, mukaddes işi başaralım.)"[37]
Bir başka yerde de şöyle buyuruyor:
"İslâm, bu fasıklardan, dinin dışında hayat yaşayanlardan, zalimlerden, yalancılardan, hile elbisesi giyinmiş olanlardan ve kendilerinde bir şey olmadığı halde varmış gibi iddia eden riyakârlardan çektikleri yüzünden, yüzünü eliyle kapatmış ağlıyor. Önceki müslü-manları ve gözler Önünde olanları iyice inceler de araş-tırırsan göreceksin ki onlar hem Allah'ın emirlerini uygularlar, onları emrederler, yasaklarından menederler, bir taraftan da yer içerlerdi. (Birden durum değişti) sanki bugüne kadar hiçbir şey yapılmamış gibi (ortalık yine bozuldu. İslâm'dan uzaklaşma başladı.) Kalbin ne kadar katı. Köpek bile av avlamada, araziyi, sürüyü beklemede, sahibini korumada kendini besleyen sahibinin sözünden çıkmıyor, ona sadakat gösteriyor, onu görünce (neşesinden) oynuyor, zıplıyor. Halbuki sahibi ona akşamleyin sadece iki lokma veya az bir şeyler verir. Sen ise her gün Allah'ın binbir çeşit nimetlerini karnın doyuncaya kadar yiyorsun. Ama bu nimetleri vermekle o Allah'ın senden ne istediğini düşünüp yerine getirmiyorsun ve onun hakkını Ödemiyorsun. (Tam tersine) onun emrini reddediyorsun da onun şeriatının sınırım korumuyorsun.[38]
Halkın İntisabı ve Eğitilmesi:*
Bu derinden tesir bırakan ve inkılâplar meydana getiren konuşmalardan her ne kadar Bağdat halkı çok büyük Ölçüde faydalandı, manevî ve ahlâkî yararlar sağladı, bu konuşmalar ve nasîhatlarla binlerce insan hayatında değişiklik meydana geldi ise de, hayatın derinliklerinde değişme, çok yönlü bir ıslâh (düzelme) ve tam bir terbiye için davet sahibi biri tarafından derin ve müstakil ilgi ve sürekli ıslâh ve terbiye çalışması yapılmasına ihtiyaç vardı.
Davet ve irşâd meclisleri, medreseler (okullar) gibi düzenli ve müstakil eğitim yuvaları değildir. Medreselerde öğrencilere sürekli, düzenli, programlı bir şekilde eğitim öğretim gösterilir. Ama bu irşâd meclislerine katılanlar, dinleyenler; bir iki kere gelirler, dinleyip giderler, bir daha gelirler mi, gelmezler mi belli olmaz, serbesttirler. Onları oraya pogramlı, düzenli bir şekilde mecburi olarak toplama imkânı yoktur. Sürekli gelseler bile kendi durumunu değiştirmez de aynı şekilde devam ederlerse, hayatında sistemli şekilde büyük bir dinî boşluk ve ahlâkî çatlak bulunuyorsa, bunu değiştirmek de zordur,
Müslüman nüfusunun çoğalıp yayılması ve hayatın sorumlulukları, ekonomik endişeler o kadar artmıştı ki, medreseler aracılığı ile -ki bunların pek çok merasime yönetmeliklere uymaları gerekir- genel bir ıslah ve eğitim uygulaması yapılamazdı. Büyük çapta herhangi bir dinî, manevî inkılâp (değişim) beklenemezdi.
Öyleyse müslümanların büyük bir bölümünün ken-,, di inanç ve imanını yenilemesi nasıl olacaktı? Dinî sorumluluklarını ve görevlerini şuurla ve sorumluluk duygusu ile tekrar kabul etmelerinin, onlarda tekrar iman heyecanı, dinî cezbe doğurmanın, onların pörsü-müş, ölmüş kalblerinde yeniden sevginin, muhabbetin
sıcaklığını meydana getirmenin, darmadağınık olmuş güçlerine yeniden hareket ve canlılık meydana getirmenin yolu ne olmalıydı?
Müslümanların samimi ve muhlis bir Allah ehline güvenmeleri ve bu güvenle ruhî ve manevî hastalıklarını tedavi edip dinde doğru bir önderlik ve ışık bulmaları gerekli idi. Okuyucular artık görmüş olacaklar ki; halifelik, bütün bunlar kendisinin asıl görevi iken, bu görevinden habersiz olup bir kenara çekilmiş durumdaydı. (Çünkü bu halifeliğin kendisine vekâlet yapması için kurulan peygamber; Hz. Ömer b. Abdilaziz'in ifadesi ile, vergi toplamak için değil insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilmişti.) Hatta hareket ve davranışları ile bu yol için zararlı ve bu yolda bir engeldi. Diğer taraftan (o halifelik makamı) o kadar şüpheci, kuruntulu, vehimli hale gelmişti ki, yeni bir teşkilat yeni bir davet ortaya çıktı mı hemen onda bir siyaset kokusu buluyor ona tahammül edemiyor ve ezip yok ediyordu.
Böyle bir durumda müslümanlarda yeni bir dinî hayat, yeni bir düzen ve sistem, yeni baştan hareket ve amel meydana getirmek için Allah'ın bir muhlis kulunun Hz. Peygamber Efendimizin yolu üzerinde iman, amel ve şeriata uygun hareket etmeye söz alarak bîat almasından başka ne yol vardı. Müslümanın onun eline biat etmesi ile eski günahlarına tevbe ederek bir daha onlara geri dönmiyeceğine söz vererek imanıni tazelemesinden, sonra da o peygamber vekilinin dinî kontrolü altında o kişide doğruluk, dürüstlük, iman harareti, sünnete bağlanma zevki, âhiret düşüncesi geliştirmekten başka ne yol vardı.
Bu bîat ve terbiyenin iç yüzü, hedefi budur. Bununla dinin samimi davetçileri kendi devirlerinde dini ye-
nileme, canlandırma ve müslümanları ıslah etme işini yürütmüşler, yüzbinlerce Allah kulunu "İmanın gerçek şekline ve ihsan mertebesine" ulaştırmışlardır.
Bu altın zincirin baş halkası, güller demetinin en şahane gülü Abdülkâdir Geyiânî hazretleri idi. Onun adı ve hizmeti "Tıbbı Nebevî" tarihinde en parlak ve göze çarpan biçimdedir. Kelimeler, deyimler ve ilmî tartışmalardan uzaklaşarak eğer gerçekler ve olmuş olaylar üzerine temel atmak gerekirse kabul etmemiz gerekir ki, o dağılma, çözülme devrinde -ki bugüne kadar devam ediyor- ıslah ve terbiyenin bundan daha kolay ve genel, bundan daha tesirli ve işe yarar başka bir yolu olamazdı.
Abdülkâdir Geyiânî hazretlerinden önce din davetçileri ve samimi hizmetçileri bu yolla çalıştılar, bu yolla hizmet ettiler. Onların bu çalışmaları tarihe geçmiştir. Fakat Şeyh hazretleri kendi sevimli, gönül okşayan kişiliği, Allah vergisi manevî meziyetleri, yaratılışdan gelen üstün kabiliyeti ve ictihad melekesi ile bu yola yeni bir hayat verdi, bu metodu tekrar canlandırdı. O, ne sadece bu zincirin ünlü önderi (imamı) ne de meşhur Kadiri tarikatının kurucusudur. Hatta o, bu yolun yeni kuruluşundaki gül demetinin en başta duran gülüdür. Ondan önce bu yol (nefsi terbiye etme yolu, tarikat yolu) böyle düzenli, tertipli, nizamlı intizamlı değildi. Ne de onun şahsiyet ve azametinden dolayı herkes tarafından benimsendiği gibi bir şekilde, yaygınlık ve geniş bir çevreye dağılma olmuştu. Daha o hayatta iken yüzbinlerce insan bu tarikattan faydalanarak imanın lezzetini tadmış, islâmî hayata başlayarak, güzel ahlâkı benimseyerek kendini güzelleştirmiştir.
Kendinden sonra samimî tabileri olan yerine geçenlerle (halîfeleri ile) bu çalışmayı, bu çizgiyi devam ettir-
mistir. Bu yoldan faydalanıp da İslâm'a dönenlerin sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Yemen, Hadra-mut, ve Hindistan'da sonra da Hadramutlu mürşidier ve tüccarlar vasıtası ile Cava ve Sumatra'da ve diğer taraftan Afrika kıtasında, yüzbinlerce insanın imanını sağlamlaştırmasında ve yüzbinlerce müslüman olmayan insanların da İslâm'ı kabul etmelerine sebep olmuştur.
Allah ondan razı olsun ve onu kendi nimetleri ile sevindirsin. İslâm'a yaptığı hizmetlerinden dolayı da mükâfatı bol olsun.[39]
Bu Devre Etkisi:
Maddeciliğin darbesine maruz kalmış bu devirde Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin varlığı bir canlı mucizedir ve büyük bir ilâhî destek ve te'yiddir. Onun şahsiyeti, onun büyük meziyetleri, etkileri, onun Allah katında makbul ve değerli olduğunun işaretleridir. Kullar arasında da beğenildiğinin, ona hayranlık duyulduğunun açık görüntüleridir. Onun talebelerinin ve terbiyesinden geçmiş kimselerin ahlâkı, yaşayışları, hayat tarzları, hepsi; İslâm'ın sadık ve gerçek bir din olduğuna delil ve onun canlı, zinde oluşunun isbatıdır. Aym zamanda bu şu gerçeğin açığa çıkmasıdır ki; gerçek maneviyat, nefis terbiyesi, Allah'la irtibat ve ilişki için en büyük yetenek İslâm'dadır ve onun hazinesinde hiçbir zaman mücevherler ve kıymetli servetler eksik olmamıştır.[40]
Vefatı:
Uzun bir süre dünyayı, zahirî ve bâtını üstün meziyetleriyle, manevî kemâlâtı ile faydalandırdıktan sonra İslâm dünyasında maneviyatın ve Allah'a yönelmenin dünya çapında zevkini, neşesini meydana getirdikten sonra 561 H. yılında 90 yaşında vefat etti. Oğlu Şere-füddîn İsa (r.a.) ölümünü şöyle anlatıyor:
"Vefat etmesine sebep olan hastalığa yakalandığında oğlu Şeyh Abdülvehhab kendisine, sizden sonra yapmam için bana bazı tavsiyelerde bulunun dediğinde buyurdu ki: Daima Allah'tan kork. Allah'tan başka kimseden korkma, Ondan başka birinden de bir şey bekleme. Bütün ihtiyaçlarını Allah'a havale et. Sadece ona güven ve herşeyi ondan iste. Allah'tan başka hiç kimseye güvenme. Tevhid yolunu tut ki o yol, herkesin birleştiği noktadır, dedi ve şöyle devam etti: Kalb Allah ile yoğrulmuş olursa hiçbir şey ondan kopmaz ve hiçbir şey oradan dışarı çıkamaz. Ve dedi ki: Ben kabuksuz özüm. Oğullarına; benim yanımdan çekilin, dedi. Ben görünüşte sizinleyim, iç âlemde başkaları ile-yim. Benim yanımda sizden başka kimseler (melekler) var. Onlara yer ayırın. Onlara saygı gösterin. Buraya büyük rahmet iniyor. Onlara yer açın.
Sonra tekrar tekrar şöyle buyuruyordu: Allah'ın selâmı, bereketi, rahmeti sizin üzerinize olsun. Allah sizi de beni de bağışlasın, benim de sizin de tevbenizi kabul etsin. Bismillah, gelin ve geri gitmeyin.
İşte bunları bir gece bir gündüz sürekli söyledi durdu. Sonra şöyle dedi: Yazık size. Ben hiçbir şeye aldırış etmiyorum. Ne bir meleğe, ne de ölüm meleğine. Ey ölüm meleği, bizim amellerimiz senden çok bize bir şeyler vermiştir.
Öldüğü gecenin gündüzünde müthiş bir nara attı. İki oğlu Şeyh Abdürrezzak ve Şeyh Musa diyorlar ki: Tekrar tekrar ellerini kaldırıp uzatıyor ve diyordu ki;
Allah'ın rahmeti, bereketi, selâmı size olsun. Hakka dönün, sıfata girin. Ben şimdi sizin yanınıza geldim. Bir de şöyle diyordu: Yumuşak olun.
Sonra hakkın emri geldi de ölüm hali kapladı. O vaziyetteyken dedi ki: Benimle sizin ve bütün insanların arasında yerle gökler arası kadar fark vardır. Beni kimseyle kıyaslamayın, kimseyi de benimle kıyaslamayın.
Oğlu Abdülaziz; nasıl olduğunu, ızdırabımn nasıl olduğunu sorduğunda dedi ki: Bana kimse bir şey sormasın. Ben ilm-i ilâhîye dönüyorum. Oğlu Şeyh Abdülaziz hastalığının gidişini sorduğunda; benim hastalığımı kimse bilmez, kimse de anlamaz, ne insan, ne cin, ne de melek. Allah'ın hükmünden Allah'ın bilgisi şaşmaz, (Kendi hükmünü yine en iyi kendi bilir.) Hük mü değişir ama bilgisi değişmez, hükmü nesholur ama ilmi nesholmaz. Allah istediğini yok eder, istediğini bırakır. Onun katındadır asıl yazı. Ne yaparsa yapar ondan sebep sorulmaz, insanlardan sebep sorulur, dedi.
Sonra oğlu Şeyh Abdülcebbâr, kendisine: Neren ağrıyor? diye sorduğunda ise şöyle dedi: "Her tarafım ağrıyor. Fakat kalbimde bir ağrı yok. O Allah'la sağlam olarak birliktedir."
Sonra son demi geldi. Şöyle söylemeye başladı:
"Kendinden başka hiç bir mâbud olmayan Allah'tan yardım istiyorum. O münezzeh ve yücedir, canlıdır. Yok olması düşünülemez. Kendi kudreti ile izzetini gösteren, ölüm ile kullarına galip gelen o Allah arınmıştır. Ondan başka mâbud yoktur. Muhammed (a.s.) Efendimiz Allah'ın peygamberidir."
Oğlu Şeyh Musa: 'Teazzüz" kelimesini söylediniz, bu kelimeyi iyi ve doğru söyleyeni ediniz, dedi. Bunun üzerine tekrar tekrar o kelimeyi tekrarladı. O derecede
ki, sonunda sesini sertleştirerek "teazzüz" kelimesini doğru ve düzgün şekilde söyledi. Sonra {üç kere) "Allah, Allah, Allah" dedi. Arkasından sesi kayboldu, tükendi gitti. Dili damağına yapıştı. Mübarek ruhu ayrıldı. Allah ondan razı olsun, onu da razı kılsm."[41]
Hz. Şeyh bu dünyadan göçüp gitti, ama arkasında İslâm davetçilerinden, ahlâk ve nefisleri temizleyip terbiye eden bir kitle bırakarak gitti. Bu kitle onun hizmetini devam ettirdi. Artıp giden maddecilikle ve İslâm'dan uzaklaşmakla savaşarak mücadelesini sürdürdü.[42]
Allâme İbn Cevzî
Abdurrahman İbn Cevzî, İslâm'a davetin ve ıslâhın bir başka örnek kişisidir. O, devrinin emsalsiz bir mü-fessiri, muhaddisi, tarihçisi, ilmî tenkidçisi, kitab yazarı ve hatibi idi. Bu konulardan her birinde onun büyük kitapları ve ilmî şaheserleri vardır.[43]
İlk Dönemi Ve İlim Tahsili:
H. 508 yılında Bağdat'ta doğdu. Bir bakıma Abdül-kadir Geylânî'den 27 yaş küçüktür. Daha küçük yaşta iken baba gölgesi başından kalktı. Okuma çağına gelince annesi onu meşhur hadis âlimi İbn Nâsır'ın mescidine getirip bıraktı. Ondan hadis dinledi. Kur'an-ı Ke-rim'i ezberledi. Tecvidde maharet elde etti. Hadis üs-tadlarmdan hadis dinledi, not etti. Büyük bir azimle, kendim vererek, binbir zorluk içinde ilim tahsil etti. Oğluna kendi hayatından bahsederken şöyle der:
"Çok iyi hatırlıyorum; altı yaşında mektebe gitmiştim. Yaşlı talebeler benimle birlikte ders okuyorlardı. Caddede, sokaklarda oynadığımı veya kahkaha ile güldüğümü hatırlamıyorum. Yedi yaşında camii kebirin önündeki meydana gider gelirdim. Orada bir soytarının veya meddahın gösterilerini seyretmek için dikilip bekleme yerine hadis âlimlerinin derslerini dinlemeye giderdim. Onların hadis ve siyerle (Hz. Peygamberin hayatı ile) ilgili anlattıklarını daha o anda duyarak ezberlerdim. Sonra eve geldiğimde onları yazardım. Diğer
çocuklar Dicle kenarında oyun oynarlardı da ben bir kitap yaprağı alır, ayrı bir yere çeker gider onu okuyup öğrenmeye çalışırdım.
Hocalarımın dersine yetişmek için o kadar acele ederdim ki, koşmaktan dolayı nefesim daralırdı. Sabah, akşam böyle geçer, yiyecek temin etmeye vaktim olmazda. Ama Allah Teâlâ'ya şükür olsun ki beni kullarına minnet etmekten korudu."[44]
Kendini Hadis Yazmaya Verişi:
Hadis dinleme ve yazmada o kadar uğraştı, kendi eli ile hadis rivayetlerini o kadar çok yazdı ki, bazı tarihçilerin anlattıklarına göre, ölümü sırasında cenaze suyunu hadis yazmak için yonttuğu kalemlerin biriken talaşı ile ısıtmalarını vasiyet etti. Hatta o kadar fazlaydı ki, su ısındı da arttı bile [45]
Kitap Okuma Zevki:
Okuma zevki ve araştırma hırsı ta çocukluğundan beri gelişmişti. Bağdat muazzam kitap hazineleri ve geniş kütüphanelerle doluydu. İbni Cevzî'nin en çok sevdiği iş kitap okumak, onların verdiği bilgileri incele-mekdi. Onun bu araştırmaları belirli bir ilim koluna veya bir tek konuya özgü değildi. O her konunun kitabını okuyordu da içi doymuyordu, hırsı kanmıyordu. Duygu ve düşüncelerini içeren bir not defteri gibi olan Sayd el'Hâtır isimli kitabında bakın bunu nasıl anlatıyor:
"Ben kendi halimi arzediyorum. Benim mizacım kitapları okumak, incelemekle bir türlü doymuyor. Yeni bir kitap görünce sanki bir define bulmuş gibi oluyorum. Yirmibin kitabı okuduğumu söylesem pek çok zannedilecek. Bu ise talebelik zamanıma ait okuduğum kitapların sayısıdır. Ben bu kitapları okumakla selefin (İslâmın ilk döneminin) durumunu, ahlâkım, onların üstün azmini, ezber (hafıza) gücünü, ibâdet zevkini ve bulunmaz bir takım bilgileri öğrendim ki, o kitapları okumadan başka türlü öğrenemezdim. İşte bu bilgileri elde ettikten sonra, kendi devrimin insanlarının seviyesinin düşük olduğunu anladım ve şimdiki talebelerin azminin zayıflığını gördüm. "[46]
Eserler Ortaya Koyusu ve Derin İlim Sahibi Oluşu:
Allâme İbn Cevzî, kitap yazıp eser telif etmeye daha çok genç yaşta yöneldi. Hayatı boyunca her gün dört cüz yazmayı prensip edinmişti. Hafız İbn Teymiye diyor ki: "Onun kitaplarını saydım da bine ulaştığını gördüm. Hadisde öyle yüksek mertebeye ulaşmıştı ki, her hadisin sahih mi, hasen mi veya muhal mi olduğunu hemen söyleyebilirim diye iddia ederdi. Edebiyat, kompozisyon ve hitabette Bağdat'ta bir benzeri yoktu."[47]
Takvası ve İbadet Zevki:
Bu ilmî üstünlükleri, deryalar gibi derin bilgisi ile birlikte Allah ona, dindarlık, takva, ibâdet zevki ve nimeti de lütfetmişti. Kızından torunu Ebu'l Muzaffer diyor ki:
"O, haftada bir Kuran-ı Kerim'i hatmederdi. Hiçbir zaman kimse ile alay etmedi. Çocukluğunda hiçbir çocukla oynamadı, şüpheü bir şey yemedi. Ömrü boyunca böyle yaşadı."
İbn Neccâr diyor ki: "Zevki selim sahibi idi. Dua lezzeti ve niyaz tadım bilenlerdendi."
İbnü'l Fârisî de şöyle der: "Gece uyanık durur, Allah'ı zikirle geçirir, hiç gâfıl olmazdı."
Eserlerinden, durumundan ve işaretlerinden bizzat anlaşılıyor ki, gözü açık (hakikati görür), kalbi de uyanıktı. Gönül yapmayı ve Allah ile ilgi kurmayı hayatın ana gayesi kabul ederdi. Bunu en büyük servet bilirdi. Bunda bir eksiklik olunca huzursuz ve perişan olurdu. Sayd el-Hâtır isimli eserinde bir halini anlatırken şöyle der:
"Hayatımın başından beri içimde zühd ve ibadet yolunu seçme eğilimi vardı. Oruç ve nafile ibadetleri hiç saptırmadan yapıyordum. Yalnızlığı seviyordum. O zaman kalbimin hali bir başka idi. Benim basiretim parlak ve çabuk kavrayıcı idi. Ömrümün tâatsiz geçen saniyesine acır, her bir saatini ganimet bilirdim. Daha çok amel etme ve Allah'ın sevdiği işi yapma arzusunu taşır, Allah ile irtibat kurma, ona yönelme ve dua etmede bir tad ve zevk duyardım.
Bundan sonra öyle oldu ki, bazı devlet idarecileri benim tesirli konuşmalarımdan, vaazlarımdan etkilendiler ve beni kendilerine doğru çektiler, benim mizacım da onlara meyletti. Sonunda duâ ve niyazlarımdan aldığım tad kaybolmaya başladı. Sonra diğer bir idareci beni kendime yöneltti. (Şüpheli şeyler korkusundan) onlara karışmaktan, onlarla yiyip içmekten kaçındım. O zaman halim pek kötü değildi. Daha sonra git gide tevil kapısı açılmaya başladı. Bunun üzerine mubah olan şeyleri serbestçe yapmaya başladım. Baktım ki o kötü olmayan halim de kötüleşmeye başladı. Ben ne kadar o idarecilerle oturup kalkar olduysam kalbimdeki kararma da öyle arttı. Sonunda o ışık da söndü, kalp karardı.
Bu durumdan içimde bir huzursuzluk duymaya başladım. Bu huzursuzluğun etkisi; benim konuşma tarzımda ve vaazlarımı dinleyenlerde de görülmeye başladı. Bu huzursuzluğun etkisinden dolayı onlar çokça tevbe edip durumlarım düzeltmeyi başardılar. Ben ise elim bomboş kaldım. Bu kısmetsizliğimi, talihsizliğimi görerek ızdırabım daha da arttı. Fakat hiçbir tedavi bulamadım. Sonunda mübarek kimselerin mezarlarını ziyarete gittim. Allah'tan kalbimi ıslah etmesini diledim.
Nihayet Allah'ın lütuf ve keremi yetişti, elimden tuttu da çeke çeke beni nefsimin hoşlanmadığı yalnızlığa doğru itti. Kontrolümden çıkmış olan kalbim tekrar idarem altına girdi, çok hoşuma giden yaşayış tarzımın kusurlarını görür oldum. Bu gaflet uykusundan uyandım ve merhametli, esirgeyen Rabbime bütün kalbimle şükrettim.[48]
Dış Görünüşündeki Özellikleri:
İbn Cevzî bu tükenmez manevî serveti ile birlikte dünya ve sağlık servetine, .güzellik servetine de sahipti.
Muvaffak Abdüllatif diyor ki: "O, çok güzel ve temiz giyimli, selim zevkli ve çok hoş tabiatlı idi."
İbn Dinî de şöyle diyor:
"O tatlı dilli, güzel ifadeli, güzel sesli, hoş endamlı ve ölçülü boyda idi. Allah Teâlâ onu daima açık elli ve şerefli kıldı. Sağlığına ve hissiyatının normal olmasına çok dikkat ederdi. Zekiliğe ve ince duyguluğa yardımcı olan şeyleri kullanırdı. Sayd el-Hâtır kitabında yer yer sağlığın korunmasını, hissiyatın normal olmasını ve oburluktan sakınmayı salık verir. Telbîsu İblis kitabında da yer yer aşırı ve çok zorlayıcı zühdün (acemi) tarzlarını şiddetle tenkid etmiştir."
Onun kendine has sıfatı; büyük azme, üstün meziyetlere, yüce değerlere ve çok yönlü geniş bilgiye sahip olmasıdır. Bunu yer yer kendi hayat tarzında ve davranışlarında göstermiştir. O bir ara gayret ve azim sahibi ünlü kişileri değerlendirirken, kendi azimliliği ve üstün gayretliliği yanında daha sönük ve basit görülmektedir. Sayd el-Hâtır' da bir yerde şöyle yazar:
"İnsanın en büyük iptilası üstün gayretliliğidir. Çünkü, kimin himmet ve gayreti üstün olursa, o en üstün makam ve mertebeleri tercih eder. Sonra zaman1 uygun düşmez, şartlar müsait olmaz ve imkânlar elver-< mezse böyle bir kimse büyük bir sadmeye uğrar, darbep yer. Bana da Allah Teâlâ büyük bir gayret ve azim vermiştir. İşte bundan dolayı ben de huzursuzum. Fakat ben keşke bana bu gayret ve ilerleme azmi verilmesey-; di demiyorum. Çünkü düşüncesizlik, akılsızlık, duygusuzluk olmadan hayattan her çeşit tad alınmaz. Akıl: sahibi bir adam ise, aklının kısaltılarak hayattan zevk almasının çoğaltılmasını kabul edemez. Ben birkaç adam gördüm. Onlar ilerleme azimlerim, yükselme gayretlerini büyük bir önemle anlatıyorlar, ama dikkat ettim ve anladım ki; onların bütün ilerleme azimleri sadece bir konuda olmaktadır. Onun dışındaki konularda ise -bazan bu onların önem verdikleri konudan
daha önemlidir- yetersizliklerine veya basitliklerine hiç aldırış etmiyorlar.
Şerîf Radî, bir şiirinde diyor ki:
"Her cismin zayıflığının, çelimsizliğinin bir sebebi vardır.
Benim cismimin (bedenimin) derdi de benim ilerleme azmimdir."
Fakat ben bunu etraflıca incelediğim zaman gördüm ki; ilerleme azmimde nefsimin amaçladığı şey, dünya servetinden makam mevkiinden başka bir şey değil.
Ebu Müslim Horasanı gençliğinde uyumazdı. Biri ona bunun sebebini sorduğunda: Beyin duru, azim ulu, nefis üstün amaçlara istekli ise; bütün bunlar varken düşük ve basit bir hayat içinde insanı nasıl uyku tutar? dedi. Birisi ona; o zaman nasıl teskin olup, için tatmin olacak? deyince de; ancak ve ancak devleti ele geçirince, dedi. Oradakiler de; o halde o yolda gayret göster, dediler. Ebu Müslim Horasanı onlara: Bu tehlikelere girmeden, insanın hayatım ortaya koymadan imkânsız, dedi. Topluluk; buna ne engel var? deyince; akıl engel oluyor, dedi. O halde ne yapmak istiyorsun? dediler. Bunun üzerine cevap olarak dedi ki: O zaman aklın yol göstermesini kabul etmeyeceğim.Gemimi bilgisizliğin eline vereceğim. Düşünmeden tehlikeyi tercih edeceğim, kendimi riske atacağım. Akıl olmadan iş yapılmayan yerde, akılla iş yapmayacağım. Çünkü unutulmakla, kaybetmek birbirinden ayrılmayan şeylerdir.
Ben bu aldanmış cesur adam (Ebu Müslim)rin durumunu iyice incelediğimde gördüm ki, o herşeyden önemli olan şeyin kökünü kazımıştır. (Asla hesaba katmadığını, aklının kenarına getirmediğini gördüm.) O da âhirettir. O, devleti elde etme yolundaki azminde cinnete vardı. Bu uğurda ne kadar cana kıydı, ne kadar günahsız Allah kullarım öldürdü. Sonunda uğraşa uğraşa elde ettiği birazcık dünya nimeti oldu. Ondan da ancak sekiz sene kadar faydalandı. Bir oyuna getirilerek Öldürüldü. Aklının tedbiri ile o kendini kurtaramadı. Seffah'm eli ile öldürülerek bu dünyadan çok kötü bir şekilde çekip gitti. Aynı şekilde (şâir) Mütenebbî de yükselme hırsının ve ilerleme azminin sözlerini şakıdı durdu. Ama gördüm ki onda da sadece dünya hırs ve hevesi vardı.
Fakat benim yüksek azmimin, ilerleme gayretimin durumu başkadır. Kesinlikle erişemiyeceğimi anladığım noktaya kadar ilim öğrenmek istiyorum. Çünkü ben bütün bilimleri Öğrenmek istiyorum. Konuları ne olursa olsun, o ilimleri en iyi derecede eksiksiz bilmek istiyorum. Bu arzunun bir bölümünü bile elde etmek, bu çok kısa insan ömründe imkânsız.
Sonra benim öyle bir halim var ki, bir adam bir ilim dalında tam yetkili olsa da diğer bir ilim dalında yetersiz olsa, bana göre o adam eksikdir, yetersizdir. Meselâ hadis âliminin fıkıhda bilgisiz, fıkıh âliminin de hadis-den habersiz olması gibi. Bana göre ilmin eksikliği, azmin düşüklüğünün sonucudur. Sonra benim ilimden kasdım tamamen amel (iş=uygulama) dir. Gönlüm istiyor ki, bende Bişr-i Hâfî'nin tedbîri, Ma'rûf-u Kerhî'nin zühdü birleşsin. Lâkin bu iş; bu kadar kitap okuyarak ve bu kadar çok insana bilgi öğrenip konuşarak, onlarla gece gündüz bir arada düşüp kalkarak nasıl olabilir?
Sonra istiyorum ki, insanlardan uzak durayım. Onlardan hediye alma yerine, onlara ikram ve izzetler yapabilme durumuna geleyim. İlimle uğraşıldığı sürece servet kazanmaya imkân yoktur. Başkalarına minnettar olmayı, onlara yanaşmayı, hediyelerini kabul etmeyi gayretim kabul etmiyor.
Sonra ben çoluk çocuk istiyorum. Seviyeli, değerli kitaplar yazmayı da arzu ediyorum. Tâ ki bütün bunlar benim hatıram, yadigârım olsun ve dünyadan göçüp gittikten sonra benim yerimi tutsun. Buna önem verilerek yapılmaya kalkılsa o zaman da kalbin sevdiği ve hoş meşguliyet olan uzlet ve yalnızlıkta farklılık ortaya çıkmakta, hissiyatta dağınıklık meydana gelmektedir.
Sonra bende güzel şeylerden, hoş olanlardan helâl şekilde zevk alma arzusu da var. Lâkin fazla para olmaması buna mani oluyor. Sonra eğer buna imkânlar elde olsa bu sefer de dikkat ve duyguyu bir yerde toplamak imkansızdır. Aynı şekilde ben vücûda faydalı olan yemekleri, içecekleri de arzuluyorum. Çünkü benim beden yapım nefis şeyleri seviyor, onları arzuluyor biçimdedir. Fakat mal mülk azlığı buna da engel oluyor. Aslında bunların hepsi, birbirine zıd şeyleri bir araya getirmeye çalışmaktır.
Pekiyi iş böyle olunca sadece dünya malı, serveti isteyen insanlar, bu yüksek idealleri ve ileriye dönük azimleri karşısında ne yapabilirler?
Sonra bir de şöyle isteğim var: Dünyaya Öyle sahip olayım ki ne dinime bir zarar gelsin; ne de benim bilgime, amelime kötü bir etkisi olsun. Benim bu huzursuzluğumu biri tatmin edebilir mi? Onu tam anlayabilir mi? Bir taraftan geceyi uyanık geçirmek benim için değerli olacak, şüpheli şeylerden kaçınarak takvaya da Önem vereceğim, diğer taraftan da ilim öğretecek, konuşmalar yapacak, kitaplar yazacak, vücuda uygun gıdalar vereceğim. Bu ise; kalp onlarla meşgul edilmeden ; imkânsız. Bir taraftan insanlarla bir arada olmak ; lâzım, onların eğitimi önemli. Diğer taraftan da uzletteki duâ ve niyazların tadında azalma olursa buna çok
teessüf olunur. Aile fertleri için ölmeyecek kadar yiyecek temin edilmesi gerekli. O zaman tedbir ve zühdün ölçüsünde farklılık meydana geliyor.
Fakat ben bütün bu sıkıntı ve darbeye katlandım ve kat kat razı oldum. Belki de benim ıslâhım ve ilerlemem bu sıkıntı ve çalkantıdadır. Çünkü üstün azimli, yüce gayeli kimseler, Allah katında yakınlaşmaya sebep olan amelleri gözönünde tutarlar. Ben soluğumu bile tutuyorum. Onu rastgele teneffüs etmiyorum. Bir nefesim dahi manasız bir işde kullanılmasın diye tedbirli hareket ediyorum. Eğer maksad ve gayeme ulaşırsam çok şükür, ne âlâ derim. Yoksa 'Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır'.[49]
Nasihat ve Vaaz Meclisleri Yoluyla Etkisi:
Onun hayatının en büyük başarısı, onun inkılâblar meydana getiren öğüt ve vaaz toplantılarıdır. Konuşmaları bütün Bağdat'ın altım üstüne getirmişti. Halifeler, sultanlar, âlimler, vezirler bu toplantılara özenle katılırlar ve dinlerlerdi. Akın o kadar fazlaydı ki, her bir toplantıda bazan yüzbin kişi sayılıyordu. On, onbeş-bin kişiden hiç aşağı inmezdi. Tesir öyle müthişdi ki, bazı insanlar cezbeye gelerek olduğu yere yığılıyordu. Heyecan ve cezbeden yakasını yırtanlar oluyor, feryad-lar duyuluyor, gözyaşları her tarafta akıyordu. Günahlarına tevbe edip bir daha yapmamaya söz verenlerin sayısı belli değildi. Yirmibin yahudi ve hristiyanm onun elinde müsiüman olduğu, yüzbin kişinin de tevbe ettiği tahmin edilmiştir.[50]
İbn Cevzî vaaz ve sohbet meclislerinde bid'atları ve dinin kötü kabul ettiği şeyleri şiddetle reddetmiş, ağır bir dille eleştirmiş, sağlam inancı ve sünneti izah edip anlatmıştır. Benzersiz bir hitabet kabiliyeti ve ezberin-deki geniş ilim ve bilgi yükü ile bir de genel rağbetten dolayı, bid'at ehli ona karşı çıkmaya cesaret edemedi. Onun nasihatları, vaazları, dersleri ve eserleri sayesinde sünnet gelişti ve devrin halifesi, emirleri de İmam Ahmed b. Hanbel'in mezhebine yöneldi ve ona bağlan-dı.(O günlerde bu mezheb, selefi mezhebin ve sünnet yolunun işareti kabul edilmekteydi).[51]
İbn Cevzî'nin Tenkidçi Eserleri:
İbn Cevzî sözlü konuşmalarla, vaazlarla yetinmedi. O ilim ortamına ve bilginler kesimine büyük etkiler yapan ve yanlış temayülleri düzelten çeşitli kitaplar yazdı. [52]
1- Kıtab el-Mevauat:
Mevzu hadisler hakkında yazdığı bir kitabıdır. Bu kitabında, devrin eyyamcılarının veya kısa bilgili tasavvuf çul arının delil olarak ileri sürdükleri ve o kimselerin hak yoldan sapışına ve yüzlerce yanlış anlamalara sebep olan hadislerin gerçek durumlarını anlatmaktadır.
Bu şekilde o, bid'atçılarm yuva yaptıkları dala tırpan salladı. Her ne kadar yer yer o kitapta ölçüsüzlük olmuş, yer yer ağır hükümler vermişse de şüphesiz bu eser Önemli bir görevi yerine getirmiş ve büyük hizmet etmiştir. [53]
2- Telblsü îblis
İbn Cevzî'nin diğer bir tenkidçi eseri de Telbîsü İblîs'dir. Bu eser onun tenkidçi karakterinin, selef meşreb ve zevkinin temel örneğidir. Bu kitapta o, devrinin bütün müslüman toplumunu değerlendirmiş, gözden geçirmiştir. Müslümanların her tabakasına ve her topluluğuna şeriat ve sünnet ölçüsü ile bakmış, onların eksikliklerine, ölçüsüzlüklerine, yanlış anlayışlarına işaret etmiştir. Şeytanın bu ümmeti hangi yollarla aldattığını göstermiş, hangi yollarla onların inançlarında, amellerinde, ahlâklarında yaralar açmış olduğunu anlatmıştır.
Bu kitabında o, hiçbir kesimi, hiçbir kimseyi gözetmemiş, hiç kimseyi bağışlamamıştır. Âlimlerin, hadis-çilerin, fıkıhçılarm, vaizlerin, ediplerin, şâirlerin, sul-,, tanların, vezirlerin, âbidlerin, zâhidlerin, sofilerin, din ehlinin ve genel halktan herkesin teker teker kusurlaJ. nnı, hatalarını, yanlışlarını açıklamıştır. Bu kitap, onun geniş görüşünü, hayatı tanıdığım, ince görüşlülüğünü, en ince meseleleri kavradığını gösteren başarılı bir eseridir. Bu eserden anlaşılmaktadır ki o, şeytanın politikasını, hissiyatını derinden incelemiş ve mez-heblerin tarihinden, sapık fırkaların inançlarından oldukça haberdardır. [54]
Çeşitli Kesimleri Tenkidi:
Her ne kadar o bu kitabında ağır tenkidler yapmış, bazı yerlerde tenkidleri ağır ifadelere bürünmüş ise de, şüphe yok ki bu kitapta işe yarar pek çok şeyler bulunmaktadır. Pek çok kıymetli alıntılar ve çok doğru ten-
kidler vardır. Pek çok yerde, görüşlerinde doğru, ten-kidlerinde haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burada ona birkaç örnek verelim:
Devrinin, gece gündüz fikıh meseleleri ile uğraşan ve bu sahada teferruatla ilgili meselelere kendini veren, bir takım incelikler arayan nkıh âlimlerini tenkîd ederek şöyle yazmaktadır:
"Bu fikıh âlimlerinin bir hatası da bütün emeklerini ve enerjilerini bu teferruata âit meselelere vermeleridir. Onlar kendi sahaları olan bu ilim dalma, kalplere rikkat ve incelik verecek olan şeyleri dahil etmemişlerdir. Meselâ, Kur'an-ı Kerim tilâveti, hadis ve Hz. Pey-gamber'in hayatına âit haberlerin dinlenmesi ve sahâbe-i kiramın ahvalinin okunması gibi. Herkes takdir eder ki, sadece pisliğin temizlenmesinin ve kullanılmış sular meselesinin tekrar tekrar anlatılması kalbe rikkat vermez, kalplerde tatlı bir yumuşaklık meydana getirmez. Kalplerin hatırlatmaya ve nasihatlara ihtiyacı vardır. Ta ki âhiret isteğine zevk ve şevk doğsun. Her ne kadar ahlâkî konular şeriat ilimlerinin dışında değilse de gayeye ulaşmak için yeterli değildir.
Selefin ahvâlini, onların gerçek durumlarını bilmeyen ve mezhebim tercih ettiği kimselerin ahvalinden, durumlarından haberi olmayan kimse onların yolundan nasıl gider? Unutmamalı ki, insan tabiatı kaypaktır. Eğer öyle kimseleri bugünün insanlarının yanma bırakırsanız, o bu devrin insanlarının huyunu kapacaktır. Ama eğer daha önceki insanların ahvalini okur da onlarla haşir neşir olursa onlara göre davranmaya çalışacaktır. Onların mizacına, onların ahlâkına sahip çıkacaktır. Seleften bir büyük zât şöyle demiştir: Benim kalbime rikkat ve yumuşaklık veren tek bir hadis,
bana Kadı Şureyh'in yüz içtihadından daha çok sevimli (değerli)dir."[55]
Vaizleri tenkid ederken de şöyle yazıyor:
"Onların çoğu çok süslü, çok tumturaklı sözler söylüyorlar, ama o sözlerin çoğu manasızdır. Bu devirde vaazların büyük bir bölümü Hz. Musa, Tur Dağı, Yusuf ile Züleyhâ hikâyeleri ile ilgilidir. Farzlar çok az konu edilmektedir. Aynı şekilde günahlardan kaçınma da hiç konu edilmiyor. Böyle vaazlardan bir zinacımn, bir faizcinin tevbe etmeye yönelmesi nasıl mümkün olur? Bir kadın kocasının haklarını yerine getirmeyi, onunla ilişkilerini düzeltmeyi nasıl aklına getirebilir? Çünkü bu vaazlar o konulardan çok uzaktır. Vaiz efendiler şeriatı arkaya attılar. Bu bakımdan neşeleri tam yerinde. Çünkü hak her zaman nefislere ağır gelir, bâtıl da hoş ve hafif gelir, "[56]
Sultanları ve devlet idarecilerini tenkid ederken de şöyle yazar:
"Bu efendiler şeriat karşısında kendi görüş ve kafalarına göre hareket etmekteler. Bazan eli kesilmemesi gereken kişinin elini kesiyorlar, bazan da öldürülmesi helâl olmayan kimseyi öldürüyorlar. "Bu bir siyâsettir" sözü ile kendilerini aldatıyorlar, bunun diğer bir adı; "Şeriat eksik ve yetersizdir. Onu tamamlamak, eksiğini gidermek lâzım. Biz onu kendi görüşümüz ve kanaatlerimizle tamamlıyoruz" demektir.
Bu; şeytanın müthiş bir hilesidir. Çünkü şeriat Allah'ın siyâseti (idare sistemi)dir. Allah'ın siyâsetinde bir eksiklik ve kusur olması ise muhaldir. Eksiklik olmayınca kulun siyâsetine nasıl ihtiyaç olur? Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, "Biz Kur'an'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık." ve: "O'nun emir ve hükmünü hiç kimse kaldıramaz." buyurmaktadır. O halde bu kul siyâseti (idâresi)ni iddia eden kimse aslında şeriatta eksiklik ve kusur olduğunu iddia ediyor demektir. Bu da küfre götüren bir şeydir. "[57]
Bir yerde şunu söylemektedir:
"Bu devlet erkânı ve zenginler: âlimlerden, fakih-lerden daha çok şeriata ters düşen şeyhlere ve saz çalan şarkı söyleyen sofilere bağlanıp onlara inanıyorlar. İlim sahiplerine bir kuruş harcamak onlara ağır gelirken bunlara cömertçe sarfediyorlar. Çünkü âlimler doktorlara benzer. İlaç ve tedaviye para vermek insana çok ağır gelir. Fakat o şeyhlere, kavalcılara, çalgıcılara para harcamak şarkıcı kadınlara para vermek gibidir. Bu da onlar için çalgıcılar ve soytarılar gibi gönül eğleme vasıtalarıdır ve sarayın ayrılmaz bir parçasıdır."[58]
"Aynı şekilde bu adamlar, sahte zâhidlere ve dünyadan el etek çektiğini söyleyen rastgele dervişlere çok çabuk inanıyorlar ve onları âlimlere tercih ediyorlar. Bu adamlar eğer en ahmak cahilin vücûdunun üstünde derviş elbisesi görseler inanıveriyorlar. Eğer onlar baş eğerler de tevazu ve alçakgönüllülük gösterirlerse, ona aldanmakta gecikmiyorlar ve diyorlar ki: Şimdi şu dervişle falan âlimi nasıl karşılaştırırsın? Bu derviş dünyadan vazgeçmiş biri, öteki ise dünya peşinde koşan biri. Derviş öyle güzel yemekler yemiyor, evlenmiyor da!
Halbuki bu, cehalet ve ahmaklığın tâ kendisi ve böyle zühdün ilme tercih edilmesi Şerîat-ı Muhamme-diye'ye hakarettir. Allah'ın büyük bir lütfü ki bu adamlar Hz. Peygamber Efendimiz zamanında değiller. Yoksa eğer onlar Hz. Peygamber'in evlendiğini, güzel ve temiz yemekler yediğini, tatlıyı ve balı çok sevdiğini görselerdi onun hakkında bile yanlış kanaat beslerlerdi[59]
Halkın genelini tenkid ederken de şöyle der:
"Şeytan, halktan pek çok insanı aldatarak; toplantılara katılıp vaaz ve zikir halkalarına iştirak etmek,; etkilenerek orada ağlamak; işte istenilen budur, herşey. bundan ibarettir, bu yapıldı mı dinde istenilen şey yerine gelmiş sayılır kanaatini onların kalplerine yerleşti-1' riyor. Eğer halk, asıl amacın amel olduğunu bilse, o za-; man bu duymak ve amel etmek onlar için sorguya çe-1 kümeye sebep olacaktır.
Ben şahsen senelerdir vaaz toplantılarına katılan, ağlayan ve orada etkilenen pek çok kimse biliyorum ki,; onlar ne faizi bırakıyorlar ne de ticarette aldatmadan vazgeçiyorlar.Namazm erkânından zaten eskiden beris haberleri yok. Müslümanları gıybet etmek ve ana-ba-, baya saygısızlıkta eskiden olduğu gibi hâlâ devam edi-r yorlar. Şeytan, böyle toplantılara katılıp ağlayarak,1 sızlayarak günahların affolacağım, günahlara bunların1 keffaret olacağını söyleyerek onları aldatıyor. Bazılarının kafasına âlimlerle, salihlerle sohbet edip onların meclisinde bulunmak günahların bağışlanmasına sebeptir anlayışını sokarak yanıltmaktadır.
Onlardan pek çok kimse camiler, köprüler yapmak için birçok masraflar yapıyor. Lâkin onların maksadı riya ve şöhrettir, adlarının amlmasıdır. Bu bakımdan bina üzerine isimlerini kazıtırlar. Allah'ın rızasından başka bir şey düşünmeselerdi, Allah'ın onu gördüğünü, bildiğini yeterli görürlerdi. Böyle adamlara eğer isimlerinin kazılmıyacağı bir duvar yapmaları söylenseydi kabul etmezlerdi. [60]
3-Sayd el-Hâtır:
Bu kitap, yazarın duygularını, görüşlerini not ettiği bir cep defteri, bir karalama defteri gibidir. Bu eserde İbn Cevzî kendi kişisel hata ve kusurlarını da çekinmeden not etmiştir. Yer yer kendi nefsi ile konuşma, soru cevap, düşünce karmaşaları, cemiyet hayatı tecrübeleri, kadınlar, köleler ve dostlarla ilgili tecrübelere ait sözler, faydalı yol göstermeler, günlük olayların çözümü, ruhî hastalıkların açıklanması, çeşitli sınıfları ten-kid, nefsi hesaba çekme ve yüzlerce olayla ilgili sözler yer almaktadır.
Bu kitabın en önemli Özelliklerinden biri, doğruluğu, sadeliği ve yapmacıksız oluşudur. O devrin edebiyatçılarının, yazarlarının üslûbunun tersine kitabın tamamı; akıcı ve sade bir dille yazılmıştır ve galiba kendi konusunda bir Arap âlim tarafından yazılmış ilk kitaptır. [61]
Genel Olaylardan Çok Büyük Sonuçlar Çıkarması:
A' îbn Cevzî bu kitapta küçücük olaylardan günlük görgü ve tercübelerden çok büyük sonuçlar, çok büyük manalar çıkarmaktadır. Bu ise; bir halk insanı ile bir görüş sahibi fikir adamı arasındaki farktır. Bir yerde şöyle yazar:
"Ben iki amele gördüm. Büyük bir kütüğü omuzlanmışlar gidiyorlar. İkisi de şarkı söylüyor. Biri bir mısra söylüyor, diğeri de terennümle onu tekrar ediyor. Biri okuyor, diğeri dikkatle onu dinliyor, sonra ikincisi onıiı tekrarlıyor veya aynı tarzda bir mısra ile cevap veriyor... Düşündüm ki; eğer bunlar öyle yapmasalar, eziyeti, yükü fazlasıyla hissedecekler. Fakat böyle hareke t ederek işlerini kolaylaştırıyorlar, yüklerinin ağırlığını hissetmiyorlar. Dikkat edip de meseleyi iyice düşündül ğüm zaman anladım ki, onların böyle hareket etmelerinin sebebi; zihnin başka bir şeyle sürekli meşgul edilerek dinlendirilmesi, cevap bulma düşüncesiyle meşgul olurken dinçlik kazanması, yenileme elde etmesi, derken yükü düşünmeye fırsat vermeden yolun katedilme}-sidir.
Bu olaydan benim zihnim, insanın şeriat karşısın daki durumuna atladı. İnsanlar şer'î sorumluluklarla, farzlarla büyük bir yük altına girmişlerdir. En büyük yük de nefsin idare edilmesidir. Büyük mesele, onu isteklerinden mahrum etmek, istemediği şeylere onu bağlı tutmaktır. Bundan şu sonuca vardım ki; onu sevmediği şeyler üzerinde tutabilmek için sabırla teselli ederken, dinin caiz gördüğü gönül çekici şeyleri nefse vererek caiz olmayan isteklerini kesmektir.
Şairin dediği gibi:
"Gece boyu süvariler yürüdüğü için yorulduk diye feryad ediyorlarsa
Şafağın ışığına ümidlendir. Gün doğunca dinlendirme sözü ver."
Aynı şekildeki bir hikâye de Bişr-i Hafî'den nakledilmektedir:
Bişr-i Hafi; bir arkadaşıyla bir yere giderken arkadaşı susamış ve, şu kuyudan su içelim demiş. Bişr-i Hafi ise ilerideki kuyuya işaretle, oraya kadar sabretmesini istemiş, böyle böyle derken uzun yollar katedil-miş. Sonra ona dönerek: İşte bu şekilde bütün dünya yürüyerek katedilebilir, demiştir.
Gerçek şu ki; bu nükteyi, buradaki inceliği anlayanlar yükünü taşısın, ona sabır gösterin diye nefislerini oyalayacak, onu okşayacak ve ona bir takım vaad-lerde bulunacaktır. Bazı selef büyükleri şöyle buyururlardı: "Ey nefis, seni arzu ettiğin şeylerden mahrum edişim sana acıdığım içindir.''[62]
Bir başka yerinde ise şöyle yazmaktadır:
"Gördüm ki av köpeği (tazı) sokak köpeklerinin yanından geçerken sokak köpekleri onlara havlıyorlar; gürültü, kıyamet koparıyorlar ve peşlerinden koşuyorlar. Onlar av köpeklerine çok değer verildiğini o yüzden üzerlerine çul konduğunu görüyorlar da buna ha-sed ediyorlar. Buna karşılık, av köpekleri (tazılar) onlara hiç değer vermiyor, yüzlerini bile çevirmiyorlar, havlamalarına aldırış etmiyorlar. Bundan da sanki av köpeklerinin onların soyundan olmadığı anlaşılıyor. Çünkü sokak köpekleri hantal vücudlu, biçimsiz organ-lıdırlar. Fakat av köpekleri nazik yapılı ve çeviktirler. Onların vücudu nazik ve çevik olduğu gibi, terbiye edilmiş, davranışları da eğitilmiştir. Onlar av avlayınca o ava ağızlarım sürmeleri imkânsızdır. Sahiplerinden korktuklarından dolayı, ya da onların kendilerini yedirip doyurmalarından dolayı o avı olduğu gibi getirip teslim ederler.
Ben bundan anladım ki; bedenle ahlâk (huy) arasında büyük ilgi var. Eğer vücud endamlı, hoş ise ahlâk da hoş ve güzeldir. Bir de şunu anladım ki; insan kendi cinsinden olmayana veya kendi seviyesinde kabul etmediği kimseye hased etmemektedir. Bunun gibi, Allah'ın kendisine akıl, fikir verdiği kimse kendisine hased edene hased etmez. İman ve akıldan mahrum olanı o, değer verilecek kimse olarak kabul etmez. Çünkü biri bir âlemde, Öbürü bir başka âlemde. O, dünya menfaatinden dolayı hased ediyor. Halbuki bunun ana hedefi âhireti kazanmaktır. İkisi arasında ufuklar kadar mesafe var,"[63]
Hayat Olayları ve Nefisle Konuşması:
O, olayları tamamen tehlil eder ve bizzat kendi hayat ve yaşayışı hakkında nefsi ile hakimane (akıl, fikir ve mantığın en derin kavrayışı ile olayları çözen) bir tarzda.konuşur.
Bir keresinde dua ediyordu da duasına büyük bir kişi de katılmıştı. Dua kabul oldu. Ama kimin duası, kendisinin duası mı? Yoksa o anda o duaya iştirak ettiği için diğer büyük kişinin duası mı? Bunun üzerine nefsi ile şöyle konuştu:
"Bir gün öyle bir işle karşılaştım ki, o iş hakkında Allah'a dua etmem gerekti. Dua ettim, Allah'tan istedim. İyi halli ve manevî yüceliği olan bir zât da duama ortak olmuştu (âmin demişti). Duamın kabul olduğunun alâmetlerini gördüm.
Nefsim bana; bu, o büyük zâtın duasının neticesidir. Senin duanın değil, dedi.
Ben de kendi kendime şöyle dedim: Benim öyle günahlarım, kusurlarım var ki, onlardan dolayı duamın kabul olması benim hakkım değildir. Fakat kim bilir, belki de benim duam kabul olmuştur. Çünkü o büyük zât kendi hakkımda bildiğim o günah ve kusurlardan korunmuştur. Ama benimle onun arasında fark var. Ben kendi kusurumu bilmemden dolayı gönlüm üzgün ve pişmanım, o ise kendisi hakkında neşeli ve sevinçlidir. Bazan günahları itiraf etmek böyle zorunlu durumlarda daha çok işe yarar ve etkili oluyor.
Bir başka konuda ben ve o eşitiz. O da şu: İkimizden hiçbiri kendi amellerinden dolayı üstünlük beklemiyoruz. O halde ben kırık bir kalple pişmanlık duyarak başımı eğer de günahlarımdan tevbe ederek; Yâ Rabbi, kendi lütuf ve kereminden dolayı beni bağışla, elim boş, yüzüm yok, dersem o zaman duamın kabul edileceğini umarım. Halbuki o büyük zâtın dikkati yaptığı amellere takılır da ona güvenir, bu ise duasının kabul olmasına mâni olur.
O halde ey nefsim, kalbimi daha fazla üzme. Ben edeb ve tevazuu gerektiren, sonra da kendi kusurlarımı itiraf etmemi icab ettiren nice hallerimi biliyorum. Allah'tan istediğim şeye benim pek çok ihtiyacım var. Onun lütfedeceğine kesin inancım var. Bütün bu meziyetler o çok ibadet eden zatta yok ki Allah onun (kendine güvendiren) ibâdetlerine bereket versin. Benim kusurlarımı kabul etmem, günahlarımı itiraf etmem büyük değere sahip bir şeydir."[64]
Bir yerde de şöyle der:
"Bir gün şer'an mekruh olan bir meselede çıkmaza düştüm. Nefsim bazı te'vil yolları gösteriyordu da mekruh olduğunu gözden uzaklaştırıyordu. Aslında onun tevilleri (çıkış yolları göstermesi) yanlıştı. Mekruh olduğunun delili apaçık ortada duruyordu. Allah'a yöneldim, bu çıkmazdan beni kurtarmasını diledim ve Kur'an-ı Kerim okumaya başladım. Dersimin akışı da sûre-i Yusufa gelmişti. Oradan okumaya başladım. Kafam deminki meseleye takıldığı için hep onu düşünüyordum, başka hiçbir şeye dikkatimi veremiyordum. Ne okuduğumdan da haberim yoktu. Ne zaman ki şu âyete geldim; 'Yusuf: Allah'a sığınırım,:, gerçek şu ki senin kocan benim efendimdir, bana güzel bakmıştır, dedi. "[65] okuyunca irkildim. Bana Öyle geldi ki bu âyet bana söylüyor, bana hitap ediyor.
Derhal kendime geldim. Gözlerimden gaflet perdesi kalktı. Kendi nefsime dedim ki: Yusuf (a.s.) hür bir kimseydi. O zâta köle yapılarak satılmıştı. Kendisine o kadar basit iyiliği yapan adama teşekkür için "efendim" dedi. Halbuki o ne bir köle idi, ne de onun bir efendisi vardı. Yine de onun hakkını kabul edişinin sebebini açıklarken "ahsene mesvâye" diyerek; "beni iyi korudu, bana iyi davrandı" ifadesini kullandı.
Şimdi (ey nefis), biraz kendin üzerinde düşün. Senin vücudunu devamlı lütuf ve keremleri ile besleyen, bu kadar giysilerle bedenini örten, hesapsız iyiliklerde bulunan bir efendinin kölesisin. Öyle bir efendinin kö-lesisin ki o seni doyurdu, yedirdi, giydirdi, okuttu, öğretti; daha bilmem sayılıp dökülemiyecek kadar ikramda bulundu. Seni en güzel bir yola koydu. Her çeşit hile ve serlerden korudu, güzel bir görünüm vermekle birlikte sana manevî güzellikler, akıl, zekâ, güzel karakter bahşetti. Başkalarının uzun seneler içinde öğrene-mediği bilgiyi kısa zamanda öğrenme kabiliyeti verdi.
Güzel konuşma ve konuları rahat anlatma, akıcı bir üslup ve natıka verdi. Halktan kusurlarını gizledi, rızkını zorlanmadan sana ulaştırdı, kimseye seni minnet ettirmedi. Daha bilmem hangi iyiliklerini sayıp dökeyim; güzel bir yüz, sağlıklı bir vücud, güçlü bir karakter, normal bir yapı veya hoş bir mizaç ve adilikten, aşağılıktan koruması, hangisini sayayım. Eğer ben çocukluğumdan bugüne kadar o efendimin (Allah'ın) verdiği nimetleri saymaya kalksam birçok defter karalamam gerekir, yine de bitmez. Saymadığım iyilikleri kat kat fazladır. Ey nefsim, Öyle ise bütün bunlara rağmen o efendinin rızasına aykırı hareket etmen sana nasü yakışır? "Allah'a sığınırım, şüphesiz o benim Rabbim-dir. Bana güzel bakmıştır. Zâlimler kurtuluşa eremezler."[66]
Bir başka yerde de şöyle yazar:
"Bir keresinde ben bir mezhepte yapılmasına izin verilen, başka bir mezhepte caiz görülmeyen bir mesele üzerinde amel ettim, o şeyi işledim. Ama kalbimde de bir katılık, bir huzursuzluk duydum. Sanki kendimi dergâhtan kovulmuş, azarlanıp huzurdan tardedilmiş bir insan gibi hissettim. İçimde bir kararma, bir yoksunluk hissettim.
Nefsim bana dedi ki: Bu ne biçim bir iş; sen fıkıh âlimlerinin çizgisinden çıkmış değilsin ki böyle şeyler hissedesin. Ben de dedim ki; ey kötü nefis; senin bu sorunun iki cevabı var: Birincisi, sen bir kere kendi akidenin (inanç ve görüşünün) tersine yorumladm (te'vil yaptın). Bizzat sana sorsalardı da fetva isteselerdi yaptığına göre fetva vermezdin. O (nefis) dedi ki; eğer ben onun caiz olduğuna inanmasaydım onu neden ve nasıl yapardım? Ben de dedim ki: Sen bu düşünceni başkaları için de fetva olarak arzu etmiyorsun.
İkincisi de şu ki; bu kararma ve sıkıntı duymandan memnun olman lâzım. Çünkü senin kalbinde nur olmasaydı böyle bir tesir sende meydana gelmezdi.
O da şöyle dedi: Tekrar tekrar gelen bu sıkıntı ve ruhî kararmadan huzursuz oluyorum. Ben de; o halde bunu bırakmaya karar ver ve farzet ki, terkettiğin şey icmâ ile caizdir. Ama yine de takva ve titizlik bakımından onu bırakmaya karar ver, dedim. Nitekim böyle hareket ederek o bu çıkmazdan, sıkıntılardan kurtuldu."[67]
Selef-i Sâlihinin Ahvalini Bilme İhtiyacı:
O, bir hadisçi ve fıkıhçı olmasına rağmen kalbi ıslah etmek, zevk ve şevk meydana getirmek için insan üzerine tesir bırakan olayların ve selef-i sâlihînin ahvâlini okumanın gerekli olduğundan da habersiz değildi. Telbisü İblis ve Sayd el-Hâtır isimli eserlerinin ikisinde de nkıhçılara, hadisçüere ve âlimlere, talebelere bunu yapmalarını tavsiye eder ve kendi tecrübelerini de anlatır. Sayd el-Hâtır' da bir yerde şöyle yazar:
"Fıkıh ve hadis dinlemeye kendini vermenin kalpte gelişme sağlamaya yeterli olmadığını gördüm. Öyle olmalı ki, bununla birlikte etkili olaylar ve selef-i sâlihin ahvâlini mütalaa etmek de buna katılmalıdır. Sadece helâl ve haramlara ait bilgiler kalpte incelik, yufkalık meydana getirmeye yetmez. Kalpte yufkalık ve rikkat; etkili hadislerle, selef-i sâlihîn hakkındaki tatlı olayların anlatümasıyla meydana gelebilir. Çünkü bunların anlatılışının amacı zaten bu duygunun doğmasıdır. Bizzat ben kendi tecrübemle bunlar üzerindeki denemelerimle gördüm ki, genellikle hadisçiler ve hadis bilgisi üzerinde çalışanların bütün dikkatleri, ilgileri âlî hadis senedi ve rivayetlerin çokluğu üzerinde olmaktadır. Aynı şekilde genellikle nkıhçıların bütün ilgileri tartışmalara ve rakibini altedecek bilgilere yönelik olmaktadır. İş böyle olunca kalpte nasıl bir heyecan, incelik, hassasiyet ve yufkalık meydana gelebilir?
Selefden bir grup insan sadece bu heyecan, hassasiyet, rikkat ve yufkalığı, bu davranış ve hareketleri görmek için büyük ruhaniyet sahibi bir insanı ziyarete giderlerdi, onlardan bilgi almak için değil. Bu bakımdan
O davranış ve hareket tarzı onların bilgisinin temelini oluşturuyordu. Bu inceliği iyi anlayın, hadis ve fıkıh dersine, selef-i sâlihînin, ümmetin zâhidlerinin (dini ruhuna uygun şekilde en iyi yaşayan, haramların en küçüğüne yanaşmayan pâk müslümanların) yaşayış ve hayatlarını öğrenmeyi de mutlaka katın ki, bununla kalbinizde rikkat, yumuşaklık ve yufkalık hâkim olsun. [68]
Ümmetin Olgun Kişilerinin Yaşayış Şekli:
İbn Cevzî, selefin ve ümmetin daha önce yaşamış ünlü pek çok salih kişilerinin müstakil hayat tarzlarını, yaşayış biçimlerini bir kitap halinde kaleme almıştır. Meselâ, Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz, Süfyân-ı Sevrî, İbrahim b. Edhem, Bişr-i Hafî, Ahmed b. Han-bel, Ma'rûf Kerhî hazretleri gibi büyük zâtların özel hayatlarım yazmıştır. Bu müstakil tezkirelere ilâve olarak pek çok zatm tezkire ve hal tercemesini Safuet el-Safvet' i yazmıştır. Bu eseri dört cilttir. Aslında bu kitap Ebû Nuaym el-Isbahânî'nin meşhur kitabı Hilye-tul Evliya' mu düzene konmuş ve özetlenmiş bir şeklim dir. îbn Cevzî bu kitabı, uygun kısaltmalar, eklemeler ve özetlemeler yaparak hadisçi ve tarihçi metodu ile yazmıştır. Bu kitapta anlatılan konular ve olaylar etkili, gönül okşar biçimde olmakla beraber, tarihî bir yöne de sahiptir. Mübalağalı rivayetlerden ve lüzumsuz sözlerden arınmıştır.[69]
Tarihin Önemi:
İbn Cevzî, dinî bilgilerle uğraşırken, fıkıh ve hadiste çok üstün dereceye yükselirken tarih bilgisinin de; önemine ve gereğine inanıyordu. Onun Öğretilmesinde ısrar etti. Ona göre; tarihi bilmemekten dolayı hadisçi-lerle, fikıhçılar kitaplarında bazı çok büyük yanlışlıklar yapmışlardır. Bu ise onların şamna yakışmaz, demektedir. İşte bu yüzden talebelere her ilim dalından haberleri olmasını tavsiye eder. Kendilerini değersiz,., basit duruma düşürmeyecek kadar Tarihi bilmelerim^ onlara salık verir. Sayd el-Hâtır 'da şöyle yazar:
"Fıkıh âliminin her ilim dalından gerektiği kadar; bilgisi olmalıdır. Tarih olsun, hadis ya da lisan bilgisi veya daha başka bir bilgi olsun bilmelidir. Çünkü fıkıh bütün bilgileri bilmeyi gerektirir, bu balomdan her il-i1 min gerekli olan miktarını bilmelidir.
Ben bazı nkıhçılarm: 'Şeyh Şiblî ile Kadı Şerik bir toplantıda karşılaştılar' dediğini duydum. Bunu duyunca şaştım kaldım. Onların daha bu iki önemli insanın yaşadıkları zamanlar arasında ne kadar uzun zaman aralığı olduğundan haberleri yok. Bir tartışma sırasında bir âlim': Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.a.) arasında evlilik bağı kopmadığı için Hz. Ali, Hz. Fatıma'nın cenazesini yıkamıştı1 dedi. Ben de dedim ki: Allah iyiliğini versin. O halde Hz. Ali, Hz. Fâtıma'dan sonra onun kız kardeşinin kızı Zeyneb kızı Ümâme ile nasıl evlenmişti?
Aynı şekilde ben Gazâlî'nin kitabı îhyâ' da öyle hatalar gördüm ki, nasıl oldu da değişik olayları ve tarihleri böyle bir araya getirdi diye hayret ettim. Bu tarih hatalarını ben bir kitapta topladım."[70]
Tarihle İlgili Kitapları:
O, bu tenkidlerle ve teşviklerle yetinmemiş hatta geniş ve büyük bir eser olan el-Muntazam fi Târihi'l-Mülûki ve'l-Ümem isimli on cildlik kitabını yazmıştır. İslâm'ın başlangıcından alarak 574 H. yılma kadar geçen olayları içine almaktadır.
Yazar bu kitabında, önce bir devri yazmış, sonra o zaman ve devrin önemli olaylarını, vak'alarını; daha sonra da o dönem içinde ölen seçkin ve anılmaya değer kişilerin hayatlarını anlatmıştır. Bu durumu ile kitap, tezkire ve tercüme-i ahvâli birleştirerek anlatan bir tarih kitabıdır.
Aynı şekilde onun kısa bir kitabı daha var. Bir tarihî hatıra kitabı (not kitabı) gibi olan bu eserin adi Telkîhu Fühûm-i Ehli'l-Eser fi Uyûni't-Târihi ve's-Si-yer'dir. İçinde pek çok tarihî bilgiler bir araya getirilmiştir.[71]
Edebî Yönü ve Hatipliği:
İbn Cevzî'nin çok düzgün ve akıcı bir dille yazıp konuştuğunda tarihçiler görüş birliğindedirler. Onun vaazlarına, sohbet toplantılarına halkın çok rağbet etmesinin bir sebebi de buydu.
O, Sayd el-Hâtır isimli eserinde, nefsinin bunu ter-ketmesini ısrarla tavsiye ettiğini, konuşmasında bu özelliklere önem vermemesini nefsinin kendisine öğüt-lediğini, bu gibi şeylerin yapmacık şeyler olduğunu, kelimelerin şekil ve biçimlerine dikkat etmemesini nefsinin tekrar tekrar hatırlattığını, fakat genel bilgisi ve fi-kıh ilmini çok iyi bilmesinden ötürü nefsini atlattığını söyler. Güzel konuşmanın Allah vergisi bir yetenek olduğunu, bir silah, bir üstünlük belgesi olduğunu, bir kusur ve ayıp olmadığını, bu bakımdan dine davet ve tebliğde ondan faydalanılması gerektiğini, onu tenkid etmeye hiçbir sebep olmadığını nefse anlattığını bildirir.[72]
Kısacası şeytan onu halka hizmetten ve genel davet görevi yapmaktan uzaklaştıramadı ve o, bütün zihin gücünü, Allah'ın lütfü olan yetkilerini müslümanların ıslâhı için harcadı. Yarım asırdan daha fazla bir süre bütün varlığı ile ıslah ve bilgilendirme ile uğraştı.[73]
Vefatı:
597 H. yılında bir cuma gecesi bu Allah yolunun davetçisi vefat etti. Bağdat'ta kıyamet koptu, çarşılar kapandı, cenaze namazı Mansur Câmii'nde kılındı. Bu büyük cami kalabalığı almadı.
O gün Bağdat tarihinde unutulmaz bir gün yaşandı. Her taraftan ağıtlar duyuluyor, gözyaşları akıtılıyordu. Halk ona o kadar bağlı idi ki, Ramazan boyunca bütün gecelerini onun kabri yanında geçiriyorlar ve Kur'an-ı Kerim hatmediyorlardı.[74]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/265-267.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/267-268.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/268.
[4] Ceylan ya da Geylan'a Deylem de denilir. Burası İran'ın kuzey batısında bir bölgedir. Kuzeyinde Rus toprakları vardır. Güneyinden Elbürz sıradağları geçer ki bu dağlar onu Azar- beycan ve Irak-ı Acem'den ayırır. Güneyinde Mazenderan'ın doğu kısmı var. Kuzeyinde de İran'ın en güzel yerlerinden sayılan Kazvin'in batı bölgesi vardır.
[5] el-Bidâye ve'n-Nihâye, Bostanî, c.12, s.149.
[6] Şarânî onun mürid yetiştirmede büyük makam sahibi olduğunu bildiriyor. Bağdat'ın pek çok aliminin ve şeyhlerinin ona bağlı olduğunu söylüyor.
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/269-270.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/270-271.
[9] Kalâidu 1 Cevahir, s.9.
[10] A.g.e, s.9
[11] A.g.e, s.9
[12] A.g.e, s.9
[13] A.g.e, s.9
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/271-273.
[14] Kalâidü'l Cevahir, çeşitli kitaplar ve tezkireler.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/273-274.
[15] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l, s.126 ve Tabaİât-ı Hanâbile, İbn Receb.
[16] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/274-275.
[17] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l, s.120 ve Tabakât-i Hanâbile, İbn Receb.
[18] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l, s.120 ve Tabakât-i Hanâbüe, İbn Receb.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/276-277.
[19] Fütûh el-Gayb, Makale 3, Rumuz el-Gayb, s.11-13.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/277-278.
[20] Fütûh el-Gayb, Makale 3, Rumuz el-Gayb, s.125.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/278-279.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/279-281.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/281-282.
[23] Rumuz el-Gayb, Tercüme Fütûhu'l Gayb, makale: 17.
[24] Rumuz el-Gayb, Tercüme Fütûh'ül Gayb, makale: 62.
[25] Füyûz-ı Yezdânî, meclis: 20.
[26] Mâide, 5/54.
[27] Zâriyât, 51/56.
[28] Taberânî.
[29] Mâide. 5/54.
[30] Fütûh el-Gayb, makale: 32.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/282-286.
[31] Füyûz-ı Yezdânî, meclis: 21.
[32] A.g.e, meclis: 51.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/286-287.
[33] Kalâidul Cevahir, s.8.
[34] A.g.e, s.8.
[35] A.g.e., meclis: 51.
[36] . A.g.e, meclis: 52.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/287-289.
[37] Melfüzât,s.498, (Füyûzu Yezdânî).
[38] Melfuzât, s.507, (Füyûzu Yezdânî).
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/289-290.
[39] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/290-294.
[40] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/294.
[41] et-Tcskmüe,Rüöröz el-Gayb, 1Ö9-193.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/294-297.
[43] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/298.
[44] Leftetü'l-Kebid fî Nasîhati'l-Veled, s.81-82.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/298-299.
[45] İbn Hallikân, s.395.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/299.
[46] Sayd el-Hâtır, s.366-3671
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/299-300.
[47] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/300.
[48] Saydel-Hâtır, s.58-59.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/300-302.
[49] A.g.e,s.l94-196:
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/302-307.
[50] Leftetu 1-Kebîd ve Sayd el-Hâtır.
[51] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/307-308
[52] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/308.
[53] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/308.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/309
[55] Telbîsü İblis, s.119.120.
[56] A.g.e, s.125.
[57] Nakdü Mesâliki'I Vulâti Ve's-Salâtîn, s.132.
[58] Nakdü Mesâliki'I Vulâti Ve's-Salâtîn, s.373.
[59] Telbîsü İblîs Alel Avam, s.389.
[60] Telbîsü İblis Alâ Ashâbü Emval, s.395.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/309-314.
[61] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/314.
[62] Sayd el-Hâtır, s.75-76.
[63] A.g.e, s.387.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/314-317.
[64] A.g.e, s.83-84.
[65] Yûsuf; 12/23.
[66] Sayd el-Hâtır, s. 162-163.
[67] A.g.e, s.174.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/317-321.
[68] A.g.e,s.l74-175.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/321-322.
[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/322-323.
[70] A.g.e,s.365-366.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/323-324.
[71] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/324.
[72] Bk. Sayd el-Hâtır, s.126-127.
[73] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/325.
[74] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/325-326.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder