6- İMAM GAZALİ
İlmi Kelâmın Çöküşü, Felsefe Ve Bâtınîıjğin Gelişmesi Ve Yeni Bir İlmi Kelâmcıya İhtiyaç Duyulması
İlmi Kelâmın Çöküşü, Felsefe Ve Bâtınîliğin Gelişmesi
Her ne kadar o günlerde Eş'arî düşüncesinin âlimleri bütün İslâm dünyasını, eğitim düzenini, dinî hayatı kuşatmışlarsa da, bizzat kendi söz ve iddialarının geçerliliğinin ve hâkimiyetlerinin içine kurt düşmüştü. Ebu'l Hasan Eş'arî'nin gücü ve kişiliği, mantığı ve müc-tehidce kafa yapısı Mutezilenin sihrini bozmuş, şeriat ve sünnetin hâkimiyetini yeniden kurmuştu. Bu işte onun metod ve prensipleri tek başına rol oynamamış, onun üstün zekâsının, yeteneklerinin ve ilmî isbatlama ve ictihad melekesinin de rolü olmuştu. Bu otorite işte böyle güçlü büyük kişilerle ve içtihad yetenekleri ile ayakta durabilirdi. Fakat onun peşinden giden, ona tâbi olanlar gitgide eski metodları takip eden kişiler durumuna düştüler. İlm—i Kelâm'da da yenilik ve ictihad yerine nakil içinde nakil çizgisi başladı.
Durumun değişmesini hisseden ve işe ciddi sarılanlar, felsefî deyimleri ve felsefî delillendirme ve ispatlama tarzını ilm-i kelâma soktular. Bu tarz ise ne Kur'an-ı Kerim'in isbatlaması gibi tabiî, fıtrî ve herkesin anlayacağı biçimde, gönül okşar tarzda idi; ne de onların davalarını isbatlayacak şekilde kesin deliller ortaya koyacak biçimde idi. Bunda "dedi, dedinY'den ileri gidememe durumu ve her an için prensiplerinin zayıflatılması ve şüpheli, şaibeli hale getirilmesi tehlikesi vardı. Böylece onlar ne ehl-i sünnetin ve selef mezhebinin sağlam önderliğini yapabildiler, ne de gerçek felsefe ortamlarında saygı ve otorite kurabildiler. [1]
Felsefenin Yaygınlaşması:
Diğer taraftan, Me'nıûn'un hoşlanmasından ve çok değer vermesinden, tercüme edenlerin de gayreti ve ilgisinden dolayı, eski Yunan felsefesiyle ilgili pek çok kitap, özellikle Aristo'nun eserleri Süryâniceden, Yu-nancadan, Farsçadan, Arapçaya nakledilmişti. Bu iş hızlı hareket edip düşüncesiz davranan, akıl ve mantığı olgunlaşmamış olan müslümanlar üzerinde kötü etki yaptı. Bu bir sürü kitap içinden bir kısmı kullanılmasında sakınca olmayan mantık, tabîiyyat, temel bilgiler ve matematik kitapları idi. Birazı da ilahiyat ve metafizikle ilgili konular ve yazılardı. İlahiyatla ilgili olanlar aslında eski Yunanlıların kendi putları ile ilgili bilgilerdi ki, onlar bunu kurnazca felsefî kalıblara sokmuşlar, felsefi dil ve ilmî terimlere aktarmışlardı.
Bu tahminler ve faraziyeler (varsayımlar); ne bir isbatı yapılabilir ne de dünyada varlığına rastlanabilen bir efsane, bir tılsımdı. Allah Teâlâ'mn peygamber olarak gönderme nimeti bahşettiği Hz. Muhammed (a.s.) aracılığı ile kendi zâtının ve sıfatlarının en iyi şekilde bilinmesini sağladığı, insanlığın ve kâinatın başlangıcını ve sonunu, ihtidasını ve intihâ-smı en iyi şekilde öğrettiği böyle bir ümmetin bu Yunan efsanesine ve akıl çelen sihrine iltifat etmesine, onun enine boyuna akıl erdirmek için zaman kaybetmesine kesinkes ihtiyacı yoktu.
Ama Yunan mantığından, tabiî ilimlerinden ve riyâzî ilimlerinden korkanlar, onların ilahiyat sahasın-
daki saçma sapan sözlerle dolu kitaplarını da bir semavî kitap gibi benimsediler, peygamberler ve semavî kitapla sanki kendilerine hiçbir bilgi ulaşmamış gibi onları elden ele dolaştırdılar. Sanki onlar cahiliyet dönemi milletleri gibi, matematik ve tabiî ilimlerde olduğu gibi ilahiyat ve dinî bilgilerde de yoksul ve meteliksizdiler. [2]
Yunan Felsefesini Arapçaya Tercüme ve Nakleden Kişiler:
Diğer taraftan Yunan felsefesi; Ya'kûb Kindî (ö. 258 H.\ Ebu'n Nasr Fârâbî (ö. 329 H.) ve Şeyh Ebu Alî Sina (ö. 428 H.) gibi cezbeli, heyecanlı avukatlar ele geçirdi. Bizzat Yunan'da bile bunlar gibisini bulmak zordu. Onlar Aristo'yu, kusursuzlukta, kutsallıkta, ilim ve hikmette öyle bir mertebeye ulaştırdılar ki, belki de bu makam ve rütbe Yunan ilahiyatında ilk başlangıca (varlığı şart olana) dahi verilmemiştir. Müslümanların payına Yunan bilgi hazinesinden daha çok Aristo'nun eser ve fikirlerinin düşmesi bir şanssızlıktı. Bu fikirler; peygamberlerin getirdiği talimatlardan, dinin ruhundan, özünden çok farklı, onunla çok az ilgiliydi.
Sonra ikinci şanssızlık da Arap filozoflarından hiçbiri bu fikirlerin asıl kaynağını, onların yazıldığı dili bilmiyordu. Bütün bilgileri tercümelere dayanıyordu ve bu tercümelerden bizzat o filozofların ne demek istediğini anlamakta hatâlara düştüler. Sonra onlar üzerinde Aristo'nun öyle bir etkisi ve büyüsü vardı ki, onlar onun fikirlerinin tenkidini yapmayı gereksiz görmüşler, aklın düşünmesi sonucu bulduğu fikirlerini bile is-batlanmış gerçeklerin kitapla anlatılması şekline sokmuşlardır. [3]
İhvân-ı Safa Topluluğu ve Risaleleri:
Hicrî dördüncü yüzyılın sonunda Yunan felsefesi bütün İslâm âlemini etkilemeye başlamıştı. Her zeki ve meraklı genç Yunan felsefesine hayranlıkla, saygıyla bakıyordu.
Dördüncü yüzyılın ortasında Bağdat'ta, İhvân-ı Safa adında Masonik tarzda gizli bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyette Yunan felsefesi Ölçü, kıstas kabul edilerek dinî konular ve akideler (inançlar) üzerinde konuşmalar yapılıyor, kendilerine göre sorunlar çözümleniyordu.
Bu cemiyetin bülteninde şu sözler yer alıyordu: "İslâm şeriatı cehalet ve dalâletlerin karışması ile kirlenmiştir. Onu felsefe ile yıkayıp temizlemekten başka çâre yoktur. Çünkü felsefe itikadı bilgileri, hikmet ve ictihad faydalarını ihtiva eder. Şimdi sadece Yunan felsefesinin İslâm şeriatı ile kaynaşmasıyla istenilen gelişme elde edilebilir."
Onlar arkadaşlarına; bilgisinde yetişmiş, yaşında ilerlemiş kişilerle uğraşarak vakit kaybetmemelerini, onların yerine gençlerle uğraşmalarını ve onları, fikir ve düşünceleri ile etkilemelerini özellikle tavsiye ediyorlardı. Çünkü yaşlı insanlarda bilgilerinde olgunluk ve donukluk meydana gelir, bu ise yeni bir şeyi kabul etmeye engeldir. Yeni bir şeyi kabul etme yeteneğine ancak gençler sahiptir.
Onlar bu konulara bakışlarını, kendi felsefelerine Öncülük eden ve İhvân-ı Safa Risaleleri adı ile edebiyat ve tarihte meşhur olan ve tabîiyyat, matematik, ilahiyat ve aklî konuları içine alan 52 risale içinde yayınladılar. Mutezile mezhebinden olanlarla, onlarla aynı zevki taşıyan insanlar bu risaleleri elden ele taşıyor-
lar ve kendi toplantılarında okuyorlardı. Nereye giderlerse yanlarında taşıyorlardı. O derecede ki, bir asır içinde bu risaleler İspanya'ya (Endülüs'e) kadar ulaştı. [4]
Mutezile İle Felsefeciler Arasındaki Fark:
Her ne kadar bilerek veya bilmeyerek Mutezile'nin adamlarından şeriata zarar geldi ise de onlar; akim yeteneklerini sınırsız, sonsuz kabul ederek Allah'ın zâtı ve sıfatlarının hassas meselelerini ve akıl ötesi (akıl dışı değil) konularını âdeta çocuk oyuncağı haline getirmişlerdi.
Fakat temelde onlar da dinî kafa yapısı taşıyan kişilerdi. Allah'ın bildirdiklerine (vahye) ve Peygamber'-den bildirilenlere iman ediyorlardı. Genellikle sade hayat yaşarlar, günahlardan çekinirlerdi. İbadetlere düşkün ve dine çağrı hevesi taşırlardı. Ma'rûfu (iyiliği) yaptırmaya, kötülüğü engellemeye (emr-i bil ma'ruf, nehiy anü münkere) şiddetle bağlıydılar. Bunların hepsi, prensiplerinin ve inançlarının gereğiydi. Bu bakım-H dan itizal mezhebinin gelişmesinden ve hâkim olma-^ sından dolayı İslâm dünyasında küfür ve ilhâdm, pey-B gamberliği red ve âhireti inkârın, amelsizlik ve ibadet-sizliğin benimsendiği olmadı. Bunlara temayül diye biri şey ortaya çıkmadı ve müslümanların dinî şuuru (bilin-n ci) yaralanmadı veya zayıflamadı. :*
Fakat felsefecilerin işi bunlardan tamamen farklıydı. Felsefe nübüvvetle (peygamberlikle) hiçbir yerde uyuşmaz, bir yere gelip orada birleşmez. Dinin temel ve küllî meseleleri, felsefenin ana inanç meseleleri ile çatışma halindedir. Bu bakımdan felsefenin değeri ve haşmeti ne kadar artmışsa, tabiî olarak dinin değeri ve peygamberlerin haşmeti azalıp gitmiştir. İnançlardan
(akâidden) başlayarak ahlâk ve amellere kadar hepsi bu fikrî değişmeden etkilenmişlerdir. Müslümanlar arasında dini alenen tahkir eden, övünerek kendisinin İslâm'la ilgisizliğini açıklayan bir zümre türedi. Bu kadarına da cüret gösteremeyenler de dış görünüş bakımından âdet ve yaygın amellere bağlıydılar, ama herhangi bir şekilde onlar içten müslüman değildiler. [5]
Bâtınîlik Fitnesi:
Felsefe ile birlikte ve onun etkisi ile yeni bir fitne doğdu. Bu fitne, İslâm ve peygamberliğin öğretileri için .felsefeden daha tehlikeli idi. Bu Bâtınîlik fıtnesiydi.
Kurucusu ve propagandacıları çoğunlukla, İslâm karşısında kendi saltanat ve hâkimiyetlerini yitiren ve açık bir şekilde karşı çıkmaya, savaşmaya ve o hâkimiyeti geri almaya ümitleri olmayan milletlerin insanları idi. Veya nefsâniyetçi, şehvetperest, zevk ü safa düşkünü insanlardı. Çünkü islâm onların o tür hayatlarına sınırlar, engeler getiriyordu. Veya şahsî iktidar ve liderlik hırsları olan, bir grup meydana getirip başa geçme tutkusu olan insanlardı.
Bütün bu değişik amaçlı insanlar "Bâtınîlik" bayrağı altında toplandı. Onlar; müslümanlan savaşla yene-miyeceklerini, açıkça küfür ve ilhâda, inkarcılığa ve imansızlığa çağıramayacaklarını arılıyorlardı. Çünkü böyle yaparlarsa müslümanların dinî duygusu uyanacak ve karşı koyma gücü gelişecekti. Bu bakımdan onlar yeni bir yol buldular. [6]
Zahir ve Bâtın Mugalatası:
Onlar gördüler ki; şeriatın prensip ve inançları, emir ve meseleleri; sözler, kelimeler içinde anlatılmış-" tır. İnsanların anlaması ve amel etmesi için böyle ol-' ması gerekliydi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de;[7]"Biz her peygamberi, onlara açıkça anlatsın diye 1 kendi milletinin dili ile gönderdik." * ' âyetinde bu du-" rum açıklanmıştır. İşte onun için Hz, Peygamber bütün o sözleri, kelimeleri açıklamıştı. Onların mana ve mefhumları belirlenmiş, herkes tarafından biliniyordu. Hz. Peygamber kendi ağzı ile, kendi ifadeleri ile bunları açıklamış, hareket ve amelleri ile de belirlemiş-" tir. Bu mana ve mefhumlar ümmet arasında sözlü ve uygulamalı (amelî ve lafzı) olarak kesintisiz olarak ak-17 tarılıp gelmektedir. Bütün ümmet bunu biliyor ve inanıyor ki; nübüvvet, risâlet, melâike, âhiret, cennet, cehennem, şeriat, farz, vacib, helâl, haram, namaz, oruç, zekât, hac bütün bu kelimeler özel dinî gerçekleri anlatan sözlerdir. Bu dinî gerçekler nasıl korunup geldi ise ' aynı şekilde o dinî gerçekleri ifade eden bu kelimeler '' de korunup gelmekteler, yani hiç bir yanılmaya, değişmeye, yanlışlığa uğramadan, kuşaktan kuşağa; görerek, okuyarak, uygulayarak zincirleme aktarılıp gelmekteler. Artık şimdi o kelimelerle manaları, birbirinin ayrılmaz parçası olmuştur.
Ne zaman nübüvvet, risâlet veya namaz, zekât kelimeleri söylense hemen onlardan, içlerinde taşıdıkları manalar (gerçekler) akla gelecek, ifade ettiği manalar anlaşılacak ve onun fiilî şekli gözler önüne gelecektir ki onu Hz. Peygamber anlatmış, sahabe de anlamış, o-nunla amel etmiş ve o amel edilen şekli başkalarına da taşımışlardır. Böylece bu, nesilden nesile bütün ümmete sürekli aktarılmış gitmiştir.
İşte Bâtınîler; zekâları sayesinde, kelimeler ve manaların bu irtibatının, ümmetin bütün hayatının ve İslâm'ın düşünce ve hareket düzeninin temeli olduğu inceliğini anlamışlar ve bununla birliklerinin, kendi ana kaynakları ve mazileri ile bağlarının devam edeceğini görmüşlerdir.
Eğer bu bağ, bu irtibat koparsa, dinî tâbir ve terimlerin mânaları belirsizleşirse veya şüpheli hale gelirse o zaman bu ümmetin her çağrıya ve her felsefeye av olabileceklerini sezmişlerdir. İslâm'ın granit taştan yapılmış kalesinde yıkık kapılar açılacağını, sağlam duvarlarında binlerce çatlaklar meydana geleceğim de anlamışlardır.
Bu inceliği sezip bu sırrı keşfettikten sonradır ki Bâtınîler bütün güçlerini, şu iddialarını yayma uğrunda harcamaya başlamışlardır. Diyorlardı ki: Her kelimenin bir zahirî (dış) mânası, bir de bâtını (iç), gerçek mânası vardır. Aynı şekilde Kur'an ve hadîsin bir zahiri var, bir de gerçek yönleri var. Bu zahirlerle, gerçeklerin birbiriyle ilgisi, kabukla çekirdeğin içinin (özün) birbiriyle ilgisi gibidir. Câhiller sadece bu zahir mânaları bilir, onların elinde sadece kabuk, kılıf vardır. Akıllı kimseler ise gerçekleri bilir. Onların payına öz düşer. Onlar bu kelimelerin aslında, o gerçeklerin sembol ve işaretleri olduğunu bilir. O kelime kabuklarından, cahillerin anladıkları ve uyguladıkları kastedil-memiştir. Onlardan kastedilen daha başkadır, onu da ancak sırlan bilenler anlar. Onlardan da bu gerçekleri-anlamaya gücü yetmeyen ve zahire yakalanmış olan diğerleri öğrenebilir. Zahir zincirine ve şeriat bağlarına kapılmış olanlar son derece aşağı seviyede olanlardır. Gerçeklerin ve sembollerin yüksek seviyesine yükse-
lenlerin boynundan bu halka ve zincir düşer ve şeriatın; bağlarından kurtulur, işte bu, şu âyetin belirttiği mâ-. nadir: .:
"Peygamber onların yükünü onlardan indirecek ve onlar üzerine sarılmış zincirleri de çözecek." [8]
Bunu kendilerine özgü temel sistemler kabul edip, hakîkatlar ve zahirler diye böyle bir felsefeyi benimseyince peygamber, vahy, peygamberlik, melekler, âhiret gibi bir takım şer'î terimleri kendi arzu ve keyiflerine göre açıklamaya başladılar. Çok nadir bulunabilen bir örnek sunuyorum, şöyle:
"Peygamber; kendisine saf kutsallık yetkisinin aktığı kişinin adıdır. Cebrail bir varlığın adı değildir, sadece o akınım adıdır. Âhiretten maksad; herşeyin kendi aslına dönüşüdür. Cünüplük, sırrı başkasına açıklamaktır. Gusül; sözünü yenilemektir. Zina demek, bâtın ilminin nutfesini söz vermeye katılmamış kişiye aktarmaktır. Taharet demek; bâtın mezhebinden başka bütün mezheblerden ayrılmak demektir. Teyemmüm; kendisine izin verilmiş kimseden bilgi almak, namaz; dönemin imamına uymaya davet etmek, zekât; yetenekli ve temiz kişiler arasında ilim yaymak, oruç; sırrı açıklamaktan sakınmak, hac; aklın kıblesi ve hedefe götüren bilgiyi aramak, cennet; bâtın ilmi, cehennem; zahir ilmi, Kabe; peygamberin bizzat kendisi, Kabe'nin kapısı; Hz. Ali'nin şahsıdır. Kur'an-ı Kerim'de bildirilen Nuh tufanından kastedilen de; ilim tufanıdır ki bu tufanda kelime-i şehâdet getirenler boğulmuştur. Nem-rud'un ateşi demekse; Nemrud'un öfkesidir, gerçek ateş değil. İbrahim'e emredilen boğazlama olayı da, oğuldan söz almadır. Ye'cûc ve Me'cûc; zahir ehli olanlar, Musa'nın asasından maksad da; onun hüccet ve delilidir v.s.[9]
Hz. Muhammed'in Peygamberliğine Başkaldırma:
Şer'î kelime ve terimlerin kesin bildirilen ve nakledilen mana ve mefhûmlarını reddedip Kur'an ve hadisin zahir ve bâtın, kabuk ve öz diye manalarının ayırıma uğratılması öyle bir saldırı ve savaş tarzıdır ki, her zaman ve her devirde İslâm'ın inanç düzenini, düşünce sistemim bozmak isteyenler, onlara bir oyun oynamak isteyenler bunu kullanmıştır. İslâm'ın tüm yapısı bununla kolayca dinamitlenebilir, İslâm'ın dış kılıfının içinde devlet içinde devlet kurulabilir.
Nitekim daha sonraki yüzyıllarda Hz. Peygam-ber'in peygamberliğine başkaldırmak isteyen fırkaların, münafıklar grubunun, Bâtmîlerin bu saldırı ve savaş tarzını kullandıklarını görüyoruz. Bu manevî tevatür ve tevarüsü inkâr ederek bütün İslâm düzenini güvensiz kılmak, şüpheli hale getirerek yaralamak istediklerini ve kendi dinî hâkimiyetlerini kurmak, hatta yeni bir peygamberlik'kapısı açmak istediklerini görüyoruz. İran'da çıkan Bahaîlik'le, Hindistan'da çıkan Kâdıyânîlik buna en açık bir Örnektir[10]
Bu devrin manâ icâdçılarını -ki bunlara yukarıda örnekler verilmiştir- aklı başında bir adamın kabul edemiyeceği ortadadır. Fakat Kelâm ilminin mücâdele tarzı İslâm dünyasında öyle bir düşünme dağınıklığı meydana getirdi ve felsefenin etkisi ile insanlarda karmaşık ve kapalı meselelere (içinde hiçbir öz ve mana olmasa da) karşı öyle bir istek doğurdu ki; bir sınıf insan üzerinde Bâtmîlerin büyüsü tuttu. Bunlar eski astronomi ilmini, tabîiyyât ilimlerini, Yunan ilahiyatına ait meseleleri ve Yunan tâbir ve terimleri olan ön akıl vs.yi rahatlıkla kullandılar; ve çeşitli tesirler, çeşitli maksatlarla insanlar onların etrafında toplandılar. Bir kısmı intikam alma duygusuyla, bir kısmı sırlar ve sembollere hayranlıklarıyla, bir kısmı yanlış şekilde anlatılan zâhirîliğe karşı tepki göstermeleriyle, bir kısmı züppelik ve nefsine hoş gelmesi sebebiyle, bir kısmı da ehl-i beyt adına hareket edilmesi düşüncesiyle Bâtmîlerle böyle gizli bir teşkilât kurdular.
Bu teşkilât yüzünden güçlü İslâm devletleri uzun süre rahatsız oldu. İslâm âleminin en kıymetli, en değerli ve faydalı bazı insanları (Nizâmülmülk Tûsî ve Fahrulmelik vs. gibi) bunların eliyle öldürüldü.
Uzun süre bir büyük âlim ve müslüman sultan veya vezir bunlardan emin olamadı, daima ölüm tehdid-leri altında bulundu. Sabaha sağ çıkarmıyını diye endişe içinde oldu.
İbn Cevzî şöyle yazıyor:
"İsfahan'da eğer bir kimse ikindiye kadar evine dönmezse, bir bâtınîye hedef olup öldürüldüğü zanne-dilirdi."
Böyle huzursuz bir ortam doğurmalarına ilâveten, düşünce ve edebiyatı da etkilemeye başladılar ve dinin temel prensiplerini, naslannı, kesin emir ve hükümlerini te'vil ve tahrif ederek genel sapıklık ve dalâlet kapısını açtılar. [11]
Yeni Büyük Bir Kimseye ihtiyaç Duyulması:
Felsefe ve Bâtınîliğin bu İslâm'ı mahvetmek isteyen etkileri karşısında aklî ve naklî ilimleri tam olarak bilen, onların en ince problemlerini çözen, yetkili ve etkili büyük bir kimseye ihtiyaç vardı.
Bu kişi her ilim dalında müctehidçe görüşe sahip olmalı ve Allah vergisi zekâsı, temiz karakteri, görüşle-rindeki titizliği, Yunan filozoflarından ve pek çok eski fikir babalarından daha az olmayan kişiliği ile gözleri doldurmalıydı. Pek çok yeni ilimleri modern biçimde tertipleyerek düzene koyma yeteneğinde olmalı, çok geniş bilgisi, derin görüşü ile kesin iman devletine de sahip olmalıydı. Kendi şahsî görüşü, araştırma, inceleme, ibâdet ve takvâsıyla dinin ebedi gerçeklerine taze iman
taşımalı ve bu taze iman ve yeni güvenle keskin görüşüne dayanarak dinin önderliğine yani dine bağlanmaya ve peygambere tabi olmaya çağırmalıydı. Bir de İslâm âleminde ve ilim dünyasında kendi bilgisi, kesin imam, feraset ve basireti ile yeni bir ruh ve hayatta yeni bir dalgalanma meydana getirebilmeliydi.
Hicri beşinci asrın tam ortasında İslâm dünyasının şiddetle muhtaç olduğu böyle bir kişi İslâm'a nasib oldu. Bu kişi İmam Gazâlî idi. [12]
İmam Gazâli
Tahsili ve İlmî Gelişmesi:
İmam Gazâlî'nin adı; Muhammed, künyesi Ebu Hâmid'dir. Babasının adı da; Muhammed idi. Tûs şehrine bağlı Tâhiran'da doğdu. Samîmi bir ilim aşıkı ve fakir bir müslüman olan babasının vasiyetine uyarak ehl-i tarîk bir baba dostuna gitti. Bu zatın tavsiyesine uyarak bir medreseye kaydolup okumaya başladı.
Gazâlî, memleketinde Şeyh Ahmed el-Râzikânî'den Şafiî fıkhını öğrendi, sonra Cürcan'da İmam Ebu Nasr İsmaîlî'den okudu. Sonra Nişâbur'a giderek İmam el-Haremeyn'in ders halkasına girdi. Kısa bir süre içinde 400'ü bulan talebe arkadaşları arasında sivrildi ve ünlü hocasına yardımcı (asistan) oldu. İmam el-Hare-meyn onu anlatırken der ki; "O, dağ gibi dalgalar püskürten bir denize benzer." İmam el-Haremeyn öldükten sonra Nişâbur'dan çıktı, O sırada yaşı 28 idi. Fakat yaşı ilerlemiş nice âlimlerden çok daha bilgili ve yetişmiş, olgunlaşmıştı.
Tahsilini tamamladıktan sonra Gazâlî, Nizâmü'l-Mülk'ün huzuruna çıktı. Nizânıülmülk onun şöhretini duyduğu, ilmini, irfanını ve kabiliyetini bildiğinden dolayı kendisine çok saygı gösterdi, ikram ve izzette bulundu. Sarayına, çevresine kabul etti; onun çevresinde yetenekli, olgun ve bilgin kişilerden meydana gelen bir
topluluk vardı. İlmî tartışmalar, dinî konuşmalar, oturumlar, toplantılar yapılırdı. Hatta düğün ve matem toplantılarının bile kaçınılmaz unsuruydu bunlar.
İmam Gazâlî bu konuşma ve tartışmalarda daima herkese üstün geliyordu. Açık yeteneğini gören Nizâ-mülmülk onu Nizamiye Üniversitesi'ne rektör tayin etti. O dönemde bu bir âlim için en büyük şeref, en üstün paye idi. O sırada 34 yaşındaydı.
484 H. yılında büyük bir ihtişam ile Bağdat'a geldi. Nizamiye Üniversite si'nde ders vermeye başladı. Kısa zamanda, onun ders okutmasının, meseleleri çok güzel ve açık şekilde anlatmasının, derya gibi bilgisinin ünü Bağdat'ta bir şimşek çakarcasma yayıldı. Talebe ve âlimler, faydalanmak için her taraftan akın ettiler. Ders halkası herkesin yöneldiği yer haline geldi. 300 civarında ihtisas talebesi ve yüzlerce idareci ve ümerâ, dersine katılıyordu.
Gitgide o keskin zekâsı, ilmî dehâsı ve güçlü şahsiyeti sayesinde devlet erkânına denk bir etki ve yetki meydana getirdi. Çağdaşı Şeyh Abdülğâfir Fârisî'nin sözüyle: "Onun makam ve mevkiinin önünde valilerin, vezirlerin hatta bizzat halifenin şân ve şöhreti sönük kalıyordu." O derecede ki; H. 485 yılında Abbasî halifesi Muktedîbillâh, onu elçi yaparak Selçuklu sultanı Melikşâh'm hanımı Türkân Hâtun'a göndermişti. (O günlerde bu kadın saltanata geçmişti.)
Muktedîbillâh'm yerine geçen halife Mustazhir'in,! Gazâlî ile özel irtibatı ve güveni, ona sonsuz sevgisi ve itimadı vardı. Onun buyruğu üzerine Gazâlî, Bâtmîliği reddeden bir kitap yazdı, adını da halifeye bağlayarak Mustazhirî koydu. [13]
Onbir Senelik Arayış ve Tecrübeleri:
Bir ilim ve din adamına nasib olabilen bu zirveye yükselişten sonra Gazâlî'nin buna kanaat etmesi, bununla gözü doyması ve bazı hocalarının yaptığı ve genellikle insanların yapageldikleri gibi o imkânlar içinde bütün hayatını geçirmesi gerekirdi. Ama onun kararsız tabiatı, üstün azmi, uçan arzuları bu zirveye razı olmadı, onunla yetinmedi. Aslında onu /'îmam" ve "Hüccetül-İslâm" yapan da bu üstün azmidir. Makam ve mevkiin, şan ve şöhretin feda edilmesinin, hedefe ulaşma aşkının ve kendini ona tam vermenin böyle örneklerine dünyada pek az rastlanır.
Gazâlî, kendisine makam ve mevkileri terkettirip bir çırpıda attıran sebepleri, eğitim ve öğretimin en üst kademesinden, ilim ülkesinin padişahlığından ayrılarak kesin imanı öğrenmeye ve maneviyat devletini bulmaya neden dolayı çıktığım ve amacına ulaştıktan sonra nasıl geri döndüğünü el-Münkızü Mine'd-Dalâl isimli eserinde şöyle anlatır:
"Gençliğimin ilk çağlarından beri bilgi edinmeye, araştırmaya, öğrenmeye ilgi duyan bir yapıdaydım. Her fırka ve mezhebin adamı ile görüşür, onların akîde ve inançlarını öğrenirdim. Gitgide bu beni öyle bir sonuca götürdü ki, taklid bağından (ana-baba ve çevreden düşünmeden alıp kabul edilen bilgi ve inançlardan) koptum. Çocukluğumdan beri kafamda yerleşmiş inançlar sallanmaya başladı. Hristiyan, yahudi vs. gençlerin de kendi inançları ile yetişmesinden dolayı kendi dinlerine inandıklarını, bizim de onlardan pek farkımız olmadığını dahi düşünmeye başladım. Gerçek bilginin, hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir bilgi olduğunu düşündüm. Meselâ: Kesinlikle biliyorum ki, 10
sayısı 3 sayısından farklıdır. Biri çıksa da, hayır 3 fazladır dese ve iddiasını isbat için sana değneğimi yılan yaparım dese ve yapsa da gösterse, benim 10'un 3'ten fazla olduğundaki kanaatimi, inancımı değiştiremez. Onun yaptığı işe şüphesiz hayret edeceğim ama yine de 10'un 3'ten fazla olduğu inancım devam edecektir.
Bunun gibi sarsılmaz, yıkılmaz bilgi ve kanaatin; sadece beş duyu ile alman, gözler önünde varlığı apaçık görülen şeyler üzerinde olduğunu gördüm.
Fakat daha fazla derinden incelediğimde gördüm ki, bunda da şüpheye yer var. Duyulardan en güçlüsünün, en sağlamının gözle görme duyusu olduğunu gördüm. Ama bunda bile yanılma olabiliyor. Şüphelerim o noktaya ulaştı ki; duyulara bile güvenmez oldum. Akla yöneldim, ama akıl bilgilerinin, duyularla ilgili bilgilerden daha zayıf ve şüpheli olduğunu anladım.
Benim bu şüpheci halim aşağı yukarı iki ay devam etti, üzerime sofistâîlik (^şüphecilik) yerleşti. Gerçek diye bir şey olmadığını, herşeyin vehimden ibaret olduğunu düşünmeye başladım.
Sonra nasıl oldu bilmem, Allah'ın lütuf ve keremi yetişti, beni bu hastalıktan kurtardı. Mizacımda nor-mallik ve sıhhat tekrar yerleşti de aklın gözle görünenler üzerindeki bilgisine güven geldi. Fakat bu bir delile dayanmıyordu. Bilakis vicdana doğan ilâhî bir kanaatti.
Bu hastalıktan şifâ bulduktan sonra artık önümde hak ve gerçeği arıyor gözüken dört grup kalmıştı:
a) Akıl ve görüş sahibi olduklarını savunan kelam-cılar,
b) Ellerinde kendilerine özgü öğretiler ve gizli bilgiler bulunduğunu iddia eden bâtınîler, -ki bunlar masum imamdan doğrudan doğruya hakikatler ilmini aldıklarını iddia ediyorlardı-,
c) Mantıklı kişiler olduklarını, her şeyi delillere da-yanandırdıklarını söyleyen felsefeciler,
d) Bir de kendilerini keşif ve keramet ehli gösteren, gerçeklerin kendilerine açıkça bildirildiğini söyleyen tasavvuf ehli kimseler.
Ben bu zümrelerden her birinin eserlerini okudum, hiçbiri beni tatmin etmedi.
Kelâm ilmi ile ilgili bu ilim dalının araştırıcı âlimlerinin kitaplarını okudum, kendim de bu konuda eserler yazdım. Gördüm ki; her ne kadar bu ilim dalı kendi amacına ulaşıyorduysa da beni teselli ve tatmin etmek için yeterli 'değildi. Çünkü bu ilim dalında bir takım p-rensipler üzerine bina yapılıyordu ki onları, karşı grub daha önce koymuştu. Kelâmcılar da onları taklid olarak (hazır bilgiyi incelemeden alarak) kabul etmişlerdi.
Felsefe hakkında bir kanaat ve karara varmak için önce ben onu araştırarak, inceleyerek okumayı gerekli gördüm. Her ne kadar okuyup yazma meşguliyetlerim bana zaman bırakmıyorsa da buna karar verdim.
Bağdat'ta ders verirken etrafımı kuşatan üç yüz talebem bulunurdu. Yine de ben bu araştırma için vakit ayırdım. Hemen hemen iki sene içinde felsefeye ait bilgileri okuyup inceledim. Sonra aşağı yukarı bir sene boyunca onun üzerinde düşündüm, taşındım, fikir yürüttüm. Felsefenin altı bölüme ayrıldığını gördüm: Riyâzî bilgiler, tabiî bilgiler, siyasî bilgiler, ahlâka ait bilgiler, mantıkla ilgili bilgiler ve ilahiyata ait bilgiler.
İlk dört bölümdeki bilgilerin İslâm'la müsbet, menfî (olumlu, olumsuz) hiçbir ilgisi yok. Dini isbât için onları inkâr etmeye de gerek yok.Tabiî ilimlerin, bazı görüşlerin de ara sıra dinle çatıştığı oluyor, fakat bu çok az sayıda birkaç meseleden ibarettir. Prensip olarak bu
konuda şu inanca sahip olunmalı ki; tabiat Allah'ın iradesine bağlıdır, kendi başına bir iradesi yoktur.
Ama şüphesiz bu ilim dallarındaki felsefecilerin akıl yürütmelerini, ince görüşlerini görenler genellikle o felsefecilerden çekinirler ve zannederler ki, bütün bilgilerde bu adamların durumu böyledir. Halbuki bir kişinin bir ilim dalında mahir (uzman) olması, her dalda uzman olmasını gerektirmez. Sonra onların dinsizliğini, inkarcılıklarım görerek onları sadece taklit etmek için, bunlar da dini hafife almaya ve inkâr etmeye başlıyorlar.
Diğer taraftan İslâm'ın bazı cahil dostları, felsefecilerin her görüş ve her iddiasını reddetmeyi kendine görev, İslâm'a da hizmet zannettiğinden onların tabiî ilimler konusundaki bütün araştırıp bulduklarını da inkâr etmeye başlıyorlar. Bunun kötü sonuçlarından biri; bu ilmî araştırmaların doğruluğuna inanan ve bunların isbatlanmış birer gerçek olduğunu kabul edenlerin inançları ve İslâm'a olan imanları sarsılıyor, felsefeyi red ve inkâr yerine İslâm'dan şüpheye düşüyorlar.
Kısacası ben felsefe ile şifâ bulamıyacağıma, benim şüphelerimi felsefenin gideremiyeceği sonucuna ulaştım. Tek başına aklın herşeyi kavrayamayacağım, bütün gizli gerçeklerin üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım.
Mustazhirt isimli kitabımı yazmaya hazırlanmışken Bât-mîlik hakkında iyi bir araştırma yapma fırsatı buldum. Gördüm ki, inançlarının temeli dönemin imamının öğretilerine dayanmaktadır. Fakat dönemin imamının varlığı, onun doğruluğu, bizzat isbat ve delile muhtaçtır. İkisi de son derece şüpheli şeylerdir.
Artık geride tasavvuf kalmıştı. Bütün varlığımla
ona yöneldim. Tasavvuf hem ilmî hem de amelîdir. Bu konuda bilgi toplamam kolaydı. Ebu Tâlib el-Mekkî'nin Küt el-Kulûb isimli eserini, Haris el-Muhâsibî'nin eserlerini, Cüneyd-i Şiblî hazretlerinin ve Bâyezîd-i Bestâmî'nin sözlerini mütalaa ettim, iyice okudum. İlim yolu ile elde edilebilecek olan bilgi ve kanaatları elde ettim. Fakat anladım ki, temel hakikatlara ulaşmak, onları tanımak; okuyup Öğrenmek değil, kişinin duygusunun, meşrebinin, hâlinin ve ahvalinin değişmesiyle olabilir.
Şer'î olsun, aklî olsun benim sermayem olan bilgilerimle Allah'ın varlığına, peygamberliğe, âhirete imanım pekişmişti. Ama bu da bir isbât ve delille elde edilmemiş, aksine izahı imkânsız olan bazı sebepler, tecrübeler ve kıyaslardan dolayı elde edilmiştir.
Ebedî saadetin, manevî âlemdeki huzurun elde edilmesinin ancak takvaya bürünmekle, nefsi isteklerinden mahrum etmekle olabileceğini çok iyi anladım. Bunun yolu ve usûlü de şudur: Fanî âleme rağbet etmemek, âhirete yönelip sadece Allah'a yönelerek dünya ile kalbin alâka ve ilgisini kesmek. Fakat bu, makam mevkiden, maldan, servetten yüzçevirerek, engellerden, bağlardan kaçıp kurtulmadan imkânsızdır.
Kendi durumumu düşündüğümde gördüm ki, ben baştan aşağı dünya bağları içinde boğulmuşum. En üstün ve mübarek işimin eğitim, öğretim olduğunu biliyordum. Fakat ölçüp biçerek gördüm ki, bütün ilgim bu bilgiler üzerindedir. Kendimi herşeyimle onlara vermişim. Halbuki onlar ne o kadar önemli, ne de âhiret konusunda bir fayda sağlayacak cinstendir. İlim öğretmeme baktım, o da tamamen Allah rızası için değil, aksi--ne onun yönelticisi, itici gücü de sadece makam mevki isteği, şöhret elde etme arzusudur. O zaman kendimin,
felâket uçurumunun tam kenarında durduğunu; durumumu düzeltmeye çalışmazsam benim için büyük bir tehlike olduğunu anladım.
Bir süre için herşeyi bırakıp Bağdat'tan çıkıp gitmeye niyetlendim. Fakat buna kesin karar veremedim. Altı ay bu kararsızlık içinde geçti. Bazan dünya istekleri ağır basıyor, bazan iman çağırıcısı: Göç yakın, az bir ömrün kaldı, önünde uzun bir yol var, bütün bu ilim ve hareketler sâdece riya ve hayallerden ibarettir diye çağırıyor. Ara sıra nefis diyor ki; bu hal geçici bir durumdur. Allah'ın verdiği bu makam ve mevkiyi bıraktıktan sonra eğer yeniden ele geçer zannediyorsan, onun tekrar ele geçmesi imkânsızdır. Kısacası şöyle böyle ile altı ay geçti.
Nihayet mesele irade gücümü aştı, kararsızlık içinde kıvranıyordum. Sonunda dilim durdu, konuşamaz oldum. Sanki ağzıma kilit vurulmuştu. Gelip gidenleri memnun etmek için bir gün olsun ders vereyim diye uğraşıyordum, fakat dilim bana yardımcı olmuyor, bir kelime bile söyleyemiyordum.
Dilimin tutulması ile kalbimde bir keder, üzüntü hali doğdu. Onun etkisiyle hazım gücüm tamamen durdu. Yeme içme arzum tümden tükenmeye yüz tuttu. Bir yudum su bile boğazımdan inmiyor, bir lokma yemeği hazmetmek benim için imkânsız oluyordu.
Gittikçe beden güçlerim zayıfladı, doktorlar buna bir çâre bulamaz oldu ve dediler ki: Kalp üzerinde derin iz yapan bir etki var. Bundan dolayı ruhî yapı tamamen onun etkisi altında kalmaktadır. Kalbe tesir eden o şey ortadan kaldırılmadıkça tedavinin hiçbir faydası yoktur.
Bu işte çaresiz kaldığımı görünce Allah'a yöneldim ve çaresizlik hali içinde dua ettim. Sonra baktım ki
makam ve mevkiyi, çoluk çocuğu bırakıp gitmek bana kolay gelmeye başladı. Mekke'ye gideceğini açıkladım ama gönlüm Şam'a gitmeyi istiyordu. Binbir çeşit, güzel ve tatlı bahanelerle Bağdat'tan çıkmaya hazırlandım.
Iraklılar, niyetimden haberdar olunca dört taraftan tenkid etmeye, bana dil uzatmaya başladılar. Hiçbir düşünce ve mantık bu ayrılmanın, bu görevleri, eğitimi, öğretimi terketmenin makul bir dinî sebebi olabileceğini kabul etmez, dediler. Onlara göre ben en üstün bir dinî makamda bulunuyordum. Bu bakımdan neden böyle bir hizmeti ve üstün makamı terkediyordum.
Sonra insanlar çeşit çeşit tahminlerde bulunmaya başladılar. Devlet başkentinden uzak olan insanlar; bu işte bazı idarecilerin rolü var zannederek, onların talimatı ile, oyunu ile bu görevi terkettiğim kuşkusuna kapıldılar. Fakat devletin ileri gelenleri ile ilişkisi olan insanlar, benim kalmam için devlet görevlilerinin ne kadar uğraştıklarını, gitmememi, görevimle meşgul olmamı ne kadar istediklerini görüyorlardı. Onlar diyordu ki; İslâm'ın bu ışığı ve ilmin süsüne kimin nazarı değdi de herşeyi terkedip gidiyor? Bundan başka ne denebilir ki.
Sözün kısası, ben Bağdat'a elveda deyip sahip olduğum şeylerden birazını yanıma alarak Şam'a geldim. Orada hemen hemen iki sene kaldım. İşim inzivada kalmak, insanlardan ayrı durmak ve kendi kendimle ruhî mücadele yapmaktı. Tasavvuf ilminden öğrendiğim ne varsa onlara göre nefsimi temizleyip terbiye etmekle, ahlâkımı güzelleştirip düzeltmekle, Allah'ı zikretmek için kalbimi tutmakla meşgul oldum. Uzun süre Şam'da Cami-i Kebir'de (Emeviyye Camiinde) îtikâfda kaldım. Camiin minaresine çıkar, bütün gün
boyu kapısını kapatır, orada kalırdım. Şam'dan Kudüs'e geldim. Orada her gün kayanın altına (kaya ile örtülü camiye) gider, kapısını kapatırdım. Kendim de içeri kapanırdım. İbrahim (a.s.)'m makamım ziyaret ettikten sonra, içimde Mekke'yi ziyaret etme, hac yapma ve Medine'yi ziyaret etme arzusu doğdu. Nitekim Hicaz'a gittim, hac yaptım. Sonra çoluk çocuğumu görme arzusu, onların bana gel diye haber göndermeleri beni memlekete geri döndürdü. Halbuki memleket adından kilometrelerce kaçıyordum. Memlekette de inzivaya dikkat ettim, kalbi temiz tutmaktan gafil olmadım. Fakat olaylar ve işler, çoluk çocuk düşüncesi ve geçim zo-runluğu ruhumda dağınıklık meydana getirmeye devam ediyordu. Huzur-ı kalb ve kendimi bir meseleye verme sükûnu her zaman olmuyordu. Ama ben bundan dolayı ümitsizliğe düşmedim. Ara sıra da bundan zevk duyuyordum.
On sene böyle geçti. Bu uzlet ve inziva hayatı ibâdet ve tâata kendimi vermem, bende öyle inkişaf, gelişme (gerçeklere ulaşma) meydana getirdi ki onu genişçe anlatmam, sayıp dökmem imkânsızdır. Ama okuyucuların faydalanması için şu kadarını söylemeliyim: kesinlikle anladım ki tasavvufçular ancak Allah yolunun yolcularıdır. Onların hayat tarzı en temiz, en güzel hayat tarzıdır, yolları en doğru yoldur. Ahlâkları en iyi terbiye edilmiş ve doğru, sağlam ahlâktır. Eğer akıllıların aklı, mantıklıların mantığı, hikmet sahiblerinin hikmeti, şeriatın sembollerini anlayanların bilgisi bir-leşse de onların hayatından ve ahlâkından daha iyisini göstermeye çalışsa bunu başarması imkânsızdır. Onların bütün zahir ve bâtın hareketleri, davranışları Peygamber ışığından alınmıştır. Aydınlanmak için de pey-,, gamberlik ışığından daha güçlü bir ışık yoktur." [14]
Uzletten Halk Arasına Dönüş:
İmam Gazâlî'nin bu uzlet halini devam ettirmesi mümkündü, herkesten uzak yaşamaya devam edebilirdi.Ömrünün geri kalan kısmım manevî lezzet içinde, tek başına sükûn ve huzur içinde geçirmesi kendisine daha hoş gelebilirdi. Ama Allah Teâlâ ondan daha büyük hizmet istiyordu. Bu bakımdan onun uzletten çıkıp okutmaya, insan yetiştirmeye yönelmesi, yazıp çizip ortaya pek çok eserler, kitaplar koyarak insanlara faydalı olması gerekiyor; ve müslümanlar ilminden faydalansın diye toplum hayatına dönmesi icab ediyordu.
Sapıklığın ve felsefenin reddedilmesi, akıl ve ilim yolu ile İslâm'ın üstünlüğünün doğru ve hak oluşunu-nun isbat edilmesi için, bilhassa Allah onu imanda; görerek iman etme, kesin ve şüphesiz iman etme seviyesine ulaştırdığından dolayı, İslâm dünyasında bu işler için ondan daha uygun biri olmadığından İslâm'ın ona şiddetle ihtiyacı vardı. Bundan dolayıdır ki bizzat kendi içinde bu göreve bir çağrı ve cezbe buldu. O, kesinlikle inandı ki; bu büyük teşebbüs, peygamberlerin görevini üstlenmek ve devrin vecibesi ve ibâdetlerin en üstünüdür. Bu duygularını bizzat kendisi anlatmakta, uzletten halk arasına çıkışının sebebini şöyle yazmaktadır:
"Gördüm ki, felsefenin etkisiyle pek çok tasavvuf iddiacısının dalâlete düşmesi, pek çok âlimin de anıel-sizliğinden ve kelâmcılarm yanlış ve zayıf liderliğinden dolayı pek çok insan grublarınm imanı sarsılmıştı. Felsefe, akideler (inançlar) üzerine derin etki bırakmıştı. Pek çok felsefe vurgunu insan zahirî hükümlere (dıştan görünen emirlere) sıkı sıkıya bağlıydılar ama peygamberliğin ve dînin asıl gerçek özüne imanları yoktu.
Bazı insanlar sadece bedenî bir spor düşüncesiyle namaz kılıyor, bazıları da toplumun, şehir halkının bir âdeti olarak buna uyuyordu. Kendini korumak için bazı şer'î emirlerin maddî faydalarını elde etmek, onları yapmamakla dünyevî zarara uğramamak için uygula- mayı gerekli görüyorlardı. Eğer bu zararlardan kurtu-labilselerdi bunları irtikâb etmekte hiçbir sakınca gör- mezlerdi.
Anladım ki, ben bu şüpheleri uzaklaştırma kabili- yeti taşıyorum. Kolaylıkla da bunu yapabilirim. O de- recede ki, yaptığım incelemelerden ve onların bilgilerine derinden vakıf oluşumdan dolayı o insanların iç yüzünü açığa çıkarmak benim için su içmekten daha ko- laydır. Böyle gördüğüm için bu işi yapmam gerektiğini samimiyetle düşündüm. Bu iş bugünün en büyük göre- vidir. Ben içimden; bu yalnızlık ve uzlet senin için nasıl caiz olur? Hastalık yayılmış, doktorun kendisi hasta, Allah'ın kulları felâketin kıyısına gelmiş, dedim. Sonra ben yine kendi kendime; bu büyük iş senin tarafından nasıl başarılacak, Peygamberin dönemi geceli hayli za- man oldu. Bâtıl her tarafı kapladı. Eğer sen, Allah'ın yaratığı bu insanları; sevdikleri ve alıştıkları şeylerden koparmaya çalışırsan herkes ve her taraf sana karşı çıkacak, senin aleyhinde olacak; sen tek başına nasıl on- lara karşı koyacak, nasıl ömür süreceksin? Devir müsait olsaydı ve dönemin sultanı da dindar ve güçlü olsaydı bu olabilirdi.
Bunları kendime söyledim, kendimi ikna ettim, uzlet ve halvette kalmaya tekrar karar verdim. Fakat Allah'ın takdiri değişikmiş, devrin sultanının kalbine ilham edip harekete geçirmiş, bizzat o bu fitne ile mücadele etmem için Nişâbur'a gitmemi ısrarla emretti. Bu emir, anladığım kadarı ile yerine getirmediğim takdir-
de sultanın öfkesini üzerime çekeceğim cinsten kesin emirdi. Daha hiçbir mazeret ve özrüm kalmadığını düşündüm. Artık benim bir köşeye çekilmem, uzlet ve yalnızlığı sevmem sadece tembellik, rahatlık arzusu ve atalet olacaktır; sıkıntıdan ve imtihandan kaçış olacaktır. Halbuki Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki 'iman ettik' demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekümiyecekler. Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle imanında) sadık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek."[15]
"Andolsun, senden önce gönderilen peygamberler yalanlandı da onlar eziyet edilip yalanlanmalarına sabrettiler. Sonunda kendilerine zaferimiz geldi. Allah'ın kelimelerini (vadini) değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Andolsun, gönderilen peygamberlere (yapılan muamelelere) âit haberlerin bir kısmı da sana geldi."[16]
Gönül ve keşif ehli olanlarla bu konuda istişare yaptım. Onlar da ittifakla uzletten çıkıp bu işe başlamamı salık verdiler. Salih pek çok kişi, birbiri arkasına, sürekli bu görüşü destekleyen rüyalar gördüler. Bunlardan anlaşılıyordu ki, benim bu işe girişmem büyük hayra, berekete sebep olacaktır. Beşinci asrın başlamasına bir ay vardı. Belki de bu iş büyük bir yenileme hareketi olacaktı. Çünkü hadis-i şerifte Peygamberimiz; "Allah, her asrın başında bu dini yenileyecek bir kişi gönderir." buyuruyor. Bütün bu belirti ve işaretlerden dolayı bende de bir ümid ve istek doğdu. Allah benim için Nişabur yolculuğunu kolaylaştırdı. Ben de bu büyük işe başladım. H. 499 senesinin Zilkade ayı idi. Bağdat'tan 488 Zilkadesinde çıkmıştım. Böylece benim uzlete çekilişim onbir sene olmuştu. Bütün bunlar Allah'ın takdirinin tecellîsidir. Bağdat'ı terkedip oradan ayrılışım, oranın, şan ve şöhretine, makam ve mevkiine veda edişim hiçbir zaman aklıma bile gelmemişti. Fakat Allah'ın emriyle hepsi çok kolay oluverdi. Aynı şekilde o uzlet zamanında yalnızlıktan çıkıp halka karışmaya tekrar karar verme düşüncem bile yoktu. Ama zamanla o da halloldu."
Elhasıl Gazâlî, Zilkade 499'da tekrar Bağdat'a hareket etti. Nizamiye Medresesi (Üniversitesi)'nin ders koltuğuna renk verdi. İkinci kez ders vermeye, ilim öğretmeye başladı. Ama artık İmam Gazâlî'nin ders verişinde, anlatış ve ifadelerinde, ıslah ve irşâd tarzında fark vardı. Kendisinde meydana gelen bu inkılaptan (değişmeden), önceki ders veriş tarzından çok değişik bir üslup taşıyordu. Önceleri o, nefsin itmesi, ruh yapısındaki hararetle ders verirdi. Şimdi ise artık o, kendini görevli ve işte kullanılan alet gibi kabul ederek hareket ediyordu. Nitekim kendisi bunu apaçık ve samimi ifadeleri ile anlatmaktadır:
"Anlıyorum ki; her ne kadar yeniden ders vermeye, ilim öğretmeye döndümse de, aslında buna eski duruma (eski halime) dönüş demek doğru olmaz. Benim o önceki halimle, bu ikinci halim arasında yerle gök arası kadar fark vardır. Ben eskiden makam mevki elde ettiren ilim öğretirdim. Sözümle, hareketimle o tarafı telkin ederdim; benim hedefim ve niyetim oydu. Fakat bugün ben şan ve şöhretten, makam ve mevkiden el çektiren ilmi öğretiyorum. Artık ben başkalarını ıslah etmeyi istiyorum. Hedefime ulaşacak mıyım, yoksa ulaşmadan işim bitecek mi (ölecek iniyim) bilmiyorum. \ Fakat kesin inancım ve görgülerime göre inanıyorum \ ki, gerçek güç kuvvet Allahın gücü kuvvetidir. Küllî irâde onun iradesidir. Onunla insan dalâletten, serlerden kurtulabilir. Doğru yolu, Allah'a itaate yönelme gücünü bulabilir. Aslında ben kendiliğimden harekete geçmedim, Allah beni harekete geçirdi. Ben kendiliğimden girişmedim, Allah beni bu işe soktu. Herşeyden önce Allah'ın beni iyi ve ıslah etmesini, sonra benim aracılığımla başkasını ıslah etmesini, önce beni yoluna koymasını, sonra benim vasıtamla başkalarını kendi doğru yoluna çevirmesini dilerim. Allah'tan hak ve hakikatin gözümün Önüne serilmesini, kendi lütuf ve keremiyle o hakikatlara tâbi olmamda muvaffak olmamı, bâtılın bana gösterilmesini ve onun peşine gitmemden beni korumasını dilerim.”[17]
İmam Gazalinin Yenileme Çalışması
Gazâlî'nin bundan sonraki çalışmalarında yaptığı yenileme hizmetlerini iki bölüme ayırabiliriz:
1- Felsefe ve Bâtınîliğîn azgınlaşan seline karşı koymak ve İslâm tarafından onun temel prensiplerine hücum etmek.
2- Hayat ve toplum düzeninin müslümanca ve ahlâkî değerler açısından tenkidi yapılarak onu düzeltmek. [18]
Felsefeyi Ameliyata Girişmesi:
Onun ilk ve önemli başarısının açıklanmasında şöyle denebilir. Felsefe, Bâtınîlik ve ateistliğe karşı o güne kadar yapılanlar; sadece savunmak ve onların inkârlarına, suçlamalarına cevap vermekten ibaretti. O ana kadar felsefe İslâm'a saldırı halinde idi. İslâm kelâmcıları da bu saldırıları savuşturma işini yapıyordu. Felsefe, İslâm'ın temellerine tırpan sallıyordu, ilm-i kelâm da siper olmaya çalışıyordu.
O güne kadar kelâma İslâm âlimleri topluluğundan hiçbir âlim bizzat felsefenin temel sistemlerine, felsefenin dayandığı ana ilkelerine darbe indirme cesaretini gösterememişti. Felsefenin dayandığı varsayımların yanlışlığım açıklamaya, onları ilmî bir tenkide tâbi tutmaya asırlardır hiç kimse cesaret edemedi. İmam Ebu'l Hasan Eş'arî'yi bir tarafa bırakırsak -ki onun felsefe ile doğrudan ilgisi olmadı- bütün ilm-i tarzda idi.
Felsefeyi ilk kez tenkid gözü ile ve derinlemesine ! inceleyen kişi Gazâlî'dir. Sonra o, Makâsıd el-Felâsife adında yazdığı kitabında kolay anlaşılır bir dille ve sade bir üslubla mantığın, ilahiyatın, tabîiyyâtın özetini sundu. Tam bir tarafsızlıkla felsefecilerin görüşlerini, tartışma konularını sıraladı, kitabında onları kaleme aldı.
Kitabının giriş bölümünde çok açık bir ifade ile şöyle diyor:
"Matematik (riyâzî) bilgilerde; 'dedim-dedi'ye yer yok. Dinin bu bilgilerle olumlu, olumsuz bir ilgisi yoktur. Fakat dinin asıl mücadelesi ilahiyat (felsefenin bu bölümü) iledir. Mantık bilgilerinde de çok az, nadir görülen yanlışlıklar var. Bir kısım uyuşmazlıklar varsa o da terimler ve deyimlerdedir. Tabîiyat denilen tabiatla ilgili bilgilerde kesinlikle hak ve bâtıl (doğru, yanlış) karışımı vardır. Bu bakımdan onun uğraştığı konu, tartıştığı saha gerçekte ilahiyat konusu, bir ölçüde de tabîiyyât konusudur. Mantık ise sadece konu ve terimlerden ibarettir."
İim-i kelâm konusunda şiddetle ihtiyaç duyulan böyle bir eserini tamamladıktan sonra çeşitli görüşlerin savaş alanı olan Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserini yazdı. Zaten bu eserinin hatırına (bir ön çalışma olarak) Makâsıdü'l-Felâsife' yi yazmıştı. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde o; felsefenin ilahiyat, tabîiyyât konularını İslâm nokta-i nazarından tenkid etti. İlmî açıdan zayıf yönlerini, delillerinin zayıf oluşunu, isbat-larımn temelsiz oluşunu ve felsefecilerin birbiri ile çelişkilerini, aralarındaki ihtilafları tam bir cesaret ve yetkiyle açıkladı.
Bu kitapta onun üslûbu, kendine güven dolu, dili keskin ve ifadeleri açık, güçlü ve tatlıdır. Yer yer küçümseyici ve alaycı bir dil kullanır. Felsefecilerin İslâm temellerine saldırısından çekinen, onlara o güne kadar hak ettikleri bir dersi veremiyen insanların arzuladıkları bir zorunluluktu bu. Bir de bu üslûp psikolojik büyük bir tesir bırakmaktadır.
Kitabı okuyunca, yazarın felsefecilere karşı acizlik duygusundan uzak, kendine güven dolu, bilgisinden tamamen emin ve felsefeden pervasız olduğu görülmektedir. Yunan felsefecilerini (filozoflarını) kendi seviyesinde insanlar kabul etmekte, onlarla eşit ölçüde, rakibçe sözlerle tartışmaktadır. O gün işte böyle felsefe ile göz-göze gelerek tartışabilen, savunma yerine cevap verme, karşı atağa geçme maksadıyla saldıran adama ihtiyaç vardı. İmam Gazâlî, Tehâfütü'l-Felâsife' de bu hizmeti başarmıştır. Baştan sona kadar bu kitapta onun üslûbu böyledir. Kitabın giriş kısmında şöyle yazmaktadır:
"Zamanımızda öyle kimseler ortaya çıktı ki, onlar kendilerini genel insanlardan çok daha üstün görüyor, kol ve kafalarının, zekâlarının çok üstün olduğunu zannediyorlar. Bu adamlar dinin emirlerine, hükümlerine küçümser gözle bakıyorlar. Bunun tek bir sebebi var. Onlar Sokrat, Bokrat (Hipocrat) ve Eflatun'un şaşaalı adlarını duydular, onlar hakkında onların taklid-çilerinin aşırı övgülerini, övgünâmelerini dinlediler. Onlar, matematik bilgilerde, mantık ve tabiî bilgilerde, ilahiyatta o filozofların çok büyük inceliklere ulaştıklarını, derin hakikatları gördüklerini kabul edip, onlara denk bir insan olmadığına inandılar.
O Yunan filozofları, üstün beyin güçleri, keskin zekâları ile birlikte, dinleri ve onun tüm prensiplerini inkâr ediyorlardı. Onlara göre dinlerin temel sistemle-
ri, prensipleri tahmini ve yapmacıktır. İşte o filozoflar böyle söylediler ya, onların taklidçisi, bizim zamanımızda ortaya çıkan şakşakçıları da dini inkâr etmeyi kendilerine şiar edindiler. Tahsilli ve aydın görüşlü denilmesi hevesine kapılarak dinleri inkâr etmeye başladılar. Ta ki, seviyeleri genel halk seviyesinden üstün görülsün; kendileri de akıllı, görgülü, bilgili, hikmetli kimseler arasında sayılsın.
İşte bundan dolayı o adamların ilahiyat üzerine yazdıklarının yanlışlığını göstermeye, hatalı olduğunu isbatlamaya karar verdim. Çünkü onların meseleleri ve temel prensipleri çocuk oyuncağıdır ve onların pek çok söz ve iddiaları, görüşleri son derece gülünç hatta ibret vericidir. "[19]
Bu kitapta daha sonra onun anlatım gücü, hafife alma tarzı ziyadesiyle parlar ve Allah'ın zâtı ve sıfatları ile ilgili filozofların acaipliklerini, tuhaf görüşlerini ve bunların yazdıkları akıl ve uzayla ilgili bilgilerin nereden, nasıl kaynaklandığını şöyle anlatır:
"Sizin şu anlattıklarınızın hepsi sadece iddialar ve zoraki fikirlerdir; hatta aslında karanlıklar üstünde karanlıklardır. Eğer bu sizin iddialarınızı, gerçek diye ileri sürdüğünüz fikirleri biri kalksa da rüyasında bunları gördüğünü söylese, bu onun hâlet-i rûhiyesinin bozuk olduğunu gösterir. "[20]
Biraz daha sonra şunları yazmaktadır: "Ben şaşıyorum, deli bir adam bile bu uydurma şeylere nasıl olur da inanır! Kaldı ki, mantıklı konularda bile kılı kırk yaran akıllı insanlar buna inansın."[21]
Bir başka yerde de şöyle demektedir:
"Mebde-i evvel'i (=ilk başlangıç) büyütme konusunda aşırılığa gittiklerinden bunu o dereceye vardırdılar ki, sonunda büyüklüğün gerektirdiği şartları ve gerekleri tamamen geçersiz kıldılar. (Kendi felsefelerinde) Allah Teâlâ'yı, dünyada ne olup bittiğinden hiç haberi olmayan ölü gibi yaptılar. Yalnız ölüden farkı, lütfen ne yaptığını bilecek kadar şuuru var. (Fark olarak, ölü- ; nün şuuru da yok.)
Allah Teâlâ böyle kimseleri kendi yolundan sapanları hasrettiği gibi hasredecek ve şu: 'Ben onları ne * göklerle yerin yaratılışında ve ne de kendilerinin yaratılışında şahit tutmadım' âyetini inkâr edenler gibi hidâyet yolundan uzaklaştıracaktır ve şu: 'Allah'a kötü zan besleyen, onu yanlış tahminlerle çok kötü şekilde hayali yorum getirenler' âyetindeki gibi felâkete uğrayacaklardır. Kendi akıllarıyla gururlanıp beşerî kuv- ~r) vetlerin, ilâhî emirleri bütün incelikleriyle kavrayacağım sanan ve buna inanan gafiller işte böyle yapar. J Onlar; akılları sayesinde peygambere uyup onların pe- ' sinden gitmeye ihtiyaçları olmadığını sanırlar. Şüphesiz sonunda onların ağzından (mantıklı sözler adma) öyle gülünç şeyler çıktı ki, biri rüyada böyle şeyler gördüğünü söyleseydi yine de çok tuhaf kaçardı."[22]
Tehâfütü'l-Felâsife'nin Etkisi:
Felsefeyi bu şekilde cesurca tenkid, bir dereceye ;: kadar da küçümseme (tahkir), kelâm ilminde yeni bir y' dönemin başlangıcı oldu. Bunun mükâfat madalyası !v Gazâlî'nin boynuna takılmalıdır. Daha sonra Şeyhül islâm İbn Teymiyye bunu en iyi şekle soktu, felsefe ve mantığın cesedini yarma (otopsi) işini yaptı. Felsefenin bu ameliyata alınma çizgisinin başlangıcı Gazâlî'nin eserleri ile başlar.
Tehâfütü'l-Felâsife adlı kitabında Gazâlî, felsefenin hayalî sihrine öldürücü darbeyi vurdu. Onun haşmetini, fikrî dokunulmazlığını bir hayli zayıflattı.
Bu kitabın yazılması felsefe ortamlarında, bir sarsıntı, üzüntü ve öfke meydana getirdi. Ama yüz sene boyunca buna cevap veren, şanına yakışır bir kitap ya-zılamadı. Ancak altıncı asrın sonunda, felsefenin cezbe-li ve heyecanlı avukatı ve Aristo'nun kölesi İbn Rüşd (ö. 595 H.), Tehâfütü't-Tehâfüt adıyla bir eser yazarak Gazâlî'ye cevap verdi.
Batılı bilginler diyor ki: "Eğer İbn Rüşd; felsefeyi savunmak için harekete geçmeseydi, Gazâlî'nin hü-cumlarıyla felsefe, komaya girmişti. İbn Rüşd'ün savunması yüz seneye kadar ona yeniden can verdi." [23]
Bâtinîliğe Hücumu:
a Felsefe ile birlikte İmam Gazâlî, Bâtmîliğe de hücum etmiştir. O, Bağdat'ta kaldığı ve Nizamiye Medre-sesi'nde müderrislik yaptığı sırada dönemin halifesinin işareti ile Bâtmîliği reddeden Mustazhirl isimli eserini yazmıştı. Bunu kendi yazdığı, hakikati keşfetmenin destanı olan el-Münkızü Mine'd-Dalâl adlı eserinde zikretmektedir. Bu kitaptan başka o konuda yazdığı üç kitabı daha var, galiba seyahatta olduğu sıralarda yazdığı eserlerdir: Huccetü'l-Hak, Mufassal el-Hilâf, Kasım el-Bâtınıyye. Onun yazdığı eserler listesinde bu konuda iki esere daha rastlanmaktadır. Onlar da: Fezâihü'l-İbâhiyye veMevâhim el-Bâtınıyye' dir.
Aslında ehl-i sünnet camiası içinde Bâtınîliği reddedecek ondan daha uygun insan bulmak zordur. O; felsefe ve tasavvufa, zahirî ilimlere ve hakikatlere, marifetlere derinden vâkıftı. Bâtmîliğin sırlar diyerek bir takım uydurma iddialarını, onların akıl oyunlarını kolaylıkla fâş ediyor, üzerinden perdeyi kaldırıp gerçek yüzlerini açıklayabiliyordu. Bâtmîliğin en büyük savaş âleti (hançeri) felsefe ve onun terim ve deyimleri idi. Bu bakımdan Gazâlî gibi pek çok özelliği ve değişik bilgileri kendinde toplamış bir kişi, akıl bilgilerinin keskin görüşlü insanı, onları reddetme işini yapabilirdi. Nitekim bu işi o en güzel ve mükemmel şekilde yaptı ve ilmî bir nıetodla onu değersiz ve etkisiz hale getirdi. [24]
Hayat ve Toplum Düzenini İslâmî Tenkidi:
İmam Gazâlî'nin diğer bir ıslah başarısı da hayatı ve toplum düzenini islâmî kontrole tâbi tutması, onu ıslah ve yenilemeye çalışmasıydı.Onun bu çalışmasının örneği ve başarılı neticesi, onun canlı ebedi eseri îhyâu Ulûmiddîn isimli eseridir. [25]
İhyâu Ulûmiddîn:
İslâm tarihinde müslümanların kafa ve gönüllerine, yaşayışlarına en büyük etki yapan ve İslâm toplumunun en uzun süre etkisi altında kaldığı eserler içinde îhyâu Ulûmiddîn üstün bir yer tutar. Elfiyye kitabının yazarı Hafız Zeyneddin el-Irâkî (Ö.806 H.) diyor ki: "Gazâlî'nin İhya kitabı, İslâm'ın en üst düzeyde eserlerindendir." Gazâlî'nin çağdaşı ve İmam el-Hare-meyn'in talebesi olan Abdülğâfır Fârisî de: "İhyâu 7-Ulûm' a benzer bir kitap bundan önce yazılmamıştır"
demektedir.
Şeyh Muhammed Kâzerûnî'nin iddiası da şöyle: "Eğer dünyada bütün ilimler imha edilse ben onları İhya kitabı ile yeniden canlandırırım." Hafız İbn Cevzî de bazı konularda muhalefet etse de bu kitabın etkisini ve değerini itiraf etmiş, özetini Minhâcü'l-Kâsıdîn adındaki eserinde yazmıştır.
İhya kitabı, özel şartlar özel durumlar ve özel bir heyecanla yazılmıştır. Hakikati bulmak, kesin bilgiyi aramak için Bağdat'tan başladığı yolculuk; on senelik didinme, mücâhede ve ülkeler arşınladıktan sonra başarı ile bitmişti. İhyaû'l-Ulûm bu seferin, bu seyahatin hediyesidir. Gazâlî bunu hemşehrilerine getirmişti. Bu kitap onun manevî gelişmelerinin, ilmî tecrübelerinin, ıslahı düşüncelerinin ve vicdanî ahvâlinin aynasıdır.
Mevlânâ Şiblî, el-Gazâlî isimli eserinde şöyle yakıyor:
"Bağdat'ta gerçeği araştırma arzusuna kapıldı. Bütün mezhebleri (dinî akımları) inceledi, hiçbiri onu tatmin etmedi. Sonunda tasavvufa yöneldi. Fakat o kâl (söz) işi değildi. Aksine baştan başa hâl (yaşama) işi idi. İlk basamağına, bâtını (içi) ıslâh etmekle (düzeltmekle), nefsi terbiye etmekle adım atılabilirdi. Gazâlî'-nin çalışmaları ise buna tamamen engeldi. Herkes tarafından saygı görmek, şöhret, makam mevki, tartışmalar, mücadeleler ve bir de nefis tezkiyesi (nefsin arındırılması), Kur'an-ı Kerim'in deyimi ile "şettâne beynehüma (^birbirinden uzak iki şey arasında)" kaldı.
"Senin gittiğin bu yol; menzile (hedefe, amaca) götürmüyor seni."
Sonunda herşeyi bir tarafa bırakıp, bir harmaniye bürünüp Bağdat'tan çıktı, yeryüzünü arşınlamaya başladı. Çetin mücâhedelerden ve nefîs terbiyesini gerekti-
ren ibâdetlerden sonra sır meclisine ulaştı. Bu meclise ulaşınca kendi manevî hali içinde mest olarak bütün dünyadan elini eteğini çekmesi mümkündü. Ama;
"Birlikte bade kâseleri deviren dostlarını hatırla." gibisinden genel halk arzusunu gözden geçirince herşe-yin daha berbat olacağını gördü. Zengin, fakir, avam, havas, âlim, câhil, dindar, eyyamcı kim olursa olsun hepsinin ahlâkının bozulduğunu, bozulmaya da devam ettiğini, yol göstermesi gereken âlimlerin makam mevki peşine düştüğünü görünce kendini tutamadı. İşte böyle bir hal ve keyfiyet içinde bu kitabı {İhya yi) yazdı.
Kitabın girişinde bizzat şöyle yazmaktadır: "Hastalığın her tarafı sardığını, âhiret saadet ve huzurunun bütün yollarının kapandığını gördüm. Yol gösteren âlimler ağır ağır yok olmakta, kalanların adı âlim. Şahsî hevesleri, kişisel amaçları kendilerini çepeçevre kuşatmış, kendileri elâleme; ilim üç şeyin adıdır: Tartışma (gösteriş ve övünme vasıtası); va'z, nasihat (halkın gönlünü çekmek için tatlı, değişik, ahenkli mevzular anlatmak); fetva (davaları karara bağlama vasıtası)dır, diyerek kendi durumlarını anlatmışlardır. Âhiret ilmi de yeryüzünden silinip gitmiş, halk da onu unutmuş ve unutturulmuştur. Bunu gördüğümde kendimi yenemedim, sessizlik mührünü kırdım. (Kararımdan döndüm ve bu kitabı yazdım.)”[26]
Tenkid ve Sorgulaması:
Gazâlî'nin bu kitabı (jhyâ yi) yazmaktan amacı; îslâm toplumunu kendi kafasında planladığı ıslah ve terbiye etme işine hazırlamak, kendi ıslahını ve çevresinin ıslahını arzulayan bir hava doğması için dinî ve ilmî ortamlarda ve genellikle İslâm toplumunda yayılan bu zayıflamalara, bozulmalara dikkat çekmekti. Hatta nefis ve şeytanın, çeşitli kesimleri aldatarak, dinî gerçekleri, dinî anlayışları nasıl değiştirdiğini de açıklığa kavuşturmak gerektiğini göstermekti. Halkın gerçeklerden, ana gayelerden uzaklaşarak şekillere ve dış görünüşe, âdetlere, örflere nasıl sarıldığını; asıl hedeften, âhiret saadetinden ve Allah'ın rızasından nasıl habersiz (gafil) kaldığını da gözler Önüne sermekti.
Bu bakımdan o, kendi devrindeki hayatı ve çağdaşı olduğu toplumu hesaba çekmiş, onu çekinmeden tenkid etmiştir. Her kesimin hastalığını ve alıştıkları kötü tutumları olduğu gibi, açıkça anlattı. Amaçlar ve araçlarının (hedefler ve vasıtaları) arasındaki farkı belirtti. İlimlerde; dünya ilimlerini, din ilimlerini, sonra da faydalı ve beğenilen ilimleri, zararlı ve beğenilmeyen ilimleri, farz ve farz-ı kifâyeyi sınıflandırdı. Zamanın en büyük görevine ve asıl yapılması gereken işe dikkat çekti. Servet sahiplerinin, zenginlerin kusurlarını, onların kendilerine has hastalıklarını bütün derinliği ile açıkladı.
Sultanları, devlet idarecilerini cesaretle tenkid etti, onların baskı ve zulümlerini, şeriata ters düşen kanun ve davranışlarını kötüledi. Bunun dışında topluca genel halkın hastalıklarına, değişik kesimlerin ve mevkilerin çirkin alışkanlıklarına, kötü âdetlere ve dine zıt âdet ve geleneklere temas ederek bunları açıkladı.
İşte bu yüzden bu kitap; bütün hayatı ve bozulan İslâm toplum yapısını tam bir otorite ve cesaretle hesaba çeken, ahlakî çöküntü ve hastalıkların sebeplerini, etkenlerini ve bunun tedavi yollarını açıklayan, geniş çapta ve delilli olarak yazılmış ilk kitaptır. [27]
Âlimler ve Ehli İmân:
Gazâlî'ye göre, bu her tarafı kaplayan dinî ve ahlâkî çöküşün en büyük sorumlusu âlimlerdir. Ona göre âlimler tuzdur. Eğer tuz bozulursa onu ne düzeltebilir? Şâirin dediği gibi:
"Ey âlimler topluluğu, ey şehrin tuzları (olan âlimler),
Eğer tuz bozulursa söyleyin tuzu ne düzeltir?"
Bir yerde, kalp hastalıklarının çokluğundan ve yaygın gafletin sebeplerinden bahsederken şöyle yazar:
"Tedavisi olmayan bir hastalık gibi olan üçüncü sebep de hastanın ortada durmasına rağmen doktorun bulunmayışıdır. Doktor, âlimlerdir. Halbuki bugün onların kendileri ağır şekilde hastadırlar. O hastayı tedaviden âcizdirler."
Ona göre; sultanların ve idarecilerin bozulmasmm-sebebi de âlimlerin zayıflığı ve görevlerinden gâfıl oluş-, larıdır. Bir yerde yine şöyle yazar:
"Sözün özü şudur: Halkın, vatandaşın bozulmasının sebebi sultanların bozulmasıdır. Sultanların bozulmasının sebebi de, âlimlerin bozulmasıdır. Eğer Allah'tan korkmaz kadılarla kötü âlimler olmasaydı, bun-
lardan çekineceklerinden dolayı sultanlar bu kadar bozulmazlar, bu kadar fenalık yapamazlardı."[28]
Gazâlî, o dönemin âlimlerinden; selef âlimleri gibi marufu emir, iminken menetmiyorlar ve zalim sultan karşısında doğruyu söyleme görevini yerine getirmiyorlar diye şikâyet eder. Ona göre, bu görevi yerine getirmemenin sebebi, bizzat âlimlerin kendilerinin çoğu, dünya sevgisine, makam ve mevki hırsına yakalanmalarıdır. Gazâlî, devrin sultanlarının ve devlet idarecilerinin karşısında gerçek İslâm âlimlerinin; cesaretli ve korkusuz davranışlarına, sultanların, idarecilerin yaptıkları uygunsuz hareketleri kötüleyerek Allah'ın emrine uymaya çağırdıklarına örnekler verdikten sonra şöyle buyurur:
"İşte âlimlerin hareket tarzı böyleydi, ma'rufu emir ve münkeri nehyin hali böyleydi. Onlar sultanların azamet ve haşmetlerinden çekinmezlerdi. Onlar Allah'ın yüce keremine güvenirlerdi. Allah'ın kendilerini koruyacağına kesin imanları vardı ve onlar, eğer Allah bu yolda kendilerine şehid olmayı nasib etmişse ona da razı idiler. Çünkü niyetleri samimi idi. Bu bakımdan onların sözü ile taş mum haline geliyor ve en katı kalb-li bir kimse bile etkilenip yumuşuyordu.
Şimdi ise artık durum o hale geldi ki, dünya hırsı, âlimlerin ağzını dilsiz yaptı da sustular. Konuşsalar bile sözleri ile halleri birbirini tutmuyor, bu yüzden de hiçbir tesiri olmuyor. Eğer bugün dahi aynı samimiyet ve ihlâs ile hareket ederler de bilgilerinin hakkını verirlerse mutlaka muvaffak olurlar. Çünkü halkın (vatandaşın) bozukluğu, sultanın (devleti idare edenin) bozuk oluşunun sonucudur. Sultanın bozuk oluşu ise âlimlerin bozuk oluşunun sonucudur. Âlimlerin bozulmasının sebebi de mal, mülk, makam mevki sevgisinin ağır basmasıdır. Kimde dünya hırsı hâkim olursa artık o kimsenin sözü hiç kimseye tesir etmez. En basit birini dahi hesaba çekemez, onu kötü yoldan menedenıez. Nerede kaldı ki sultanları ve diğer devlet büyüklerini kötü yoldan menedebilsin, onlara tesir edebilsin."[29]
İmam Gazâlî devrinde, âlimin âlimi kimseler (en güçlü âlimler) fıkhın ayrıntıları ve ihtilaflı meseleleriyle meşgul idiler. Münazara ve mübâhaseler (ilmî tartışmalar) ile ilgili toplantılar her evde, her köşede cereyan ediyordu. Toplantılarda, düğünlerde, derneklerde ve sultanların huzurunda en neşeli tartışmalar, konuşmalar da bu dinî ve fıkhı konulardı. Bu konuya âlimler ve talebeler kendilerini o kadar kaptırmışlardı, aşırı ilgi o noktaya ulaşmıştı ki diğer bütün ilim dalları ve değişik din hizmetleri gözardı edilip gidiyordu. Durum o hale gelmişti ki, nefsin ıslâhı, ahlâkın düzeltilmesi ve âhiret saadetinin, kendisi sayesinde kazanılacağı ilim ve gayretten yüz çevrilmişti. Gazâlî bu vaziyeti tenkid ederek şöyle yazmaktadır:
"Herhangi bir fakîhe bu anlattıklarımızdan birini; meselâ, tevekkül, ihlâs veya riyadan kaçınma çârelerini sorsan durur ve cevap veremez. Halbuki bunları da bilmek farz-ı ayın olup ihmal edilmesi âhirette helaki gerektirir.
Eğer fıkıh âlimine liân, zıhar, sebk, remy gibi fıkıh meselelerinden sorsan cildler dolusu cevabı hemen verir. Halbuki bunlara ömür boyu ihtiyaç duyulmaz. Duyulursa da her yerde onu bilen bulunur. Geceli, gündüzlü bu gibi şeyleri okumak, ezberlemek, okutmakla uğraşır da mühim olan bölümleri ihmal eder. Kendisine, bu yaptığın doğru değil denilse, hayır bu farz-ı kifâye olan ilimlerdendir der. Hem kendisini, hem de başkalarını şaşırtmış olur.
Aklı başında olan hemen anlar ki; bu fıkıh âliminin amacı, farz-ı kifâyedeki emrin gereğini yerine getirmek olsa, evvelâ farz-ı aynı yerine getirir. Belki kendi yaptıklarından daha önemli olan farz-ı kifâyeleri öne alırdı.
Nice ülkeler var ki doktorları, hâlâ müslüman olmayan azınlıklardandır. Halbuki tıbbın fıkıh ve fıkhın tıbla ilgili noktalarında bunların raporları, şahidlikleri geçersizdir. Buna rağmen müslümanlardan kimse bununla uğraşmaz da fıkhın teferruatında, bilhassa hilâfiyyat ve cedel bölümleri ile uğraşırken, memleket bu gibi noktalarda fetva veren âlimlerle dolu. Ama hiç kimsenin ilgilenmediği ve tıb ilminin bugün farz-ı ayın olan bilgisine yönelmeyi onlar nasıl terketmişlerdir. Bunun sebebi ancak, tıb ilmi ile vakıfların mütevel-lîliğini almanın, vasîy olmanın, yetim malı yemenin, kadılığa ve hâkimliğe geçmenin, emsaline üstünlüğün ve hasımları alt etmenin mümkün olmayacağıdır."[30]
Bir başka yerde de şöyle yazıyor:
"Nice şehirler var ki, orada farz-ı kifâye değeri taşıyan meseleler olduğu halde hiçbir kimse onlarla asla ilgilenmemektedir. Çok uzağa gitmeyin, tıp ilmini ele alın. Pek çok İslâm şehrinde tıbbî şâhidliği kabul edilebilir bir doktor yoktur. Âlimler böyle konularla hiç ilgi-lenmemekteler. Aynı şekilde iyiliği emretmek, kötülükten menetmek de farz-ı kifâyedir, (ama o da terkedilmiş durumdadır.)"[31]
O, bir yerde genel cehaletin, yaygın gafletin ve dini kavrayamamanın tasvirini çizerken ve İslâm'ı tebliğ etJ menin ve toptan bir öğretimin gerekli olduğunu açıM larken şöyle diyor:
"Dinini düşünen, gerçekten dinine hizmeti içinden geçiren insan için bu (İslâm'ı tebliğ ve Öğretme işi)nin zaten kendisi öyle bir meşguliyettir ki, bu dururken artık nadiren ortaya çıkabilecek olan basit teferruatlarla,^ işe yaramayan ayrıntılarla ve bizatihi (farz-ı ayın olJ mayıp) farz-ı kifâye olan ilimler üzerinde inceleme yap-r makla vakit geçirmeye fırsat yoktur."[32]
Gazâlî, bir tarihçi ve incelemeci olarak; ihtilaflı meJ selelerin önceki devirde neden bu kadar önem kazandık ğmın, âlimlerin bu gibi meseleleri, zekâlarını ve emek-; lerini harcadıkları bir saha haline getirişlerinin ve büktün dikkatlerini buna sarfetmelerinin sebebini anlatır/' İmam Gazâlî'ye göre bunun bazı tarihî sebepleri var-^ dır. Bu sebeplerden ötürü böyle bir sonucun ortaya çık-i-ması gayet, normaldir. O bunu şöyle izah eder: *
"Peygamberimizden sonra onun yerine geçen' hulefâ-i râşidîn hazretlerinin kendileri büyük alim, fıkıh bilgini ve fetva veren kimselerdi. İstişare gereken' bazı sorunlar hariç, hüküm ve fetvalarında hiç kimseye^ ihtiyaçları yoktu. Bunun için devirlerinde âlimler tamamen âhiret ilmine kendilerini vermiş ve yalnız onunla meşgul olmuşlardı. Dünya işlerinden, insanları alâkadar eden hükümler ve fetvalardan çekinir, fetva vermemek için kendilerini tutarlardı. Yaşayış tarzları ve ahlâkları hakkında yapılan rivayetlerden anlaşıldığı gibi, bütün güçleri ile Allah'a yönelmişlerdi.
Halifelik zamanla yeteneksiz ellere geçince, fıkıhçı-lardan yardım dilemek ve hükümlerinden fetva almak için için her türlü durumlarda onları yanlarına almak zorunda kaldılar.
Tabiîn bilginlerinden selefin yolunu tutan ve saha-bîlerin usûlünü gözeten bir kısmı kalmıştı ki onlara kadılık ve fetva için müracaat edildiğinde kaçınırlar ve çekinirlerdi. Bu yüzden halifeler vazife vermek için zorlamaya mecbur oldular. Padişahların âlimlere yönelmesini, âlimlerin ise bunlara iltifat etmediklerini gören zamanın insanları, padişahlar katında mevkiler elde etmek için ilim öğrenmeye yöneldiler. Fetva ilmine çalıştılar ve kendilerini hükümdara takdim ettiler; onlarla görüşebilmek için aracılar aradılar, hediyeler istediler. Kimisi umduğunu buldu, kimisi de bulamadı. Dileği yerine gelenler isteme adîliğinden kendini kurtaramadı. Böylece fakîhler, aranır halde iken, şimdi kendileri aramaya başladılar. Önceleri padişahlara minnet etmemekle yüce iken şimdi onlara yönelmekle basitleş-tiler, küçüklüler.
Ancak her asırda Allah'ın yardımına erişen bilginler hariçtir. Kaza ve hükümlerde fetvalara ihtiyaç fazla olduğundan, o asırda en çok fetva ve hüküm ilimlerine yöneldiler. Sonraları İslâm akaidine dâir bazı sözleri işitip onlara meyleden âmirler, başkanlar ortaya çıktı. ; Padişahın bu temayülünü görenler Kelâm ilmine daldılar. Bu konuda pek çok eserler yazıp mücâdele metod-larını kurdular. Konuşmalarında muhalefet yollarını , açtılar. Böyle yaparken dini koruyup sünneti müdâfaa [ ettiklerini ve bid'atçileri horluğa düşürmek istediklerini zan ve iddia ettiler. Nitekim bunlardan önce fetvalarla uğraşanların güya insanlara açıklamak ve onlara öğüt vermek için gayelerinin dini korumak, müslümanların dinî işlerini boyunlarına almak olduğunu sandıkları gibi.
Daha sonra bir sınıf ekâbir zuhur etti. Bunlar da, mamureleri harabeye çevirecek kadar açık düşmanlıklara ve kanlı mücadelelere yol açtığı için, kelâmda mücadele kapısının açılmasını uygun bulmadılar da fıkıh-da mücadeleye ve bilhassa İmam Şafiî ile İmam Azamın mezheplerinin hangisinin daha üstün olduğunu münakaşaya yöneldiler. Bunu görenler, kelâm ve diğer ilimleri terkederek İmam Şafiî ve İmam A'zam arasındaki ayrılıklar üzerinde durdular da İmam Mâlik, Süfyân-ı Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin ictihadlarını ihmal ettiler. Böyle yaparken de gayelerinin, şeriatın inceliklerini açıklayıp mezheble-rin illetlerini yerleştirmek ve fetva usûlünü genişletmek olduğunu sandılar. Bu konuda birçok garib meseleler bulup çıkardılar, çeşit çeşit mücadele yolları buldular ki, bu hal şimdi de devam etmektedir. Gelecek asırların ne olacağını ve Allah Teâlâ'mn mukadderatının neden ibaret olacağını bilemeyiz.
İşte bilginleri bu ilimlere sevkeden, büyüklerin bu .ilimlere temayüllerinden başka bir şey değildir. Eğer padişahlar ve ekâbir, diğer imamların mezheblerine veya başka mezheblere meyletse onlar da ona yönelirler ve gayemiz, Allah'a yaklaşmak için din ilmi ile uğraşmaktır der ve bunu savunmaktan geri kalmazlardı.[33]
Gazâlî bundan sonra geniş bir şekilde tartışmanın, atışmanın, cedelleşmenin ahlakî ve manevî zararlarını, tahribatını ve onun insanda meydana getirdiği ruhî yıkımları anlatır. Halbuki o bu tenkid konusunun bir zamanlar doludizgin giden akıncısı idi. Bu bakımdan, bu konuda onun anlattıkları gözle görülmüş olay kesinliği taşır, gözleme ve şahsî tecrübeye dayanır.
Bu sahada en büyük mugalata ve fikir saptırmaları, kelimeler üzerinde yapılıyordu. Gazâlî'nin döneminde yaygın olan ilimler için ve onların bozulmuş şekilleri için başlık ve isim görevi yapan kelimeler, Kur'an-ı Ke-rim'de, hadislerde, sahabenin sözlerinde ve ilk dönem âlimlerinin (selef âlimlerinin) hayatlarında sıkça geçen kelimelerdir. Meselâ; ihtilaflı fikıh meselelerinin nâdir olarak görülen detaya ait meseleleri ve incelikleri için hiç düşünmeden hemen "Fıkıh" kelimesi kullanılırdı. Her çeşit ilmî uğraşlara, şer'î olsun olmasın, ilme kayıtsız şartsız "ilim" kelimesi kullanılırdı. Kelâm ilmine ve onun felsefe ile ilgili konularına "Tevhid" adını verirlerdi. Baştan başa rivayet ve basitliklere, süslü yazı dizilerine, renkli konuşmalara "Tezkîr" kelimesi kullanılırdı. Her çeşit sevimsiz konulara, karmaşık söz ve yazılara "Hikmet" diyorlardı. Sonra da kendi uydurdukları bu şeylere, Kur'an-ı Kerim ve hadislerde bu ilimlerin gerçek şekilleri hakkında bildirilmiş olan bütün faziletleri, en üstün sıfatları yapıştırıyorlardı.
Meselâ, fıkhın o bozulmuş şekli için (sadece ihtilaflı olan ve teferruattan bahseden şekli için) Kur'an-ı Ke'-rim'in "Liyetefekkahû fiddîn" âyetini ve hadiste geçen "Men yuridillâhu bihî hayran yüfekkıhhü fiddîn" buyruğunu; felsefe ve beşinci asırdaki kelâm ilmi için* "Ve men yü'til hikmete fekad ûtiye hayran kesîran" müjdesini veren âyetini; cahil ve Allah'tan korkmaz vaizlerin safsata ve boş konuşmaları için "Fezekkir İnnemâ ente
müzekkir" âyetini ileri sürerek bunlara dayandırıyorlardı.
Gazâlî, bu saptırmaları, bu mugalatayı ortaya döktü. Uzun uzun bunlardan bahsederek üzerindeki perdeyi kaldırıp gözler önüne serdi ve şöyle dedi:
"Bu kelimeler, asıl kendi gerçek manalarını yitirmişler, ifade ettikleri asıl mefhumlardan çok uzak manalara yönlendirilmişlerdir. İslâm'ın ilk çağlarında bu kelimelerin taşıdıkları mana ile bugünkü âlimlerin uğraştıkları ilimlerin ve bu kelimeleri kullandıkları manaların hiçbir ilgisi yoktur. Onların anlattıkları: kelimelerin zaman içinde seyahatlerinin tatlı hatıraları ve terimlerle, metodların değişime uğramasının ibret veren tarihidir. Ve de ilmî ve dinî çevrelerde o günlerde yaygın olan yanlış anlamaların giderilmesine bir vasıtadır." [34]
Devlet İdarecileri ve Sultanlar:
Gazâlî'nin gözünde ikinci derecede bu evrensel (yaygın) bozulmanın, ahlâkî çöküşün ve dinî düşüşün sorumlusu devletin yöneticileri, sultanlar ve eyalet valileri kesimi idi.
Gazâlî'den ikiyüz sene önce Hz. Abdullah b. Mübarek de bu iki (âlimler ve idareciler) grubunu; dini bozan, onu anayolundan saptıran güruh diye tanımlamıştı:
"Dini ancak sultanlar kötü âlimler, hocalar ifsâd etti." (bozdu).
İmam Gazâlî, sultanın kesin söz sahibi olduğu, bütün kanun ve prensiplerden üstün olduğu, onlara karşı
çıkmanın ölüm demek olduğu bir devirde bütün cesareti ile bu kesimi sorguya çekti. Onları serbestçe tenkid etti. Onun devrinde sultanların hediyelerini ve sundukları bağışları kabul etmek bir gelenekti. Gazâlî, sultanların mallarını haksız kazanç, genellikle şüpheli ve haram göstermiştir. Bir yerde şöyle der:
"Bu devirde sultanların para ve malları genellikle haramlıktan uzak değildir. Helâl mal onlarda ya hiç yok, ya da çok azdır. "[35]
Bir diğer yerde ise şöyle yazar:
"Asrımızda sultanların mallarının hepsi de haramdır, ya da çoğu haramdır. Nasıl olmasın ki, helâl ölçüler; zekât, fey' ve ganimet malıdır. Bunlar da ortada yok. Bunlardan hiçbiri sultana ulaşamıyor. Sadece cizye kalıyor. O da binbir zulüm ve haksızlıkla alınıyor. Alınış tarzı şeriat çizgisini aştığı için helâl değil. Devletin maliye memurları şeriat çizgisini aşıyorlar. Ne, malın ne kadar alınacağı (miktarı) hakkında şeriatın emrini göz önünde bulunduruyorlar, ne kendilerinden cizye alman zimmîler hakkında şeriata kulak veriyorlar, ne de bütün şartları yerine getiriyorlar. Sonra da müs-lümanlar üzerine konan haraç mallar ve arazilerin vergisi adına alınan rüşvetlerin, binbir çeşit zulümle altın gümüş olarak zaptedilen o paraların cizye ile kıyaslanması bile imkânsız. "[36]
İmam Gazâlî daha ileri giderek diyor ki:
"Sultanların haksız kazanç veya şüpheli kazanç sahibi olduklarında, kesinlikle şüphe arasında bir kanaat beslenmesi halinde bile onların verdiği parayı kabul etmek uygun değildir. Çünkü dinî açıdan bunda zarar vardır. Alınabileceğine Örnek olarak; İslâm'ın ilk döneminin (selef) âlimlerinden bazısı ve salih kişileri devir-i lerinin sultanlarının verdikleri hediyeleri almışlardı diye ileri sürebilirler."
Gazâlî, o devrin sultanları ile kendi döneminin ve o dönemin şart ve durumlarım karşılaştırarak aradaki farkı şöyle belirtir:
"Birinci asırdaki zalimler, Raşid halifeler devrine yakın olmaları yüzünden oldukça haksızlıktan korkarlar, sahabe ve tabiînin gönüllerim kendilerine bağlamak isterler, bahşiş ve ikramlarını kabul etmelerini candan arzu eder ve onları isteyicilik zilletine düşürmeden onlara gönderirdi. Hatta onların bu ikramları kabul etmelerini büyük bir lütuf ve canlarına minnet sayarlar ve bununla sevinirlerdi. Onlar da bu ikramları kabul eder ve bunları verecek haklı yerleri bulur, oraya verirlerdi. Sultanların keyiflerine itaat etmezler, meclislerine uğramazlar, toplantılarına katılmazlar, sürekliliklerini arzu etmezler, aleyhlerine dua eder, onlara dil uzatırlar ve hatalı hareketlerini reddederlerdi. Onların, dünyalık karşılığında dinlerini kaybetmelerinden korkulmaz. Bu şekilde onların almalarında bir sakınca yoktu.
Fakat şimdi sultanlar ancak kendilerine hizmette bulunanları, meclislerini süsleyip yaltaklık edenleri ve kendilerini Överek lehlerine duâ edenleri, huzurlarında ve arkalarından övüp medhedenleri sever ve onlara vermek isterler. Eğer parayı alan, önce isteme zilletine katlanmazsa, sultanların hizmetine devam edip duâ ederek onları övmese, maksadlarmda onlara yardımcı olmasa, meclislerine iştirak etmese, düşmanlarına karşı sultanlara sevgi ve bağlılığını ifade etmese, zulümlerini, hatalı ve çirkin hareketlerini gizlemeseydi bu zat
Şafiî ayarında bir kimse olsa bile sultan ona bir dirhem dahi vermezdi.
Sultanların verdiği -şüpheli veya haram olan şöyle dursun- kesin olarak helâl bildiğini dahi almaması lâzımdır. Kendisini ashaba ve tabiîne benzeterek sultanların mallarını almaya cesaret edenler; bekçileri, meleklere benzetmeye kalkışanlardır. Bugün sultanlardan mal alabilmek için meclislerine katılmak, onlara saygı göstermek,.memurlarına hizmet etmek, üzerlerine leke kondurmamak, onları övmek, daima ayaklarına gidip gelmek lâzımdır ki, ilerideki bölümde açıklayacağımız gibi bunların hepsi günahtır"[37]
Diğer bir yerde, sultanlardan uzak durmayı ve onların zulümlerinden ve davranışlarından nefret etmeyi tavsiye ederek şöyle diyor:
"İkinci hal de, insanın o sultanlardan uzak durması ve onlara pek yanaşmamasıdır; ne onları o görmeli, ne de onlar onu görmeli. Gereken budur ve bunda fayda ve selâmet vardır. Zulümlerinden dolayı onlara buğz ve kin duygusu taşımalı; ne onların hayatı gibi bir hayatı arzulamak, ne de onları övmeli. Ne onların durumunu kontrol etmeli, ne de onların yakın adamları ile dostluk kurmalı."
Bir kişinin hükümran olduğu, diktatör ve zâlim padişahların ve başına buyruk vezirlerin, devlet idarecilerinin herşeyi yapabildikleri o devirde, bütün bir milletin ve onun en değerli, paha biçilmez fertlerinin hayatının onların merhametine kaldığı ve şüphe üzerine katliam yaptıkları bir zamanda Gazâlî'nin bu açık sözlülüğü, devletin malî düzenine, gelir giderine bu açık ve kesin tenkidi ve âlimleri, sultanların ve yüksek seviyedeki devlet idarecilerinin hediyelerini kabul etmemeye davet etmesi -ki bu devlete yardımcı olmamak ve öfkeyi açığa vurmak, devletle ilişkiyi kesmek kabul edilirdi- çok ciddi ve önemli bir cihaddı. Bunun ne kadar nazik ve ciddi bir iş olduğunu, basın ve söz hürriyetinin olduğu bu devirde, demokrasi ve anayasaya göre (isimden ibaret de olsa) idare edilen bu devirde tahmin etmek zordur.
Gazâlî, sadece yazı ve kitabla yetinmemiştir. Hatta devrin padişahı ile görüşme fırsatı elde ettiği sıralarda, tıklım tıklım dolu olan sarayda padişahın karşısında doğruyu haykırmıştır. Selçuklu sultanı Melikşah'm oğlu, bütün Horasan bölgesinin genel valisi olan Sultan Sancar'la görüşmesi sırasında Gazâlî ona şöyle hitap etmiştir:
"Ne yazık ki müslümanların boynu felâketlerden, sıkıntılardan kopmak üzere; senin atlarının boyunları ise altın tokaların ağırlığından kopmak üzere."[38]
Sancar'm ağabeyi olan Melikşah'm oğlu Muham-med, döneminin en büyük sultanı idi. Gazâlî, ona doğru yolu gösteren bir mektup yazıp gönderdi. O mektupta sultana; makamının sorumluluğuna, Allah korkusuna ve ülkesinin ıslahına dikkat etmesini tavsiye etti.
Doğu devletlerinde devletin bütün idarî sistemi vezirlerin elinde olup, sadece onlar devletin meseleleriyle ilgilendikleri ve düzenini yürüttüklerinden dolayı, ancak onların dikkati, ilgisi ve gayretiyle ülkenin ıslâhı yapılabilirdi.
Gazâlî bu gerçeği bildiğinden, Selçuklu sultanlarından çok onların vezirlerine yöneldi. Onlara geniş, uzun mektuplar yazıp gönderdi. Büyük bir cesaretle, çok net ifadelerle devletin kötü idare edilmesine, hakların çiğnenmesine, idarecilerin halkı ezmesine, devlet memurlarının devleti çökertmesine, sorumluların gafletine (herşeyden habersiz oluşuna) dikkat çekti. Allah korkuşunu hatırlatarak, önceki vezirlerin ve devlet idareçilerinin akıbetini gözlerinin önüne koyarak ıslah ve düzenlemeye yönelmelerini tavsiye etti. Onun bu mek- 'y-tupları şahsî cesarete, hakkı açıkça söyleyip etkileme-' ye, yazı ve ifade gücüne en güzel bir örnektir.
Fahrulmelik'e yazdığı mektupta şöyle diyor:
"Bil ki, bu Tûs şehri kıtlık ve zulüm sebebiyle harap olmuştur. Senin, Damgan ve İsferâin'den bu tarafa hareket ettiğin halk tarafından duyulunca çok korktular. Çiftçiler hububatlarını satmaya, zalimler de malumlardan özür dilemeye, kendilerini affetmelerini isf temeye başladılar. Çünkü onlar senin âdil ve insaflı davranacağını, insanların ahvâlini öğrenmek isteyece- -ğini sanıyorlardı.
Ama sen Tûs'a gelip de bu insanlar senden hiçbir hareket göremeyince, bütün korkuları gitti. Çiftçiler ve fırıncılar tekrar eski hallerine döndüler. Fahiş fîatla mal satmak için ihtikâr yapmaya başladılar. Zalimler !ı-tekrar cesarete geldi. Bu şehrin durumunu gerçeklere aykırı olarak haber veren herkes, bil ki dinin düşmanıdır. Şunu da unutma ki, Tuşluların iyi duaları da bedduaları da tecrübe edilmiştir, hemen tutar. Vekilinize çok nasihat verdim, kabul etmedi; hali herkese ibret oldu.
Ey Fahrulmelik, bu acı fakat faydalı sözleri dinle. Sultanlardan hiçbir menfaat beklemeyen, onlardan gelecek herşeyden yüz çevirmiş bir insandan başkası bu sözleri söyleyemez. Her kim bu sözlere ters söz söylerse, bil ki, onun sözü, o kişinin senden beklediği menfa-
at ile hak söz arasında bir perdedir (ki o perde senin doğruyu görmene engel olur)."
Mücîrüddin'e yazdığı bir mektupta da şöyle diyor:
"Bütün halkın ihtiyaçlarına cevap vermek, feryad-larma kulak vermek şarttır. Çünkü zulüm haddi aşmıştır. Sonra, bizzat ben durumu kendi gözlerimle gördüm de merhametsiz zalimlerin zulmünü görmiyeyim diye bir sene önce Tûs'u terketmiştim. Mecburî durumlar beni zorladığı için tekrar Tûs'a döndüğümde gördüm ki zulüm aynı şekilde devam ediyor."
Daha sonra, önceki vezirlerin akibetini yazarak Mücîrüddin'i uyarıyor ve şöyle diyor:
"Bıçak kemiğe dayandı. Zulüm ve tecavüz haddi aştı. Nerede ise müslümanlarm kökü kazmacak. Görevlilerin, belde ahalisine dağıtılmak üzere sultandan emanet olarak alıp dağıttıkları paraların kat kat fazlasını insanlardan zorla aldılar. Bu zalim adamlar halkı soydular. Ama bu yaptıkları kötülüklerin hiçbiri sultana ulaşmadı."[39]
Müslümanların Diğer Kesimleri
Âlimler, sultanlar ve yüksek idareciler kesiminden başka Gazâlî genel halk hayatını da denetlemiş, halkın yaşayışına ne kadar İslâm dışı unsurlar, bid'atlar, çirkinlikler ve mugalata ile kendini aldatmalar girmişse onları tenkid etmiştir.
İhyâu'l-Ulûm dikkatle okunduğunda Gazâlî'nin, ilmî çalışmalarına ve hiç boş vakti yokmuşçasına, onca meşguliyetlerine rağmen o günün toplumunu ve genel hayatı çok iyi tanıdığı anlaşılıyor. Gazâlî'nin hayatı incelemesi derinden ve çok cep-',. helidir. Müslümanların genel hayatına, ümmetin değil( şik kesimlerine ve onların değişik hastalıklarına ve ku-\ surlarına parmak basışından, onun ne kadar keskin görüşlü olduğu anlaşılmaktadır. Hayata giren o İslâm . dışı uygulamaları ve çirkinlikleri genişçe açıklamak ? için kitabında ayrı bir bölüm yazmıştır. Bu çirkinlikler '. âdet haline gelmiş, sürekli işleniyor, halk ise onların İslâm dışı, çirkin (şeriata ve ahlâka aykırı) şeyler olduğunu anlamıyordu. Bu sahada bütün sivil hayatı incelemiş ve o hayatın göze batan çirkin, İslâm dışı alışkanlıklarını zikretmiştir. Camilerden tut da çarşıya, pazara, caddelere, sokaklara, hamamlara ve İslâm'a davet toplantılarına kadar her yer ve kesimin çirkinliklerini bir bir sayıp dökmüştür[40]
Gazali,.İhya 'mn müstakil bir bölümünü (gururun kötülenmesi kitabı) değişik türden mugalatalar ve nefsin hilesine yakalanmış kişiler hakkında yazmıştır. Bu konuda o, her kesimin aldatılmış, nefsin hilesi ile uyutulmuş kişilerinin nasıl yanıldıklarını, aldatıldıklarını anlatmış ve onların öyle bazı psikolojik hastalıklarını ve özelliklerini anlatmıştır ki, onları sadece derin görüşlü bir ıslahatçı ve tecrübeli, uzman bir psikolog görebilirdi. Bu bölümde o; âlimleri, âbidleri, zâhidleri, devlet idarecilerini, zenginleri ve tasavvuf ehlini, yani herkesi incelemiş, araştırmış ve hepsinin kendilerine özgü hastalıklarının, dengesizliklerinin üzerinden perdeyi kaldırmış ve her biri hakkında onları tanıtıcı sözler yazmıştır ki bu sözlerden onun zekâsı, gerçeği görüşü ve en ince noktalan kavrayışı anlaşılmaktadır.
Kendi döneminin âlimlerini, basit fikhî meseleler, hilâfiyyât, kelâm, cedel, nahiv, lügat, şiir, mecaz gibi1 âlet ilimleri ile lüzumundan fazla meşgul olanları da; tenkid etmiştir. Sadece meşayih-i kiramın sözlerini vei haberlerini muhafaza etmekle iktifa eden sofileri de; tenkid etmiştir. Bu adamların; sahip oldukları ilimlerin, şer'î ilimlere bağlı olması sebebiyle mağrur olduklarını düşünmüştür. Ancak tıp, matematik ve sanat gibi ilimlerin şer'î ilimlerden olmamasından dolayı bu sahadaki bilginlerin; bu ilimler vasıtasıyla ilâhî mağfirete ulaşacaklarına inanmadıklarını," bu bakımdan bunların şer'î ilimlerle meşgul olanlardan daha az mağrur olduklarını belirtmiştir.
Sofilerin mübalağalarından ve hakkı bâtılla karıştırmalarından öyle şeyler nakletmiştir ki, sadece bu bile onun insaflı ve araştırıcı bir âlim olduğunu isbata yeter.
Bu konuda şöyle der:
"Çok defa komşularının açlık, sefalet ve ihtiyaç içinde kıvrandıklarını bilirler de onları bırakırlar ve servetlerini tekrar tekrar hacca gitmekle harcarlar. Çünkü hac yaptıklarını herkes görür ve bilir. İbn Mes'ud (r.a) ne kadar doğru demiş: Âhir zamanda sebepsiz yani farz olmadığı halde hacılar çoğalır. Yollarda yaptıkları ticaretleri ile hac işi onlara kolay gelir, kazançları çoğalır. Ecirden mahrum, sevaptan soyulmuş olarak geri dönerler. Kumlu susuz çöllerde, binekleri onları dolaştırır da yambaşmdaki komşusunun hal ve hatırını sormazlar.
Ebu Nasr el-Temmâr anlatıyor: Adamın biri hacca gitmek üzere Bişr b. el-Hâris'e vedâya gelir ve Bişr'e sorar:
— Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı? Bişr;
— Ne kadar harçlığın var? diye sorunca adam;
— İki bin dirhem harçlığım var, diye cevap verir.iri Bişr;
— Hacca gitmekle zühdünü mü, yoksa Kabe'ye olan aşkını mı, veya Allah rızasını mı kastediyorsun? diye sorunca adam:
— Allah rızasını kastediyorum, der. Bunun üzerine Bişr;
— O halde evinde dururken peşin olarak Allah rızasını kazandıracak bir şeyi söylersem yapacak mısın? der. Adam;
— Evet yaparım, deyince Bişr;
— O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu Ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi sevindiren bîr yetim bakıcısına ve onlar gibi on kişiye yirmişer dirhem, hatta istersen hepsini bunlardan birine ver. Zira müslümam sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek, zayıflara yardım etmek nafile olarak yapılan yüz hacdan daha fazla sevaptır. Kalk da dediğimi yap. Şayet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle, dedi.
Adam:
— Doğrusu kalbimde hacca gitme tarafı kuvvetlidir, deyince Bişr gülümseyerek adama döndü ve:
— Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde nefis kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve -saiih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allah
^Teâlâ yalnız müttakîlerin amelini kabul eder, dedi.[41] Avam halkın hastalıklarını ve kendilerini aldatmalarını anlatırken de şöyle yazar:
"Servet sahibi ve avamdan olan bir grup insan da zikir ve vaaz meclislerine devam etmekle aldandılar. Bunları dinlemenin kâfi geleceğini sanarak bunu âdet haline getirdiler. Gereğine göre amel etmeden kuru kuruya yalnız dinlemekle mükâfatlanacaklarını sandılar. İşte bunlar da aldanmışlardır. Zira vaaz meclislerinin fazileti hayra teşvik bakımındandır. Hayrı teşvik etmeyen dinlemede bir fayda yoktur, hayrı teşvik eden dinleme makbuldür. Çünkü o amele sevkeder. Şayet amele aracı olmazsa yine hayırsızdır. Çünkü vaaz ve nasihat dinlemek, ondan ders alıp amel etmek içindir. Başkası için murad olunan bir şey, murad olunan şeyi yaptırmaz. Kendisinde hayır olmayan amel için dinlenen vaaz neticesi amel yapılmadığı takdirde bu vaazı dinlemekte de hayır yoktur.
Bazan vaaz dinlemenin ve vaazda.ağlamanın faziletini duyar da buna aldanır. Hatta bazan da kadınlar gibi kalbi yumuşayarak ağlamaya başlar. Bazan korkunç azab âyetlerini duyduğu zaman: "Allah'ım sen koru, aman yâ Rab, sübhânallah" gibi dualar söyleyerek ellerini oğuşturur, böyle yapmakla bir iyilik işlediğini zanneder. Bu kişi de aldanmıştır. Yakalandığı hastalığı sebebiyle hekimlerin yanma gidip onların bu hastalık hakkındaki sözlerinden üzülen, veya yanında nefis yemeklerden bahsedilirken buna iştahlanan aç bir adamın haline benzer. Tâatlann vasıflarım dinlemek bir fayda sağlamaz. Dinlediğin vaazlardan ders alıp kötü huylarının hepsini veya bir kısmını terkedip Allah'a teveccüh etmezsen o vaaz lehinde değil aleyhinde bir delildir. Senin onu iyiliğine kabul etmen gurur ve aldanmaktır."[42]
Islâh Edici ve Eğitici Bir Kitap:
Fakat İhyâu'l-Ulûm, sadece tenkid kitabı değildir. O, ıslah ve eğitmenin bir çok yönünü ve pek çok konuyu toplamış bir kitaptır. Onun yazarı; bir hak yolcusunun ve doğruyu arayan birinin kendini eğitip ıslah etmesi, başkalarına İslâm'ı tebliğ etmesi ve öğretmesi için tek başına yeterli olsun ve büyük ölçüde bir kütüphane yerine geçsin de dinî hayatı yaşayanlara rehber olsun diye bunu yazmaya çalışmıştır. O bakımdan bu kitap; akâid, fıkıh, tezkiye-i nefs, tehzîb-i ahlâk ve Allah'ın lütfü olan manevî yolların nasıl aşıldığı gibi -son üçünün bileşimi tasavvufu meydana getirir- üç ana konuyu içine alır.
Bu kitabın en göze çarpan niteliği onun insan üzerinde bıraktığı tesirdir.
Binlerce okuyucu, İhya'mn okunması sonucu in-: sanda meydana gelen dehşetli etkilenmenin, onun ge-.î nel özelliği olmasından dolayı, Mevlânâ Şiblî'nin şu etkilenmesine ortak olacaktır: »
"Her konu neşter gibi kalbe işliyor. Her söz sihir gi-; bi etkiliyor. Her kelimede coşturucu bir hal yayılıyor. Bunun en büyük sebebi; bu kitabı yazdığı sırada Gazâlî'nin, manevî cezbe içinde kendini kaybetmiş halde bulunması, ilâhî aşkın sarhoşu olmasıdır. [43]
Bu yolculuk ve kitabın yazılışı sırasında yazarın içinde bulunduğu ruh hali ve bu kitaba akseden yazarın durumu ve ahvâli bazan okuyuculara öyle etki yapıyor ki; kalp dünyadan tamamen ilgisini kesiyor. İbadet ve takvaya öyle şiddetli ve bazan normal dışı çekim meydana geliyor, korku ve heybetin öyle bir anlatılmaz hali insanı sarıyor ki, bazan insanın sağlığına, çalışmalarına tesir ediyor. Bunun sebebi de bu kitabı yazarken Gazâlî'nin kendisinin işte bu ruh hâli içinde bulunuyor olması idi. Bu sebepten dolayı mürşid kimseler, yeni tasavvufa intisab etmiş kimselere bu kitabı okumayı tavsiye etmezler. Tam itidal ve sağlam ölçü ancak peygamberin hayatını ve hadis kitaplarını okumak ve olgun örnek bir kişinin, yani mürşid-i kâmilin terbiyesi ve kontrolü altında bulunmakla elde edilebilir.[44]
İhyâu'l-Ulûm ve Ahlâk Felsefesi:
İmam Gazâlî'nin meziyet ve üstünlüğü, sadece üst düzeyde bir fıkıh âlimi, ictihad sahibi (yeni görüş ortaya koyan) bir kelâm ilmi bilgini ve gönül ehli bir tasav-vufçu olmaktan ibaret değildir. Aynı zamanda İslâm ahlâkçılığının ve ahlâk felsefesinin ünlü bir yazarı, ince görüşlü, derin kavrayışlı bir ahlâk ve psikoloji uzmanıdır da. İslâm ahlâkının ve ahlâk felsefesinin tarihi ondan bahsetmeden mükemmelliğe erişemez[45]
İhyâu'l-Ulûm, bu konuda da onun bir şaheseridir. Kalp hastalıkları ve psikolojik durumlar üzerine yazdıkları ince görüşlülüğüne ve sağlam düşüncesine örnektir. Burada ona da bir örnek sunulacaktır:[46]
Makam Mevkî Hırsı:
İhyâu'l-Ulûm' da, "Makam mevki neden tabiî olarak insana sevimli gelir? O derecede ki, çok çetin bir mücâhede ve mücadele olmadan kalp bundan kurtulamaz" adı altında bir başlıkta şöyle yazmaktadır:
"Bilmiş ol ki, gümüş, altın ve diğer servetleri sevmeyi gerektiren sebep ne ise; makam ve mevkiin sevilmesi de odur. Hatta altın ile gümüş miktar bakmmdan müsavi oldukları zaman altın tercih edildiği gibi, makam ve mevkî de servet üzerine tercih edilirler. Çünkü altın ve gümüş, yenilip içilmediği ve giyilmediği için maddeleri bakımından diğer çakıl taşlarından farklı değillerdir. Bunların sevilmesi, insanın bütün arzularının tatmin olmasına sebep olmalarından dolayıdır. Ma-' kam da bunun gibidir. İnsanların gönüllerini fethet-1 inek bir amaç değildir. Ancak insan, altın ve gümüş sayesinde kendisine yarayışlı birçok sonuçlara ulaşacağı gibi gönülleri fethetmek sayesinde de bütün arzularına kavuşabilir. Demek ki, her iki tarafta da sebep aynıdır. Sebepteki ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Makamın mal üzerine tercihi ise; makamın maldan daha sevimli olmasından dolayıdır. Şu halde üç bakımdan makam ve mevki, mal üzerine tercih edilir;
Birincisi: Makam ile servet sahibi olmak, servet ile makam sahibi olmaktan daha kolaydır. Gönüllere yerleşen bir âlim ve zahidin, arzu ettiği anda servet sahibi olması kolaydır. Zira ona gönül bağlayan zenginlerin serveti onun emrindedir. Onda kemâl olduğuna inanan zenginler, servetlerini ona feda ederler. Fakat cimri bir zengin ne kadar servet sahibi olursa olsun; mevki sahibi olamaz. Demek ki mevki, servete de sebeptir. Mevki sahibi aynı zamanda servet sahibidir. Fakat her servet sahibi, mevki sahibi değildir. Bu bakımdan mevki, servetten daha sevgilidir.
İkincisi: Mal, çeşitli âfetler; hırsızlık v.s. sebeplerle her an yok olmaya mahkumdur. Zalimler, servete göz
diker, bunun için korunmaya muhtaçtır. Fakat gönülleri fethettikten sonra bu gibi tehlikeler bahis mevzuu değildir. Bu gönülleri başka kimse çalamaz, kimsenin eli bunlara uzanamaz. Bununla beraber bazı değişiklikler sebebiyle gönüller de dönebilir. Fakat bunun ıslâhı mümkündür.
Üçüncüsü: Kalplerin kazanılın asında artış, gelişme ve çoğalma devam eder gider. Bunun için ise hiçbir gayret ve zahmet çekmeye gerek yoktur. Bir kimsenin bilgisi veya amelinden dolayı kalpler onun çevresinde toplanmaya ve ona saygı duymaya başlayacağından diller artık ondan bahsetmeye koyulacak, insanlar onu başkalarına anlatacak ve yeni yeni kalpler ona açılmaya başlayacaktır. İnsan normal olarak ve yapısı itibariyle şöhret ve üne düşkündür. Başka şehirlerde, ülkelerde onun şöhreti dalgalandıkça yepyeni kalbler kazanılacak ve onun bağlıları grubuna girmiş olacaktır. Bu şekilde onun azamet ve sevgisi birinden diğerine geçecek ve çoğalma, artma devam edip gidecektir. Bir yere varıp durmayacak. Mal varlığı böyle değil. Bir insan ne kadar mala sahipse ancak o kadarının sahibidir. Gay; ret, meşakkat ve uğraştan başka hiçbir şey onu artır^ maz. Fakat makam kendi kendine gelişme gösterir, bii sınırı da yoktur. Malda bir duruş, bir durgunluk olur, makam ise gelişir, artar, yükselir. Bu bakımdan bir inr sanın şöhreti artıp makam ve mevkii yükseldikçe, insanlar da onu öve öve bitiremiyorlarsa, mal mülk onun gözünde sıfır olur. İşte bu da malın, mevki üzerine ter-^ cih edilmesinin açıkça görülen sebepleridir. Eğer geniş1 letilirse daha pek çok sebepler ortaya çıkar. !
Mal olsun, mevki olsun, her ikisinin de ele geçiril1 meşinde zorluk vardır. İnsana yakışan, bunların hiçbir rini sevmemektir. Ancak yiyecek, içecek ve tedavi gi
derleri gibi zarurî ihtiyaçlarım giderecek; menfaatim sağlayıp zararını önleyecek kadar mevki ve servet edinmek kâfidir. Binaenaleyh bu kadarı sevilir, çünkü sevgiliye ulaştıran her şey sevilir. Ama fazlasını sevmeye lüzum yoktur.
Halbuki insanın öyle tuhaf hali var ki, dünyanın bütün servetlerine, hazinelerine sahip olmak ister. Hatta bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi altını olmasını da ister. Ayrıca hiç gidip görmiyeceği yerlere kadar şöhretinin yayılmasını ister. Bunda hiç bir yararı olmayacağı halde arzular,
Ne dünya ne âhirette faydası dokunan böyle bir sevgi peşinde koşmak ahmaklıktan başka ne olabilir? dersen; Deriz ki: Doğrudur. Gerçekten makam mevki hırsı, yok edilmesi imkânsız olan kalplere özgü bir durumdur. Bunun iki sebebi vardır:
Biri; açık olan sebeptir, ki herkes bunu görür ve anlar.
İkincisi; gizli olandır ki, asıl ana sebep de budur. Bunu geri zekâlılar bir tarafa, zeki kimseler bile anlayamaz. Çünkü bu sevgi insan tabiatmdaki çok gizli bir istekten meydana gelir. Bunu ancak hikmet deryasına dalanlar bilir, anlayabilir.
1- Birinci sebep: İnsan yaratılışı gereği sevdiği şey hakkında şüpheci ve sû-i zan içinde bulunur ve tehlikeleri, sû-i zanlarını yok etmek ister.
Şiir:
"Aşk varsa, binlerce şüphe ve sû-i zan da vardır."
İnsanoğlunun elinde yaşamasına, geçimine yetecek malı olsa bile istek ve arzuları daha çok olur, daha -üzün emeller peşindedir. Bu sebeple elindeki servetin
tükeneceğinden veya yok olup başkalarına muhtaç olacağından korkar. Bunları hatırlayınca korkar ve heyecanlanır. Emniyetini, ancak yedek servet temininde bulur. İşte; bu giderse o var diye teselli bulur. Kendini düşünmesi ve hayatı sevmesi, kendisini bu yollara sürükler. Bu sıkıntısını ancak servet çokluğu ile teskin eder. Bunun içindir ki, serveti sever.
Bu öyle bir korkudur ki; belirli bir miktar servet, bu sıkıntıyı gidermez. Bunun için yeter diyeceği son bir sınır da yoktur. Nitekim Resulü Ekrem Efendimiz:
"İki hırslı kimse var ki, bunlar doymazlar. Bunlar; ilim ve mal harisleridir." [47] buyurmuştur.
Hırs; ilim ve malda olduğu gibi makam ve mevkide de aynıdır. Hırslı insan, uzak yerlerde de meşhur olmasını ister. Çünkü o, birgün kendi memleketinde herhangi bir sebeple sevilmez hale gelirse; o memleketlere gidebileceğini veya onların onun yanma gelebileceğini, sonuçta bunun kendisine yarar sağlayacağını düşünür. Bunlar; mümkün olan şeylerdir. Mümkün oldukları için uzaktakilerin gönüllerine girmekten tabiî olarak zevk alır. Zira bunda güven vardır.
2- İkinci sebep: En güçlü sebep de budur. Ruh bir ilâhî emir (iş, olgu)dir. Nitekim Allah, âyetinde:
"Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh; Rabbimin emridir, " buyurmuştur[48]
Ruhun ilâhî bir emir olması; genişçe açıklanmasına izin verilmeyen mükâşefe ilminin sırlarından olmasındandır. Çünkü Resulü Ekrem Efendimiz bunu açıklamamıştır. Fakat sen bunu bilmeden önce şunu bilmen gerekir: Kalbinin; yeme, içme, giyme ve cinsî münâsebet gibi hayvanı safatlara; dövme, eziyet etme ve öldürme gibi yırtıcı hayvan sıfatlarına; hile, aldatma ve teşvik gibi şeytanî sıfatlara; kibirlenme, böbürlenme, yükselme ve üstünlük taslama gibi ilâhî sıfatlara eğilimi vardır. Zira kalb, izah ve açıklaması uzun zaman alan değişik temel duyguların buluştuğu bir yerdir. Kendisinde ilâhî emir (iş ve olgu) bulunduğu için normal olarak rubûbiyeti (ilâhî özellikleri) sever.
Rubûbiyet demek; kemâlde tekleşmek ve varlıkta istiklâliyet ve serbestliktir. Kemâl, rubûbiyet sıfatlarından olduğundan insan tabiatı bunu sever. Kemâl, varlıkta tekleşmektir. Çünkü varlıkta ortaklık, noksanlıktır. Güneşin kemâli tek oluşundadır. Bir başka güneş daha olsaydı, güneşin kemâli düşerdi. Halbuki her yönden tek olan Allah Teâlâ'dır. Zira onunla beraber olan hiçbir kimse yoktur. Ondan başka her ne varsa onun kuvvet ve kudretinin eseridir. Hiçbiri kendi başına varlığını devam ettiremez. Zira kendi başına varlığı devam eden (bizatihi kâim olan) Allah'tır. Çünkü onunla birlikte bir başka mevcud yoktur. Zira beraberlik, rütbede ortaklığı gerektirir. Rütbe ve mevkide ortaklık ise noksanlıktır, bir kusurdur.
Kâmil; benzeri, eşi olmayandır. Güneşin gökyüzünün her tarafında parlaması, güneşte eksiklik olmayıp kemâl olduğu, noksanlık ise onun benzeri başka bir güneşin bulunması olduğu gibi, âlemde olan herşeyin vücûdu, kudret nurlarının parlamasına bağlıdır. Bu ise kudret sahibinin kemâlidir. Fakat âlemde olan nurlar tâbidir, metbû değil. Demek ki rubûbiyetin manası varlıkta tekleşmektir.
Kemâl de budur. Her insan bu tekleşmeyi arzu eder. Bu bakımdan sofilerden biri: "Firavun'un: !Ben si-
zin rabbinizim' dediği gibi, her insanın içinde aynı duygu vardır, ama buna yol bulamaz" demiştir ki, bu söz doğrudur. Zira kulluk, nefsi kahreden, nefse bir eziyettir. Bu bakımdan rubûbiyet tabiî olarak sevimlidir. Bu da Allah Teâlâ'nm: "De ki: Ruh, Rabbimin emrinden-dir." buyurmakla îma ettiği, nisbet-i rabbâniyeden ileri gelmektedir.
Fakat insan, kemâlin son haddini idrakten âciz olduğu için ümidini kesmez ve daima kemâli arzu eder. Kemah, kemâlin ardında başka bir maksatla değil, yalnız kemâl olduğu için sever. Her mevcûd; varlığını, varlığının kemâlini sever. Kendisinin ve kemâl sıfatının yok olmasına üzülür. Kemâl, ancak varlık âleminde tek olmayı ve bütün mevcudata hâkim olmayı elde etmektir.
Kemâlin en üstünü de, başkasının varlığı kendisine minnettar olmaktır. Şayet, başkası sana minnettar olmazsa o zaman sen en azından ona hâkim olman gerekir. Bu bakımdan hâkim olma herkesin tabiatının sevdiği şeydir. Zira bu da kemalin bir çeşididir.
Kendi varlığını tanıyan her kişi kendini sever, kendinin kemâlini de sever ve bundan zevk alır. Yalnız bir şeye hâkim olmak, ona tesir etmek ve arzuya göre onu değiştirmekle mümkündür. Emrine bağlı olup; istediğin tarafa çekip çevirmen lâzımdır. Bunun için insan; herşeyi emri altına almak ister.
Varlıklar ikiye ayrılır: Biri, zâtında değişikliği kabul etmeyendir; Allah Teâlâ'nm zat ve sıfatları gibi. Bunlar asla değişmezler.
Diğeri de; değişikliği kabul edendir. Bunlar da ikiye ayrılır:
Değişikliği kabul eder, fakat bu değişiklikte yaratıkların etkisi olamaz. Felekler, yıldızlar, melekût âlemi, melek, cin, şeytan, dağlar, denizler; dağ ve denizlerin altlarında olan şeylerdeki değişiklik gibi.
Değişikliği kabul edenlerin diğer kısmına ise insanların etkisi olur. Karalar ve kara parçaları ve bunların v üzerinde bulunan madenler, bitkiler ve hayvanlarda kî olan değişiklikler gibi. Bunlarda insanların etkisi vare dır. Kulun kudretinde olan değişikliklerden biri de insanların kalbidir. İnsan ve hayvan cesetleri gibi, insan ... gönülleri de etki ile değişebilmeye yeteneklidir.Varlıklar; insanoğlunun tasarrufuna muktedir olduğu yeryüzü ve yeryüzündeki şeyler ile, tasarrufuna muktedir olamadığı; Allah Teâlâ'nm zâtı, melekler ve gökler olarak, ikiye ayrıldığına göre; insanoğlu ilim ile s gökleri fethetmeye ve ondaki esrarı çözmeye heves etti s ki; bu da bir çeşit hâkimiyettir. Zira bilinmekle kuşatılan şey, ilmin emri altına girmiş ve onun âlimi de ona hâkim olmuş gibidir. Bunun için; insanoğlu Allah Teâlâ'yı, melekleri, felekleri, yıldızları ve göklerin, de-v nizlerin, dağların sırlarını çözmek istemiştir. Bu ' : sayede onlara da hâkim olmuş olur ki bu bir çeşit •>; kemâldir. Bu, tıpkı acayip bir san'atı görüp de ondan ki âciz olduğu halde; o sanat ile ne iş gördüklerini öğren-r.i inek isteyenin hali gibidir. Meselâ; satranç gibi. Bu oyunu icâd edene şaşar. Kendisi bunu icâd edemez. Fakat ne için icâd edildiğini ve bununla nasıl oynandığını merak edenin hali gibidir. Bir de hendesedeki san'at inceliğini gören ve benzeri akıl erdiremiyeceği şeyleri gören kimse; bunları yapamıyacağım bilir. Fakat nasıl : yaptıklarını merak eder ve anlamadığına üzülür. Anlayabilirse, anladığına sevinir. İşte bu da onun gibi-[49]
Nefis Muhasebesi:
Kitabın en tesirli bölümü; Gazâlî'nin öğüt verdiği, yapılan her güzel amele müjde verdiği, kötü amellere de büyük azabları örnek gösterdiği; yani iyiye özendirerek kötüden sakındırmada kalem oynattığı ve dünyanın durmadan değişip sebatsız oluşu, âhiretin dehşeti, iman ve salih amele duyulan ihtiyaç, nefsin ıslahı ve kötülüklerden temizlenmesinin önemi, kalb ve ruh hastalıklarının zararlarına dikkat çektiği yerlerdir.
Böyle bir yerde o, tatlı dilli bir nasihatçı, ince görüşlü bir hakîm, karşısmdakilerin durumlarını, hastalıklarını ve neye ihtiyaçları olduğunu çok iyi bilen tecrübeli ve uzman psikolog bir tedavici olarak karşımıza çıkmaktadır. O; onları kendilerinden daha iyi savunmakta ve büyük bir maharet ve insafla onların mazeretlerini ve delillerini öne koymaktadır. Sonra da uzman bir hukukçu ve psikolog gibi onlardan her birine cevap vermektedir. Sonra şefkatli bir tedavici ve iyi niyetli eğitici gibi onlara tedavi yolu göstermektedir. Bu yüzden onun vaaz ve nasihatları sadece vaaz türünden etkileme örneği değil, hikmet ve belagatta da örnektir. •Her devirde binlerce insan onun nasihatlarmdan ve anlattıklarından faydalanmıştır. Çok sayıda insanın ıslâhına sebep ve vasıta olmuştur.
Kitabın son dörtte birlik bölümünde bu konuda en büyük birikim vardır. Burada bir Örnek takdim edilmektedir. Bu örnekde o, nefsi azarlamış, sıkıştırmıştır. Okuyuculara, kendi nefisleri ile nasıl konuşmaları gerektiğini, âhiret durağı için o nefsi nasıl hazırlamaları icâb ettiğini anlatırken, "Nefsin azarlanıp kötülenme-sinde altıncı oturum" adı altındaki bahiste şöyle yazmaktadır:
"Ey nefis, biraz insaf et! Bir yahudi sana; filan yemek senin için zararlıdır dese onu hemen terkediyor, onun uğruna zahmete katlanıyorsun. Mucizelerle desteklenen peygamberlerin sözü, Allah'ın buyrukları ve semavî kitapların anlattıkları sana o yahudinin söylediklerinden daha az değerde midir? Halbuki o doktor yahudi, tahmin ve kıyasla söylüyor ki, onun aklı da bilgisi de eksiktir.
Bir çocuk; senin elbisenin içinde akrep var dese, hiçbir delil ve isbat istemeden hemen elbiseyi soyar atarsın. Peygamberlerin, velîlerin, hikmet sahibi kişilerin ittifak ettikleri mesele; senin yanında o çocuğun sözünden daha mı az değer taşımaktadır? Veya cehennemin ateşi, zincirleri, gürzü, azabı, zakkumu, yılanı, akrebi ve zehirli şeyleri senin için bir akrepften daha mı az zararlıdır? Halbuki bu akrebin ızdırabı en fazla bir gün sürer. Bu akıllı kimselerin işi değil. Eğer senin bu halini hayvanlar bilseydi sana güler, senin bilgiçliğinle alay ederlerdi.
Öyle ise ey nefis, bu şeyler sence biliniyor da bunlara inanıyorsan, o zaman bunları yapmakta neden tembel davranıyorsun? Halbuki ölüm hemen bir sıçrayışta senin üzerine çullanacağı bir siperde beklemektedir. Farzet ki yüz sene yaşaman için sana ömür verilmiştir. O zaman şöyle mi düşünüyorsun? Bir dereyi geçmesi gereken adamın dağın eteğinde güven içinde hayvanını otlatması halinde o dereyi geçebileceğini mi sanıyorsun? Böyle zannediyorsan ne kadar ahmaksın.
İlim öğrenme düşüncesiyle gurbete giden birinin gittiği yerde birkaç sene tembel, âvâre dolaşarak geçirdikten sonra ülkesine dönerken bütün bilgileri öğrenerek döneceğine inanmasına sen ne fersin? Onun akıl ve mantığına gülersin ve onun bu salaklığıyla, ilim ve
geniş dinî bilgi bu kadar kısa zamanda öğrenilir mi diye alay edersin. Hele de-kadılık makamının ilim, bilgi ve fikıh bilgisi (hukuk bilgisi) olmadan sadece umarak, tevekkül içinde beklenti ile ele geçeceğine inanılmasına ne dersin? Böyle bir şeye inanılsa bile umulan ele geçer mi?
Bu kadar açık ve seçik şekilde anlatılan bu hususları hâlâ nazara almayıp yine, ileride yaparım iddiasına kalkışırsan hâlâ nasıl hikmetten dem vurursun? Bundan daha büyük ahmaklık olur mu?
Belki de; beni ibâdetten alıkoyan şehvetlerimin isteklerine olan düşkünlüğüm, zahmet ve eziyetlere kat-lanamayışım diyeceksin ki, bu da açıkça ahmaklık ve çirkin bir mazerettir. Şayet bu iddianda doğru isen saf ve temiz olup ardı arkası gelmeyen nimetlerin zevkini ara. O da bu dünyada değil cennette olur. Şayet şehvetlerinin arzusuna bakıyor, onların temini için çalışıyorsan, bu da o şehvetlere karşı çıkmakla elde edilir. Öyle lokma var ki birçok lokmalara engel olur.
Doktor, bir hastaya; "Üç gün su içmeyeceksin, içersen hastalığın azar ve hayatın boyunca bir daha soğuk su içemezsin. Eğer bu tavsiyeye uyar da içmezsen iyileşirsin ve hayatın boyunca soğuk suyu içersin." dediğinde; ne olursa olsun ben şu anda içeceğim diyen hasta hakkındaki görüşün nedir? Bu adama deli demez misin?
İşte senin bütün hayatın, ebedi olan âhirete göre üç gün bile değildir. Acaba üç günlük olan şu geçici dünyada şehevî arzuların zorlamalarına sabretmek mi daha zor, yoksa süresi uçsuz bucaksız, elem ve kederi sonsuz olan cehennem ateşine dayanmak mı daha zordur? Dünyadaki üç günlük çabanın acısına, sıkıntısına sabredemiyen, acaba Allah'ın en ağır, ebedi azabına nasıl dayanacaktır?
Bütün bu durumlar karşısında hâlâ nefsinle mücâ-hede etmeyip ona müsamaha göstermen, ya gizli küfründen ya da ahmaklığından ileri gelir. Gizli küfrün, sevab ve ikâbın önemini bilmemen ve hesab gününe inanmandaki zayıflığındır. Açık ahmaklığın ise Allah'ın senin ibâdetine ihtiyacı olmadığım düşünerek hiçbir kötülükten çekinmeden, onun keremine, afvma güvenmendir. Halbuki öte yandan bir lokma ekmek veya bir kuruşta, ona güvenin yoktur. Bütün imkânlarınla onları elde etmeye çalışır ve her çareye başvurursun. İşte bu tutum ve davranışlarınla Hz. Peygam-ber'den ahmaklık damgasını yersin. Nitekim yukarıda geçen bir hadis-i şerifde Hz. Peygamber: "Akıllı adam nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için çalışan; ahmak adam da nefsinin isteklerine uyduğu halde Allah'tan iyilik uman kimsedir," buyurmuştur.
Yazıklar olsun sana ey nefis! Şeytana ve dünyaya aldanmak senin için doğru olmaz. Sen herkesten önce kendine bak. Vakitlerini kaybetme, nefesler sayılıdır. Bir nefesin gidince, bir parçan gitmiş demektir. Hastalık gelmeden sıhhatini, iş gelmeden boş vaktini, yoksulluk gelmeden varlığını, ihtiyarlık gelmeden gençliğini ganimet bil de âhiretteki ebedî hayatını düşünerek, onun için çalış.
İnsaf et, önümüzde kış gelecek diye onun günlerini hesab ederek yiyecek, giyecek, yakacak gibi bütün kış hazırlıklarını yapmıyor musun? Burada neden Allah'ın lütuf ve keremine bağlanmıyorsun? Yakacaksız, giye-ceksiz de Allah beni üşütmez, onun buna gücü yeter demeden çâre ve tedbirlere başvuruyorsun. Acaba cehennem soğuğunun, bu kış soğuğundan daha az, süresinin bu süreden daha kısa olduğunu mu zannediyorsun?
Yoksa aralarında bir benzerlik bulunduğunu mu düşünüyorsun? Yoksa hiç çalışmadan bundan kurtuluş olabileceğine mi inanıyorsun? Asla, hiçbiri öyle değil. Kışın soğuğunu; elbise, mesken ve ateşin gidereceği gibi cehennemin sıcaklığı ve soğukluğunu da ancak tevhid kalesi ve itaat hendeği önleyebilir. Allah'ın sana iyiliği, sana korunma yollarını öğretmesi ve bunu sonra kolaylaştırma sidir. Onun iyiliği; azabı, eziyeti tamamen yo-k'etmesi değildir. Allah'ın bu dünyadaki kanunu soğuktan korunmak için ateşi yaratıp, ateşi ne şekilde elde edeceğini sana bildirmesi ve imkânlarını yaratıp bu sebeplerin temininde kendisi müstağni olup bunları bizzat senin temin etmen gerektiği gibi, cehennemden de kurtuluş yollarım sana bildirmek ve sebeplerini yaratmaktır.
Allah Teâlâ, maddî sebeplerden müstağni olduğu gibi, senin tâat ve ibadetinden de müstağnidir. Bunlar senin kurtuluş yollarındır. Âyet: "İyilik eden kendine, kötülük eden de kendine eder, Allah Teâlâ herşeyden müstağ-nîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."
Yazıklar olsun sana ey nefis! Cahilliği bırak da âhiretini dünyan ile kıyasla. Ayet: "Hepinizin yaratılması ve diriltilmesi bir nefis gibidir." Ayet: "Bizi nasıl yoktan var ettiyse, yok ettikten sonra yine var ederiz. Ayet: 'Allah'ın sünnetinde hiçbir değişiklik yoktur."[50]
İhyâ'nınTenkidçisi:-
Şeyhülislâm İbn Teymiye, Îhyâu'l-Ulûm'u bir bütün olarak övmüş ve onun değerli bir kitap olduğunu itiraf etmiş; ve: "Onun İhya' daki anlatışı ve ifadesi güzeldir." diye yazmıştır. Bununla birlikte dört konuda kitabı tenkid etmektedir:
1- Birinci tenkidi: Kitapta felsefecilerin pek çok görüşü yer almakta; onların, Allah'ın birliği (vahdaniyet), peygamberlik ve âhiretle ilgili düşünceleri, sözleri bulunmakta, demektedir. Ona göre Gazâlî, filozofların az veya çok kesinlikle etkisinde kalmıştır. Her ne kadar o, onlara karşı olan ve şiddetle onları tenkid eden biri ise de eserlerinde onların düşüncelerini (farkında olmadan) yer yer aks ettirmiştir.
İbn Teynıiyye'nin felsefecilere ve felsefeye karşı oluşu çok şiddetli olduğu için, onun ölçüsüne göre Gazâlî'-nin bazı sözlerinin felsefeden etkilenmiş olmasına şaşılmam alıdır;
2- İkinci tenkidi de şöyle: Kitapta kelâmla ilgili öyle konular var ki bunlar İbn Teymiye'ye göre Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin ruhuna uymamakta ve onun ölçüsüne göre tam olarak oturmamaktadır.
3- Üçüncü tenkidi ise; kitapta tasavvuf erbabının, bazı aşırı sözleri, asılsız ve aldatıcı ifadeleri vardır demektedir.
4- Bir tenkidi de İhya' da pek çok zayıf hadislerin bulunduğu, hatta uydurma hadis ve rivayetlerin oluşu üzerindedir.
Buna rağmen Şeyhülislâm îbn Teymiye, İhya hakkında şöyle bir kanaat belirtmektedir:
"Buna rağmen İhya' da hak yol üzerinde olan marifet sahibi tasavvuf erbabının, kalbin amelleri üzerinde pek çok öyle sözleri var ki onlar kitap ve sünnete uygundur. Ve pek çok bölümü kabul edilebilir durumdadır. Bu bakımdan bu kitap hakkında âlimlerin değişik görüşleri var ve birbirine zıt görüşler ileri sürmüşlerdir”[51]
Allâme îbn Cevzî'nin de en ağır tenkidi zayıf ve uydurma hadisler üzerindedir. Ona göre; bunun sebebi, Gazâlî'nin hadisle fazla ilgilenmemesidir.
Hafız Zeyneddin el-Irâkî (Elftye kitabının sahibi), İhyâu'l-Ulûm' a büyük bir hizmet ederek içindeki hadisleri tahric etmiş, her hadisin ve râvînin durumunu incelemiş, hadisin derecesi ve sıhhatini kaynaklarından araştırarak bulmuş, doğrusunu, yanlışını açığa çıkarmıştır.
İbn Cevzî, Gazâlî'nin bazı tarihî olayları geçiştirmesini, onları atlamasını da zikretmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, hadis gibi tarihle de pek fazla ilgilenmeye zaman ve fırsat bulamamıştır[52]
İbn Cevzî'nin ikinci karşı çıkması da, bazı kalp hastalıklarının (gösteriş, makam, mevki hırsı vs. gibi) tedavisi konusunda nefsi öldürme ve ıslah etme yolunda tasavvufçuların öyle bir takım maceralarını nakletmiş-tir ki, bunların tatbiki, yapılması imkânsızdır. Fıkıh yönünden onun caiz olduğunu isbat etmek de imkânsızdır.[53]
Bu kusurlarına rağmen İhya'nm değerli ve Önemli olduğuna inanmaktadır ve kendisi bizzat Minhâcü'l-Kaşıdın adında yazdığı eserde İhya' yi özetleyerek kısaltmış, itiraz edilen yerleri kitaba hiç almamıştır. Fakat bu özette, asıl kitabın ruhu ve etkisi de kalmamıştır.[54]
İmam Gazâlî ve Kelâm İlmi:
Gazâlî gibi ictihadçı bir kafaya sahip olan birinin, Önceki âlimlerin anlattıklarını ve incelemelerini sadece nakletmekten ibaret kalması veya kendi kişiliğini ortaya koymadan, onların ne demek istediğini anlatıp izaha çalışan biri olmaktan öteye geçmemesi, olacak şey değildir. Kısmetsizlikten, dördüncü hicrî asırda kelâm ilmi ortamı da -ki bu ilmin diğer bütün ilim dallarından daha çok kendi döneminin akıl ve ilim düzeyine göre hareket etmesi gerekli idi- donmaya, diğer bilgilere uyma hastalığına yakalanmıştı.
Eş'arî kelâmcıları, sadece Eş'arî'nin incelemelerinin sonuçlarım ve onun akidelerini (inanç sistemlerini) kabul etmekte ısrar etmiyorlar; hatta o akidelerin tes-biti için Ebu'l Hasan Eş'arî ve Ebu Bekir Bâkıllânî vs.nin ortaya koyduğu görüşleri ve delilleri de (isbat tarzları da) olduğu gibi kabul edilmelidir; bunun dışında başka görüşler ve deliller kabul edilmemelidir diye ısrar ediyorlardı.
İmam Gazâlî, eserlerinde müctehid edası içinde temel meseleler ve akideler üzerinde söz söylemiş, kalem oynatmış ve onları isbat etmek için kendisince daha etkili ve gönle hoşgelen delilleri, görüşleri ileri sürmüştür. Allah'ın sıfatları, peygamberlik, mucizeler, şer'î yükümlülükler, azab, sevap, kabir hayatı, kıyametle ilgili olarak o, yeni kelâma üslubuyla konuşmuş ve yazmıştır. Onu isbat için pek çok kelâmcı gibi ihtimallerden, şüpheye düşürücü sözlerden, mantıkî görüşler ve sonuçlardan hareket etme yerine daha çok herkesin anlıyacağı, doyurucu bir kanaat veren deliller ortaya koymuştur.
Bu konuda o, önceki kelâmcılarm isbat tarzlarına, kullandıkları dile, terimlere ve onların metoduna bağlı kalmamış ve böylece, Eş'arî ilm-i kelâmını yenileme hizmeti yapmıştır. Bu hizmetten dolayı Eş'arî kelâm-alarmın ona minnettar kalmaları ve onun çok büyük
hizmetlerini itiraf etmeleri gerekirdi.
Fakat Gazâlî bu hizmeti genel kelâmcılarm hareket tarzından saparak yaptığı ve yer yer Ebu'l Hasan Eş'arî'nin ve onun ünlü tâbilerinin görüşlerinden, anlayışlarından farklı hareket ettiği için Eş'arî görüşünde olanlar (kaldı ki Gazâlî de aynı görüşe bağlı olmasına rağmen) onun bu kelâm ilmine kullandığı metoduna, isbat tarzına yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu sahanın pek çok heyecanlı âlimleri onun bu metodunda sapma, sapıtma ve selef anlayışından uzaklaşma, ayrılma görüyorlardı.
Îhyâu'l-Ulûm' un yazılışı ve onun normal üstü benimsenip yayılmasından sonra bu konuda Eş'arî â-limleri arasında homurdanmalar çok arttı ve pek çok kimsede Gazâlî'nin akaidinden tereddütler meydana geldi. Samimi biri Gazâlî'ye mektup yazarak ve durumları haber vererek üzüntülerini belirtti. Gazâlî ona geniş bir cevap yazarak ayrı bir kitapçık, Faysal et-Tefri-ka Beyne'l-hlâmi ve'z-Zenâdika adıyla sundu. Kitapçığın baş tarafında şöyle yazmaktadır:
"Şefkatli kardeşim! Ç e kem iyeni er güruhu (esrâr-ı din ile ilgili) bazı eserlerim üzerinde tenkidler yapıyorlar ve onların eski İslâm âlimlerinin ve ilm-i kelâm önderlerinin görüşlerine aykırı olduğunu zannediyorlar. Eş'arî akideden kıl payı ayrılmayı küfür kabul ediyorlar. Onların bu davranışından duyduğun üzüntüyü an-ii lıyorum. Fakat azizim sabretmelisiniz. Hz. Peygamber Efendimiz saldırılardan, kötülemelerden kurtulamadı-U gına göre ben kim oluyorum. Kim ki Eş'arîlere, Mutezileye, Hanbelîlere veya diğer grublara muhalif olmayı, onlardan ayrı fikir belirtmeyi küfür kabul ediyorsa bil ki o kör bir mukallid (uydu)dir. Onu düzeltmeye çalışmak için vaktini boşa harcama, onu susturmak için
muhaliflerin iddiaları yeterlidir.
Bütün (kelâm) mezheplerinde Eş'arî'nin görüşünden farklı görüşler bulunduğu için şimdi biri kalkar da, eğer bütün teferruatta, meselelerin kıyısı kenarına kadar uzanan genişliklerde de Eş'arî'ye uymak şarttır, en küçük aykırı bir görüş küfürdür derse, ondan şunu sorunuz: Haklı oluşun, doğru görüşün Eş'arî'ye özgü olduğu ve haklı oluşun ona bağlanmaya, onun peşinden gitmeye bağlı olduğu ne ile isbat edilir? Öyle olsaydı Bâkıllânî'nin kâfir olduğuna fetva vermeleri gerekirdi. Çünkü, "beka" (Allah'ın sonsuz oluşu) sıfatı üzerindeki görüşünde Bâkıllânî Eş'arî'den farklı bir görüş ileri sürmüş ve onun, Allah'ın zâtının dışında fazladan bir sıfat olmadığını söylemiştir.
Sonra şunu da sormak lâzım: Bâkıllânî, Eş'arî'den farklı görüş ileri sürmekle neden küfre lâyık olsun? Hak neden sadece onlardan birine bağlı kılınsın? Eğer Eş'arî öncelikli, (daha Önce gelmiştir) denilirse, Eş'arî'nin kendisinden Önce de Mutezile gelmiştir. O zaman Mutezilenin hakkın tepesinde olması gerekir. Yok eğer üstünlük, sadece pek çok özellikleri şahsında toplama faziletinde ve ilimde ise, bir kişinin kendi önderini ilim ve fazilette en üstün seviyede kabul etmesi için bu değerleri ölçüp biçecek terazi nerededir, göstersinler. Eğer Bâkıllânî'ye, Eş'arî'ye muhalefet hakkı tanıyorlarsa, Bâkıllanî'den sonra gelenler bu hakdan yoksun bırakılsın da bu hak neden bir kişiye özgü kı-hnsm?"[55]
İlm-i kelâm üzerinde müctehidçe sözler söyledikten ve ona çok değerli ilâveler yaptıktan sonra Gazâlî temiz karakterinden, hakka bağlılığından ve şahsî tecrübelerinden dolayı kelâm ilminin faydalarının çok sınırlı olduğu, hatta bazı kereler zararımn faydasından daha fazla olduğu sonucuna vardı. Hatta şöyle dedi:
"İlm-i kelâm, belirli bir zaman diliminin ihtiyacı olan şeydir. Bu bir ilaç, bir deva, bir şifâdır ki, sağlam, sıhhatli bir insanın, ruhî düzeni yerinde olan kimsenin ona ihtiyacı yoktur. Hiçbir insanın ihtiyaç duymamaz-hk yapamayacağı sağlam gıda durumunda olan şey sadece Kur'an-ı Kerim'in anlatış tarzı ve isbatlama metodudur. Bundan da herkes kendi nasibini almakta, seviyesine göre onu anlayıp faydalanmaktadır. Hiçbir kimse bundan mahrum kalmamaktadır."
Son eseri olan Îlcâmü'l-Avâm an Îlmi'l-Kelâm adlı kitabında şöyle yazıyor:
"Kur'an-ı Kerim'in delilleri, isbatlama tarzı insanların (hayatlarım devam ettirdikleri) gıda gibidir. Kelâmcılarm isbatları, delilleri ise deva ve ilaca benzer ki, bazı kimseler bundan fayda görseler de çoğunluk insanlar bundan zarar görür. Hatta Kur'an-ı Kerim'in isbat tarzı ve ileri sürdüğü deliller su gibidir. Bu sudan, süt emen bebekle güçlü, yetişkin bir adam aynı şekilde eşit fayda sağlar. Bunun dışındaki (kelâm ilminin) delilleri yemek çeşitlerine, türlerine benzer ki, bazan ondan güçlü yetişkin insanlar fayda sağlar, bazan zarar görür. Bebeklere ise asla bir fayda sağlamaz.[56]
İlm-i kelâmın verdiği zararları anlatırken kendi tecrübe ve görgülerini naklederek şöyle der:
"Halkın ilm-i kelâmdan zarar gördüğünün delili bizzat benim başımdan geçen, gözlerimle gördüğüm tecrübe ve müşâhedelerimdir. îlm-i kelâm ortaya çıktığında ve şöhreti her tarafı tuttuğunda nasıl bir felâket gelip de ortalığı fesada verdiğini tecrübe sahipleri bilirler. Sahabenin devri bu fesaddan uzaktı ve ondan korunmuştu.”[57]
Öğretim İçin Tekrar Israr Edilmesi ve Onun Bunu Geri Çevirmesi:
H. 499 yılının Zilkade ayında Gazâlî Nişâbur'daki Nizamiye Medresesinin ders koltuğuna şeref verip oturmuştu. Bu dönem, (Melikşah'm oğlu) Selçuklu sultanı Sen-cer'in padişahlığı ile (Nizamülmülk'ün oğlu) Fahrülmülk'ün sadrazamlığı dönemi idi. Fahrülnıülk, H. 500 yılının Muharrem ayında bir bâtını tarafından şehid edildi. Onun şehid edilmesinden birkaç gün sonra Gazâlî, Nizamiye Medresesi'ndeki tedris görevinden ayrıldı. Memleketi Tûs'a giderek yerleşip orada kalmaya karar verdi. Evinin yanında bir medrese bir de zaviye (tekke)nin temelini attı, orada eğitim ve öğretim işiyle uğraşmaya başladı.
H. 500'de Sultan Melikşah'm oğlu Muhammed, Nizamülmülk'ün büyük oğlu Muhammed'i başvezir tayin edince, başvezir onu Bağdat'a geri dönmeye çağırdı. Gazâlî'nin Nizâmiye'deki yeri doldurulmuş ise de aslında o boştu. İmam Gazâlî'nin yerini tutacak birini bütün İslâm âleminde bulmak imkânsızdı. Nizamiye Medresesi (üniversitesi) Abbasî saltanatının süsü, Bağdat'ın da şerefi idi. Eksikliği herkes hissediyordu. Hilâfet makamından da Gazalinin tekrar Nizamiye Medresesi'ni şereflendirmesi teşvik ediliyordu. Başvezir Kıvâmüd-din Nizamülmülk'ün kendisi mektup yazarak Nizâmi-ye'nin önemini ve merkezî yapısını anlattı ve bizzat Abbasî halifesi tarafından böyle yapması istendiğini bildirdi. Başvezir şöyle yazıyordu:
"Hz. Peygamber'in mukaddes makamından (yani hilâfet makamından) da bu istek belirtildi ve ısrarla tekrar tekrar bu işin halledilmesini (Gazâlî'nin Nizamiyeye döndürülme sini) istediler. Çünkü Gazâlî, âlemde bir tane, parmakla gösterilen, herkesin sevdiği ve güvendiği biridir, dediler."
Bu fermana hilâfet makamının her ferdi imza attı ve şu ifadeleri belirtti: "Hilâfetin etek öpenleri ve saltanatın her bir ferdi, İmam Gazâlî hazretlerinin gelmesini dört gözle beklemekteler."
Nizamülmülk'ün oğlu Ahmed, bizzat Gazâlî hazretlerine mektup yazar ki, özeti şudur: "Her ne kadar, siz her nereye adını atsanız orası herkesin koşacağı genel bir dersane olacak olsa da; nasıl ki siz devrin uyması gereken kişisi iseniz, bulunduğunuz yer de İslâm dünyasının yöneldiği; herkesin, dünyanın her yerinden gelen insanların kolaylıkla ulaşabileceği merkez bir şehir olması gerekir. Böyle bir şehir de sadece sulh ve sükûn yuvası Bağdat'tır."
Gazâlî bu ferman ve mektuplara cevap olarak uzunca bir mektup yazdı ve Bağdat'a gelememesinin sebeplerini ve mazeretlerini belirtti:
"Birinci mazeretim şu ki; burada (yani Tûs'da) iki-yüz elli kabiliyetli, yeteneği yüksek talebelerim tahsille meşguller. Onların Bağdat'a gitmesi çok zor olacak İkincisi de; ben daha önce Bağdat'ta iken çoluk çocuğum yoktu. Şimdi çoluk çocuk mücâdelesi var. Hem de onlar memleketi terketme eziyetine katlanamazlar. Üçüncüsü ise; ben Makam-ı Halil'de (Kabe'deki Halil-i İbrahim makamında) hiçbir zaman tartışmalara, cedel-leşmelere girmiyeceğime söz verdim. Bağdat'ta ise bunlardan uzak kalmak imkânsız. Bunun dışında bir de hilâfet makamına (sultanın huzurunda) selamlaşmada bulunmak için gitmek gerekecek. Ben ise buna katlanamam. Hepsinden öte ben şöhret, unvan ve maaş kabul edemem. (Geçinmem için) benim Bağdat'ta bir malım mülküm yok."
Kısacası; hilâfet ve saltanat makamından hayli ısrar ve istek gösterildi ise de Gazâlî, kesin bir tavırla bu isteği geri çevirdi ve huzur köşesinden dışarı çıkmadı.[58]
Hayatının Geri Kalan Bölümü:
İmam Gazâlî, hayatının geri kalan bu bölümünü ilmî ve dinî meşguliyetlerle geçirdi. Hâlâ onda talebelik ruhu, ilim öğrenme aşkı vardı. Daha önce o aklî ilimlere ve bazı naklî ilimlere yöneldiği kadar hadis ilmine yönelememişti. Şimdi artık bu döneminde o eksikliğini tamamlamayı düşündü. Nitekim meşhur hadis âlimi Hafız Ömer b. Ebi el-Hasan el-Ravâsî'yi yanında misafir ederek kendisinden Sahih-i Buharı ve Müslim dersi aldı. Bu konuda yetenekli olduğunu gösteren bir belge de aldı. Bu son dönemi sürekli hadis okumakla geçti.
îbn Asâkir diyor ki:
Onun hayatının son dönemi, Hz. Peygamber Efendimizin hadislerini okumak, onlar üzerinde tetkik yapmakla, hadis âlimlerinin yanına oturup İslâm'ın iki hücceti olan (en sağlam hadis kaynağı ve delili olan) Sahih-i Buharî ve Müslim' i incelemekle geçti."[59]
Vefatından bir sene önce H. 504 yılında el-Mustasfâ isimli kitabını yazdı. Onun bu eseri, fıkıh usûlü ilminde üç ana'direkten biri sayılır.[60] Âlimler bu esere çok önem vermişlerdir. Bu, onun en son eseridir.
Gazâlî; 14 Cemaziyelâhir 505 yılında, 55 yaşında Taberân'da vefat etti. Bu çok değerli hazine işte o toprağa tevdi edildi.
İbn Cevzî, onun ölüm olayını kardeşi Ahmed Gazâ-lî'den şöyle nakîetmiştir:
"Pazartesi günü sabahleyin uykudan uyandı. Ab-destini alıp namazını kıldı. Sonra kefen getirtti, onu> gözlerine sürdü. "Efendimin emri başım gözüm üstüne" diyerek yere uzandı. Oradakiler bir de ne görsünler, ruhunu teslim etmiş." [61] .
Gazâlî'nin İki Önemli Özelliği:
İmam Gazâlî'nin iki özelliği çok önemli, çok daha seçkindir. Onun ihlâsmı, üstün azmini; ona karşı olan veya onu destekleyen herkes itiraf etmektedir. Bu iki özellik onun kelime kelime her sözünden damlamaktadır.
Her ne kadar îbn Teymiye onu tenkid edenlerden ve onun pek çok hükmüne katılmayanlardan ise de, bununla birlikte onu ihlâs sahiplerinin en büyüklerinden saymaktadır.[62]
Onun kitaplarının benimsenmesinin ve çok etkili olmasının asıl sebebi işte onun bu ihlâsıdır. Bu ihlâstır ki ona ilim ülkesinin sultanlık koltuğunu bıraktırdı; senelerce bâdiyelerin, çöllerin topraklarını arşınlattı. Israrlara, şiddetli taleplere rağmen, sultanların sarayına gitmeye ve döneminin en büyük payesi ve şerefi olan mevkiye iltifat etmeyip ondan yüz çevirttirdi.
Bir yerde o şöyle yazar: "Sıddîklarm (en büyük manevi makama ulaşan kişilerin) kalbinden en son çıkan şey makam ve mevki isteğidir."
Hayatının son dilimi şahidlik yapıyor ki; o bu makamdan (sıddîklar makamından, mertebesinden) mahrum değildi.
Üstün azim onun hayatının imtiyaz madalyası idi. O ilim ve amel (aksiyon) çizgisinde kendi döneminin düzeyine varmakla ve çağdaşlarının eriştikleri noktalara ulaşmakla yetinmedi. O ilim ve aksiyonun en gelişmiş rütbesine erişince kulaklarına;
Şiir:
"Ey sonsuzluk yolcusu, burası senin konağın değil, durma yürü."
sesi geldi. Bu ses onu daima daha ileriye hamle yaptırdı.
Naklî ilimlerde de o kendi döneminin ve kendi çağdaşlarının genel seviyesinden daha çok yukarıdadır. Onun fikıhda ve fıkıh usûlü ilminde yazdığı kitapları asırlarca âlimler şerh etmişler, onun üzerinde açıklama ve izahlar yapmakla uğraşmışlardır. Sonra da kendi devrinin âdetinin ve âlimlerin nakledegeldikleri bilgilerin aksine o aklî ilimlere yönelmiş, mantık ve felsefeyi Öyle incelemiş, etüd etmiş ki Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî'nin deyişiyle; felsefenin ciğerine, felsefecilerin de karnına oturmuştur. Sonra onları tenkid ve red üzerinde öyle kitaplar yazmıştır ki, o kitaplar sayesinde felsefenin binası bir asır boyu yer tutamamış, sallanıp durmuştur.
Amel ve hareket konusunda kendi zihnî, ahlâkî ve manevî terakkinin, kemâle ulaşmanın dolaşmadığı, uğramadığı hiç bir köşesini bırakmadı. Denizler gibi ilim dolu olmasına, pek çok özellikleri kendinde toplamasına ve olgun bir şahsiyete sahip olmasına rağmen devrinin ihlas ve basiret deryası bir mürşidi ve tarikat şeyhi olan Şeyh Ebu Ali Farmidî'ye (ö. 477) biat etti. Tasavvuf bilgisi aldı. Sonra da bu yolda herşeyini feda ederek o tarikatın hedefine ve amaçladığı noktaya ulaştı ve temiz zevklerin tadını tanıdı.
Islah ve inkılap (kendini iyiliğe çevirme) çizgisinde sadece yazıp çizmekle yetinmedi. Bilâkis yeni bir İslâm devletinin temellerinin atılmasında onun da eli vardır.
Mevlânâ Şiblî şöyle yazıyor:
"Gazâlî, bu işlerle ve bu hizmetlerle avunamıyor, teselli bulamıyordu. O; mevcud devlet idaresinin hamurunun mayasının tamamen bozulduğunu görüyordu. Bu bakımdan islâmî temellere dayalı yeni bir devlet kurulmadıkça asıl maksad elde edilemeyecek, hedefe ulaşılamayacaktı.
Fakat Gazâlî'nin, ibadet, riyâzat, mücâhede ve ilâhî sezgiye dalma meşguliyetlerinden böyle büyük bir işe el atmaya fırsatı yoktu. Ama tesadüfe bak ki, îhyâu'l-Ulûm yayılmaya başlayınca 571 H. yılında İspanya'ya da ulaştı. İşte o zaman İspanya'da sultan olan Ali b. Yusuf b. Taşfîn, katılığından ve basit görüşlülüğünden dolayı bu kitabın yakılmasını emretti. Sonra da merhametsizce bu emir yerine getirildi.
Gazâlî'nin bu olaydan haberi olunca çok üzüldü.Bu sırada İspanya'dan bir kişi Gazâlî'den ilim öğrenmek üzere geldi. Adı Muhammed b. Abdullah b. Tumrut idi. Bu kimse çok üstün seviyede, şerefli bir aileye mensuptu, ataları, dedeleri eskiden beri onurlu hayat yaşama-
yi ve hürriyeti seven cesaret sahibi kimselerdi. Ga-zâlî'nin yanında bir süre kalarak bütün bilgilerde azımsanmayacak bir payeye ulaştı. Kendi şahsî himmet ve gayretinden midir, yoksa Gazâlî'nin öğrettiği bilgilerin feyzinden midir, nedir, İspanya'da Ali b. Yusuf un saltanatını devirip yeni bir devletin temelini atmaya karar verdi. Bu düşüncesini hocasının görüşüne arzetti. Gazâlî'nin kendisi de adaletli bir devletin isteklisi olduğu için, bu görüşünü beğendi ve herşeyden önce böyle büyük.bir işi başarmak için imkânlar var mıdır yok mudur, diye sordu. Muhammed b. Abdullah[63] güvence verince Gazâlî büyük bir sevinç ve neş'e içinde bu işi başarması için hareket etmeye izin verdi.
Allâme îbn Haldun bu olayla ilgili olarak şöyle yazmaktadır:
"Hakkında düşündüğü gibi, o Ebu Hâmid el-Gazâlî ile buluştu. Onunla içinden geçenleri görüştü. Gazâlî onu destekledi. Çünkü o günlerde İslâm bütün dünyada gittikçe zayıflıyordu. Bütün ümmeti bir bayrak altına toplayıp İslâm dinini ayakta tutacak bir sultan da ortada yoktu. Fakat Gazâlî önce ona; yanında yeterli malzeme ve kuvvet olup olmadığını sordu."
Sözün kısası, Muhammed b. Abdullah b. Tumrut geri dönerek iyiliği emretmeyi kendine prensip edinerek yeni bir devletin temelini attı. Bu devlet bir süre ayakta kaldı. Muvahhidîn (Allah'ın birliğini prensip edinenler) adı ile anılırdı.
Ali b. Yusuf idaresinde zulüm ve haksızlık her tarafa yayılmıştı. Askerler serbestçe halkın evine dalıyor, namuslu, iffetli kadınların ırzına geçiliyordu. Ali b. Yu-sufun sülâlesinde bir süreden beri erkekler; yüzlerine peçe takarak tersine bir âdet uyguluyorlar, kadınları ise yüzleri açık geziyordu. O bakımdan bu kimselere Mülemmisîn de denirdi.
Muhammed b. Tumrut ilk önce bu iki bid'atı ortadan kaldırıp silmeye azmetti. Gittikçe bu çalışmalar içinde mülemmisînin devleti yok olup yeni bir devlet kuruldu. Muhammed b. Tumrut kendisinin lider olmasını hiç düşünmemişti. Bu yüzden Abdülmü'min adında ehliyetli bir kimseyi tahta geçirdi.
Abdülmü'min ve onun hanedanının idare tarzı İmam Gazâlî'nin ideali olan temellere (temel İslâm prensiplerine) uygundu. İbn Haldun, üçüncü kitabın (Ahbâr-ı Berber) üçüncü bölümünde Abdülmü'min ve oğulları ile ilgili olarak şöyle demektedir:
Onun kurduğu devlet şöyle tanıtılabilir: âlimlere çok değer verilirdi. Bütün olaylar ve muamelelerde onlarla istişare edilir, fikirleri alınır, İslâm'a en uygun davranışın hangisi olduğu sorulurdu. Yardım ve imdat isteyenlerin seslerine kulak verilir, emniyet güçleri halka zulüm ve haksızlık yaparlarsa cezalandırılırlardı. Zalimlerin eli tutulur, zulümden alıkonulurdu. Sultan saraylarında mescidler inşâ edilmişti. Avrupa sahillerine bakan sınırlar baştan başa askerî güçle tahkim edildi. Askerî hareketler ve fetihler gün geçtikçe artıyordu."[64]
Gazâlî'nin islâm Dünyası Üzerinde Tesiri:
Gazâlî, ilim ve ameldeki olgunluğu (derin bilgisi ve bildiklerini yapması, yaşaması) ve güçlü şahsiyetinin bir sonucu olarak İslâm dünyası üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Çağ açan kitapları ve görüşleri ilim ortamlarında fikrî bir dalgalanma, düşünce ortamlarında bir çalkalanma ve fikir hürriyeti doğurdu. Düşünceye yeni bir gıda ve güç ulaştırdı.
İslâm dünyasının kafa ve gönlüne ve onun bilim ve düşünce kesimlerine asırlarca hükmeden birkaç İslâm büyüğü içinde Gazâlî de bulunmaktadır. Onun eserler ortaya koyusu, bilgi üstünlüğü, eserlerinin önemi ve etkisi; kendisine karşı çıkan veya kendisini destekleyen herkes tarafından kabul edilmektedir.
Yüzlerce inkılap ve bunca değişmelerden sonra meydana geldiği halde onun adı ve başarısı hâlâ canlıdır. Yazdığı eserler büyük bir kitle arasında değerli ve makbuldür. Okuyanlarını bugün dahi etkilemektedir.[65]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/175-176.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/176-177.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/177.
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/178-179.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/179-180.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/180.
[7] ibrâhim 14/4
[8] Araf, 7/19.
[9] Kavâidi Akaidi Âli Muhammed (Bâtiniyye), Muhammed b. Hasan Deylemî Yemânî, yazılışı 707 H, s.17-18.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/180-184
[10] Kâdiyânîler de Bâtınîler gibidirler. Terimleri değiştirmedikleri halde onlara değişik manalar vererek gerçekleri saptırmaya çalışırlar. Onların hiç şüphe edilemeyen gerçek manalarını inkâr ederler. Peygamberliğin son buluşu, Mesih, Mesih'in yere inişi, mucizeler, deccâl v.s.yi aynı kullanırlar ama onları Bâtınîler gibi uydurma manalarla açıklarlar. Gulâm Mirza'nın kitabları ve Muhammed Ali'nin tefsîri bunun Örnekleri ile doludur.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/
Bahâüer de tamamen yeni şeriat koydular. Orucun im-sakda değil, güneşin doğması ile başlaması, orucun 19 gün olması, insanların 11 yaşından 42 yaşına kadar dinin emirlerine bağlı kalması onun dışında serbest kalması, kadınla-q'lr ra bakmanm caiz olması, nâ mahrem olmaması, cemaatle sadece cenaze namazının kılınması, Bahâîliğin kurucusu-' nun doğduğu evin ziyaret edilmesinin şart olması, iman ettikten sonra hiç bir şeyin pis olmayacağı, Bahâîlİğe gireninancak temiz olacağı v.s. gibi kendilerine göre İslâm şeriatını ^ değiştirip yeni şeriat maddeleri koydular.Kâdıyânîlik olsun, Bahaîlik ve benzerleri olsun hepsi değişik zaman ve yerlerde ortaya çıkan Bâtınîliğin değişik siyasî ve nefsânî güçlerin etkisiyle hortlatıîmasından başka bir şey değildir.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/184-186.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/186-187.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/188-189.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/190-197.
[15] Ankebût, 29/2-3.
[16] En am, 6/34.
[17] el-Münkızü Mine'd-Dalâl, s.28-30 özet.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/198-202.
[18] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/203.
[19] Tehâfütü'l Pelâsife, s. 32. Mısır, AJâmiye matbaası
[20] A.g.e, s.30.
[21] A.g.e, s.32
[22] A.g.e, s.31.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/203-207.
[23] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/207-208.
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/208-209.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/209.
[26] el-Gazâlî, s. 63-64. Bu kitap Yusuf Karaca tarafından Türk-] çeye çevrilmiş ve Baytan Kitabevi tarafından 1972 yılında1 yayımlanmıştır.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/209-211.
[27] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/212-213.
[28] İhyau Ulûmüddin, c.2, s.132.
[29] A.g.e, c.2, s.312.
[30] A.g.e, el, s.19.
[31] A.g.e, c.l, s.38.
[32] A.g.e,c.2,s.303.
[33] A.g.e, el, s.38.
[34] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/213-221.
[35] A.g.e, c.2, s.120.
[36] A.g.e, c.2, s.122.
[37] A.g.e,c.2, s.123.
[38] Mektubât-ı İmam Gazâlî.
[39] Mefctubât-ı İmam Gazâlî.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/221-227.
[40] Bkz. îhyau Ulûmüddin, c.2, s.294-299.
[41] İhyâu IHûmüddin, c.3, s.352
[42] A.g.e, c.3, s.352.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/227-231.
[43] Gazâlî, Şiblî Numanî. Tercüme; Yusuf Karaca, Baytan Kitabe vi
[44] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/232-233.
[45] Bk. Dr. Muhammed Yusuf Mûsâ, Tarih el-Ahlâfc ile Felse-fetü'l-Ahlâk ve Sîlâtuhâ bil-Felsefeti'l İfrîkiyye.
[46] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/233.
[47] Taberânî, İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiş, ayrıca Bezzâr, Evsafında Taberânî ve İbn Abbas'tan nakletmiştir.
[48] İsra, 17/85.
[49] . İhyâu Ulûmiddin, c.3, s.241-244.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/233-240.
[50] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/241-245.
[51] . Fetâvâ İbn Teymiye, c.2, s.194.
[52] el-Müntezam, c.9, s.169-170.
[53] A.g.e., s.9, s.169.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/245-247.
[55] Faysal et-Tefrika Beyne'1 İslâmi ve'z-Zenâdıka.
[56] İlcâmü'l Avam an İlmil Kelâm, s.20.
[57] tlcâmü'I Avam an îlmil Kelâm, s.20.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/247252.
[58] Gazâlî, ŞiblîNûmânî,s.36-37.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/252-254.
[59] Tebyînü Kizbİ'l Müfteri, s.396.
[60] Usûlü ftkhm üç ana direği sayılan bu üç kitap şunlardır: Hasan Basrî'nin kitabı: el-Mutemed'i, İmam el-Hare-meyn'in el-Burhân'ı ve Gazâlî'nin el-Mustasfa sidir.
[61] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/254-255.
[62] İthaf el-Sâde el-Müttekîn (İhya şerhi), s.ll,
[63] Muhammed b. Abdullah b. Tumrut, büyük bir devlet kurup onu da Gazâlî'nin amacı olan temeller üzerine oturttuğu için, hayat hikâyesinin bir özetini Tabakât-ı İbn Sübkî'den naklederek yazalım:
Muhammed b. Abdullah, uzak Mağrib'de (Fas'ın en batı noktasında) yaşayan biri idi. İlk önce kendi yurdunda büyüyüp gelişti. Sonra doğuya yolculuk yaptı. Fıkıh ve kelâm „ «T tahsili yaptı. Son derece nefsine hâkim, haramdan sakınır,
ibâdetlerine bağlı, gözü tok biri idi. Tahsilini tamamladıktan sonra Allah'ın emirlerini uygulatmaya, yasaklarından menetmeye karar verdi. Hemen harekete geçti, Mısır'a geldi. Halkı öyle şiddetle kötülüklerden menetti ki halk kendisine cephe aldı ve onu şehirden dışarı çıkardılar. Mısır'dan İskenderiye'ye geçti. Birkaç gün orada kaldıktan sonra Fasa doğru yola çıktı. H. 505 yılında Mehdiye'ye geldi ve kendi işine koyuldu. Bir süre sonra oradan da hareket ederek Becâye'ye, oradan da Merakeş'e geldi.
Burada da alabildiğince serbest bir edâ ile iyiliği emretmeye, kötülüğü menetmeye çalıştı. Nihayet bir noktaya gelince sultan sülâlesi ile çatıştı. Dönemin sultanı Ali b. Yusuf b. Taşfîn, onu huzuruna çağırdı. Sarayın âlimleri ona; böyle âdil ve insaflı bir sultanın devlet idaresine öfkelenmenin sebebini ne ile izah edersiniz, diye sorduklarında nrrr-;"; Muhammed b. Abdullah coşarak heyecanla: Bu şehirde ale-:jit nen içki içilmiyor mu? Alınıp satılmıyor mu? dedi. Yetimlerin mallarına, haklarına el atılmıyor mu? Onun samimî, heyecanlı konuşmasından sultan da etkilendi; o derecede ki "îtö S gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Muhammed, Merakeş'ten çıkarak Ağmat'a geldi. Sonra gün geçtikçe büyük bir insan topluluğu çevresinde toplandı, kendisine katıldı. Sonra Tinmal'de ayaklanarak Mesa-mide kabilesinin yardımı ile kurduğu devletin temellerini atmaya başladı ve başarıya ulaştı.
[64] Gazâlî, s.245-248. Baylan Kitabevi, Tercüme: Yusuf Karaca
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/255-260.
[65] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/260-261.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder