İSLAM ÖNDERLERİ TARİHİ

 

İSLAM ÖNDERLERİ TARİHİ

 

Mütercimin Önsözü


İslâm'ın inananlara yüklediği önemli görevlerden bin­de; önce kendine, sonra yakın çevresinden başlayarak en uzak ilgi ve bilgi sahasına kadar iyiliği yaptırması, kötülü­ğü engellemesi "marufu emir, münkerden nehiy'dir. İslâm böyle başlamış, böyle devam etmiş ve böyle sürecektir.
Aslında dünyadaki mücadele, dün olduğu gibi bugün de, İslama karşı olanlar ile İslâmı savunanlar arasında odaklaşmaktadır. 1400 küsur yıl Önce ilk müslümanlara, özellikle HzEbu Bekr'e (r.a.) karşı çıkanlar, İslâm'ın sesini duyurmasına razı olmayışlarını sergiliyorlardı. Bugün ise, İslâmın dışındaki her görüşe, her inanca alabildiğince hür­riyet tanıyanlar; İslama hiçbir şekilde müsamaha gösterme­mektedirler.
Bugün dünden, dün bugünden genelde farklı değildir. İnsanın nefsi arzuları ve süflî duyguları manevî bir inançla frenlenmediği sürece, her fert kendi çıkarını düşünecek, böy­lece menfaat çatışması ve huzursuzluk devam edecektir.
Dünyanın en mutlu günleri islâm'ın uygulandığı dö­nemlerdir. İslâm uygulandığı ölçüde idaresindeki müslü-man olmayanlara da huzur getirmiştir. Çeşitli uydu yöne­timlerle İslâm 'a çelme atıldığı dönemlerde ve ülkelerde ise, o ülkenin dört başı mamur müslümanı bile bedbaht olmuş, huzursuzluklar içinde kıvrandırılmıştır.
İslâm'a çağrı mücadelesinin tarihini anlatan bu dizi eser; işte o mücadelenin önemli bazı önderlerinin, duygu ve düşünce dünyalarını, yaşayışlarını, yetişme şekillerini, dö­nemlerinin devlet büyüklerinin manevî yapısını ve devlet idare sisteminin işleyişini, çevrelerini, ilmî faaliyetlerini ve
eserlerinin özellikleri yanında ahlâk ve iman yönünden ör­nek hayatlarını ortaya koymaktadır.
Değişik metodlarla insanlığa ve müslümanlara İslâm mesajını haykıran bu mücahit insanların dışında daha pek çok önder insanlar vardır.
Ancak bu kitap; devlet idaresinde örnek görevler yapmış, önemli konularda bazı aktif yorumlar getirmiş, hem ilimde, hem de toplum hayatında coşkun sel gibi kükreyen, manevî duygularda donukluğun baş gösterdiği bir dönemde ortaya çıkıp Allah aşkını, peygamber sevgisini, insanın değerini haykıran ve daha nice değişik pek çok konuda örnek olmuş önder kişileri anlatarak Örnekler sunmuştur.
Eser kendi sahasında tek kitaptır. Çünkü bugüne kadar sayısız eserler veren İslâm âlimleri, İslâm'ı yaşama ve yaşat­ma mücadeleleri veren kişilerden bahsetmiş, olayları yerine göre anlatmışlardır. Ama bunun bir tarihini ortaya koyma-mışlardır. Bu sahada büyük bir boşluğu dolduracak ve bu mücadeleyi verenlere yol göstererek, onlara azim, cesaret, he­yecan ve enerji verecek olan bu dizi eserin değeri çok büyük­tür ve yapacağı hizmet de o nisbette inşallah büyük olacak­tır.
Eserin orijinal adı "Târih-i Davet-u Azimet=İslâm'a Çağrı ve Kararlı Olarak Ona Yöneliş" demek ise de biz, "İslâm Önderleri Tarihi" demeyi uygun bulduk.
Sayısız İslâm davetçilerinin, mücahidlerinin; ilim, sos-yal yaşayış ve devlçt idaresi yoluyla, nesirle, şiirle, hitabetle, şeriatla, tarikatla, Kur'an'la, burhanla, akılla, kalble, gözle, sözle, elle, dille kısacası nasıl gerekmiş ise öyle İslâm'ı yay-malarından tarihî kesitler sunan bu eser, şanlı İslâm tarihi-nin ne büyük değerlere sahip olduğunu anlatacaktır.
İslâm tarihinde görülen bu değişik özellik ve güzellikteki örnek insanların benzerleri dünya tarihinde çok azdır. Bazı tarihçiler; zalim liderleri, insanlığa verdiği acıların büyük-lüğüne, yaptıkları talanların korkunçluğuna göre yüceltmek-tedirler. Doğunun, batının eski ve yeni tarihleri incelendiğin-
de görülecektir ki; insanların dizlerini titretecek kadar hey­bet, azamet ve otorite ile ballandıra ballandıra anlattıkları, insanüstü değerler verdikleri kişilerin çoğu ancak sahip ol­dukları başka insanların güçleriyle işlerini yürütmüşler, özel hayatlarında çılgınca zevk ve safa içinde yaşamışlar, milyonların cebinden kırbaçla gasbettikleri servetlerle hazi­neler kurmuşlardır. En azından dış dünyaları iç dünyaları­na, iç dünyaları da dış dünyalarına uymamıştır. Buna kar­şılık Allah yolunun yolcuları, İslâm'a gönül vermiş yiğitler, benliklerini saran derin bir aşk ve vecdle inandıklarını yaşa­mışlar, kendi hayatlarını değil de, olması gereken en ideal hayatı yaşamışlardır. Yememişler yedirmişler, giymemişler giydirmişler, insanlara aşılamak istedikleri Kur'an, şeriat ve Uz. Muhammed'in yolunu anlattıkları için ölümsüzleş­mişler ve İslâm'ı bugünlere taşımışlardır.
Öyle ise ey İslâm davetçisi, en önemli vazifen İslâm'ı ön­ce kendi nefsinde yaşaman, sonra da yaşatmandır. Bu amaç­ta olan her insan eninde sonunda muvaffak olacaktır.
Putculuğun ve putların kaderinde devrilmek vardır. Hiç bir put uzun zaman ayakta kalmadı, kalmayacaktır. Ama ilk insan Hz. Âdem'in getirdiği iman hiç bir zaman yıkılma­dı, yıkılmayacaktır. İşte bu eserde anlatılmak istenen bu mü­cadeledir.
Her kıtada, her ülkede davasını yürüten yiğit İslâm mücahidlerine başarılar dilerken bizi duadan unutmayacak­larını umuyorum.
Yusuf S. Karaca (Nedevî) Erenköy 20.10.1991 İstanbul [1]

 Tercüme İçin Önsöz


Allah'a hamdolsun. Selâm ve dua, Allah'ın seçkin kıldığı kullarına olsun.
İmdi; bu mübarek dinin bir davetçisi, İslâm milleti­nin ihtiyaç duyduğu meselelere dikkat eden ve dikkat çeken bir millet hizmetkârı, davet ve tebliğ görevi ya­pan bir kişi olarak, muhteşem İslâm dönemi tarihinde önemli hizmetler yapmış olan Türk milletine büyük aşk ve muhabbetle sevgi duyup o hizmetleri son derece takdir eden bir kimse olarak, bu eserimin bütün ciltle-riyle eksiksiz bir şekilde, çok değerli aziz yavrum Yu­suf Karaca (Nedevî) tarafından Türkçeye tercüme edil­diğini duymakla çok sevinmiş bulunuyorum.
Bu tercümenin yapılması bugün için çok önem ar-zediyordu. Bu eserin yayınlanmasıyla İslâm milletinde, Türkiye'nin, azimli, cesaretli, uyanık İslamcı gençle­rinin içinde; özellikle bu fitne ortamında, İslâm'ın gele­ceği konusunda şüphe ve tereddütler doğuran bir za­manda, milletlerin geçmişine ve tarihteki hizmetlerine, davet ve azimet çizgisinin hiç aksamadan devam edece­ğine yeniden bir güven doğacaktır. Bunun doğması da zorunludur.
Bildiğimiz kadarıyla; başka müslüman milletlerin dilinde araştırma ve zincirleme bir şekilde devam eden, ıslâh ve yenileme hareketlerinin planlı programlı bir
tarihi hazırlanmamıştır.
Bu kitabın yayınlandığı iki dili, Arapçayı ve Urdu-cayı bilen kıymetli yavrum Yusuf Salih Karaca bu ter­cüme işi için en uygun ve yetkili kişi idi. Allah'a şükür ki, o bu tercüme işini başarıyla tamamlayıp çok önemli bir hizmet ifa etmiş oldu.
Allah Teâlâ bunu faydalı kılsın ve kendi katında makbul tutarak bu eserden fazlasıyla yararlanmayı na­sip etsin. [2]                                    

İkinci Baskının Önsözü


Bu eserin ikinci baskısının yapılmasından dolayı kitabın yazarı Allah Teâlâ'ya binlerce defa hamd ve sena eder.
Kitabın, bilhassa bu cildinin ikinci baskısına uzun seneler sonra sıra gelmiştir. Bunun da sebebi; baskı için metinleri yazıya geçirecek kimselerin bulunamayı-şı, tabedilme güçlükleri ve yazarın durmadan artan meşguliyetlerinden başka bir şey değildi. Yoksa Hind yarımadasındaki ilmî ve dinî çevrelerde bu kadar beğe-nildiğine, ilim erbabının, gönül ve cezbe ehlinin bu eserden o kadar etkilendiğine ve ilk baskısının çok kısa süre içinde bittiğine göre, bu uzun zaman içinde birkaç baskısının yapılması gerekirdi. Ancak Urduca eserlerin basımında şu sıralarda ortaya çıkan zorluklar -ki, onla­rın birazı da yazarların kendilerinden doğmaktadır-, bu kitabın ikinci baskısını normalin üzerinde geciktirdi. Bundan dolayı kitabın müellifi hem üzgündür, hem de okuyuculardan Özür dilemektedir.
Kitabın maddelerine ve konularına, sayı ve bölüm bakımından bir ilâvede bulunulmamış, sadece incelen­meye ve gözönünde bulundurulmaya değer bilgiler ek­lenmiştir. Dolayısıyla kitabın değeri ve kıymeti daha çok artmıştır. Bu ilâvelerden ikisi özellikle zikre değer:
Birincisi, "Moğol Belâsı ve İslâmın Yeni Bir İmtiha­nı" adlı bölüme Moğolların İslâm ülkelerine saldırısı ve sebepleri konusu eklenmiştir. Bu konuda -yazarın bil­diği kadarı ile- o dönemin İslâm dünyasının ahlâkî, sos-
yal, dinî, manevî ve siyasî durumları ilk defa tenkid süzgecinden geçirilmiş, her tarafı mahveden bu belânın, tufan gibi gelen bu felâketin, Kur'an-ı Ke-rim'in hidâyet ışığı olan cezalandırma kanunlarının yardımı ile manevî ve ilâhî sebepleri anlatılmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. Malzemelerin ve zamanın azlığından ve yazarın bazı mazeretlerinden dolayı bu bölümdeki bilgi boşluğu tam doldurulamamıştır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu çalışma çok daha ileri gö­türülmesi gereken bir başlangıç ve imanlı bir bakış açı­sı ile yeni bir incelenme Örneği oluşturmuştur. Bununla birlikte, yazıldığı o şekli ile bile bu konu, ders alınacak ibretlerle doludur.
İkinci ilâve ise, kitabın giriş bölümünde "Diğer Din­lerin Tarihinde Islahatçı Kişilerin Azlığı" adı altında yazılan kısımdır. Bu yazıda da Hıristiyanlık ve Hindu-izm'in ıslâh edilip sapmalarının düzeltilmesi konusun­da bir miktar yeni bilgiler verilmiştir. Mezkûr iki ilâveden başka bu yeni baskıda, sadece birinci baskıda­ki yanlışların tashihi ve az sayıda basit düzeltmeler bu­lunmaktadır.
Allah Teâlâ'dan, yazarın çabalarının kabul buyu-rulmasını ve kitabın önsözünde anlatılan bu dizi eser­lerde gözönünde tutulan amaçların eksiksiz gerçekleş­mesini dilerim.
 Ebu'1-Hasan en-Nedevî
 Şah Alemullah Zaviyesi
Raybereli
21 Nisan 1969
Pazartesi[3]

Önsöz


Hicrî 1372 yılının Muharrem ayında Tebliğ CemaaJ ti (İslâm'a Davet Teşkilâtı) tarafından düzenlenen programda, bu tebliğ görevini yürütecek dostlara belirli konularda seminerler verilmesi ve bu bilgilerle malûmatlarının artırılarak fikrî eğitimlerine malzeme hazırlaması için benim de konuşmalar yapmam isten­mişti. Bu konuşmalar ve devam eden seminerler bir hafta sürmüştü. Bu eğitim haftasında bir de "Islâhat ve yenileme tarihi ve bu hareketin önemli kişileri" diye bir konu vardı ve bu konu bize verilmişti. Hemen hemen bir hafta süreyle bu konu üzerinde bilgi vermeye de­vam ettik. O sırada elimizde sadece kısa, Özet ve hatır-latıcı bilgiler vardı. Bu bilgilere ait başlıkları ve işaret­leri, dostlarımız kendilerine has bir metodla ve özetle­yerek kaleme alıyorlardı.
Daha sonra bunları yayınlamak düşüncesiyle ince­lemeye alınca, dikkatle ve büyük bir ihtimamla bu işin üzerinde durulması gerektiğini ve sınırlı bilgimize göre yeterli ve geniş bilgi veren malzemenin bulunmadığını, bunun tarihî bir konu olduğunu anladım. Bu, İslâm ta­rihinin ve İslâm kültürünün derhal doldurulması gere­ken bir boşluğudur. Böyle bir boşluğun bulunuşundan dolayı en duyarlı ve ciddî çevrelerde dahi, İslâm'ın ve müslümanların tarihinde ıslahat, yenileme ve mevcut durumu düzeltme çabalarının kesintisiz şekilde sürdü­ğüne dair bir bilgiye rastlanmadığı gibi aksine uzun aralıklarla asırlar boyu süren boşlukların bulunduğu
kanaati yerleşmiştir. Onların kanaatlerine ve görüşle­rine göre; asırlar içinde ortaya çıkan birkaç kişi dönem­lerinin bozuk düzeni ile çatışmışlar, mücadele vermiş­ler, düşünce ve aksiyon yönünden üstün bir değer ka­zanmışlardır. Genelde düşünce ve aksiyon yönünden çöküş döneminin umumi seviyesinin üstüne çıkama­mış, orta derecede kimseler olarak göze çarpmaktadır­lar. Bunlar ilmî ve amelî değerleri itibarıyla, düşünce­leri ve işlerindeki başarıları bakımından öyle önemse­necek bir tarafı olmayan kimselerdir. Ancak sayıları 7-8'i geçmeyen, sadece bir kaç seçkin kişi bu genelleme­nin dışındadır.
Bu görüş ve iddia ilk bakışta insana çok basit ve önemsiz gibi geliyor, ama sonuçları ve etkileri çok geniş çaplı ve pek mühimdir. Bu; İslâm'ın gizli gücünden, içindeki cevher ve kabiliyetinden bir çeşit ümitsizliktir ve onu yanlış tanımadır. Halbuki İslam'ın içindeki bu güç, her dönemde, kendilerine ihtiyaç duyulan kişileri, davet ve dâva adamlarını sürekli olarak ortaya çıkar­mış, onları bol bol üretmiştir. Başka dinlerde ve millet­lerde bunun bir örneği yoktur. Yukarıda ileri sürülen, bunun aksi olan iddia ise; hiçbir ilmî temele dayanma­yan aşağılık duygusunun ve fikrî yenilginin bir örneği­dir.
Ama bu sonuca ulaşma sebepsiz değildir. Ne talih­sizliktir ki, İslâm tarihinin pek bol kaynakları arasında ele geçen eserlere; ana konularını sultanların, padişah­ların şahıslarını veya birkaç önemli kişinin hayatım anlatan olaylar listesi, vak'alar fihristi demek daha doğru olur. Bu tip eserler çoktur, fakat, İslâm'ın ihtiyaç duyduğu sırada korunmasını üstlenen veya yenileme ve destekleme görevi gören, İslâm dünyası üzerinde de­rin etkiler yapan, yanlış gidişi düzeltip fitne kapılarını
kapatan, İslâm'ın düşünce ve aksiyon hazinesine bü­yük şeyler kazandıran düşünce çizgisini ve dâva adam­larının hepsini tanıtan, İslam'ın ve müslümanlarm sü­rekli, kesintisiz bir düşünce çizgisini ve ıslahatlarını anlatan tarihi yoktur. Aslında İslâm'a davet ve ıslahat gayretleri çizgisinde bir kesinti, bu husustaki sürekli çalışmalarda bir boşluk yoktur. Boşluk, İslâm tarihinin düzenlenmesinde ve tarih olaylarının yazılış biçiminde­dir. Bu boşluğu doldurmak, zamanımızın en önemli bir işi olup, çok değerli dinî ve ilmî bir hizmettir.
Bu görevin yerine getirilmesi, bu hizmetin tam ola­rak yapılması ile sadece ıslâhat ve davet tarihi düzen­lenmiş olmayacak, hatta bu sayede, bir bakıma müslü-manların fikir ve ilim bakımından çöküş ve yükselişle­rinin tarihi de ortaya çıkmış olacaktır.
Fakat bu konu üzerinde kalemi elime aldığımda bu­nun bir makale ve kitapçık konusu olmadığını, önemli ve kaim hacimde bir eser ortaya çıkacağım gördüm. Bunun için tarihi bir kere daha okumak ve bilgileri özel bir biçimde düzenlemek gerektiğini, genel tarihi incele­menin buna yetmeyeceğini; hatta mezheplerin, fırkala­rın, ilim ve fenlerin tarihinin de incelenmesi, hâl tercü­mesi ve tezkire kitaplarının bile bu gözle taranması icab ettiğini anladım.
Gerçek şu ki, bu konu sakin ve huzurlu bir ortam ister, yeterli vakit ister. Bunlar ise bu dağınık hayatım­da, bugün burada, yarın şurada geçen günlerim içinde çok nadir elde edebileceğim şeylerdir. Yine de büyük bir ihtiyaç olduğunu bildiğim bu konuda, kalemi elime alma zorunda olduğumu hissettim. Hassasiyetim ve ka-rakterimdeki yapı bunun kısa yoldan ve basitçe ele alınmasına mani oldu.
Bu kitapta bizim  amacımızın,  kelime manasıyla
"yenileme"den, bir deyim olarak "ıslahaf'tan bahset­mek olmadığını ve tek başına dinî bir inkılap ortaya koymuş, yenileme şartlarını yerine getirmiş, bu unvan ve makama hak kazanmış kişiieri belirlemek olmadığı­nı   okuyucular   gözönünde   tutmalıdır.   Biz   burada, İslâm'ın bin üçyüz senelik tarihindeki ıslahat ve duru­mu iyileştirme çabalarını göstereceğiz, kendi dönemle­rinde kendi yeteneklerine göre İslâm'ın ve müslüman->. ların durumunun düzeltilmesinde hizmet görmüş seç-/ kin kişilere ve onların aksiyonlarına parmak basacağız. Onların toplu çabaları ile İslâm diri ve korunmuş ola-r rak, sağlam bir şekilde bugün varlığını sürdürmekte­dir. Müslümanlar da seçkin bir toplum, şerefli bir üm­met olarak ortada durmaktadırlar.
Bu konu içinde öyle bir takım Önemli kişilerden de/ bahsedilecektir ki, tek başına onlara bir müceddid (ye-nileyicidenilememekîe birlikte, dinin ihyasında, yeni- ,-. lenmesindeinkılâb ve ıslahattaki çabaların tümü için­de, onların da kesin payları vardır. Müslümanlar onla-; rın hizmetlerini ve iyiliklerini asla bir tarafa atamaz^ lar.
Bu   kitabın  hazırlanmasında   aşağıdaki  hususlar;-! gözönünde bulundurulmuştur:                                       :;
1— Bir davetin veya kişinin durumunu ve amacını anlamak için genellikle bizzat o kişinin eserlerine, yazı-, larına, sözlerine başvurulmuş, onlardan faydalanılmış-;-tır. Bu işte tam bir başarı elde edilememişse, bu çalış-:, malarda tam muvaffak olamayıp da hâlâ bir boşluk kalmışsa; o kimsenin talebelerine, arkadaşlarına ve ay­nı dönemde yaşamış kişilerin eserlerine müracaat edil­miş, onların anlattıkları tercih edilmiştir. Bu da yeterli olmamışsa, bir sonra gelen neslin güvenilir,  sağlam eserlerine başvurulmuştur. Bu konuda herhangi bir di-
le ve zamana özellik tanınmamış, nerede işe yarar bir şey bulunmuşsa alınmış ve kaynağı gösterilmiştir.
2— Kişilerin hayatı ve başarıları anlatılırken; o ki­şilerin gerçek büyüklükleri, sağlam kişilikleri ve başa­rılarının ölçüsü belirlensin diye çevrelerindeki o döne­min ilmî ve fikri seviyesinin ve başardıkları işin sahası­nın genişliklerinin ortaya konmasına çalışılmıştır.
Bir büyük kişiyi, kendine özgü dönem ve çevresin­den çıkarıp, yazarın kendi çevresine getirip koyması, sonra da kendi döneminin ölçülerine, icablarma ve ken­di şahsî istek ve tercihlerine göre süzgeçten geçirmeye çalışması, arkasından da onun kusurlarını, eksiklikle­rini ortaya dökmesi dışardan bakıldığında büyük bir tenkid ve araştırma çalışması gibi görülebilir. Ama gö­rüş sahibi ehil kişiler bunun kısa görüşlülük ve ölçü­süzlük olduğunu anlar. Çünkü kişiye, kendi döneminin ihtiyaçlarına, icablarma ve yaşadığı dönemin iş başar­ma imkânlarının sınırlarına göre başarılı veya başarı­sız denebilir. Yoksa bir çok büyük kişi, başka çevre ve döneme göre ve tarihçinin düşünce ve eğilimlerinin öl­çüsüne göre çok başarısız kabul edilebilir. Sadece İslâm tarihi değil, hatta bütün insanlık tarihi hiçbir önemli kişiyi eksiksiz, kusursuz ve ölçüye tam uygun kabul edemez.
3—  Herhangi bir davet sahibinin, düşünürün veya yazarın kitaplarından yapılan birkaç iktibasla yetinil-memiş, eserlerin tamamı incelenmiştir. Çünkü tek ba­şına iktibaslarla o kişinin ne demek istediği, hedefi ve düşüncesi, ilmî seviyesi, düşünce yeteneği sağlam ola­rak ölçülemez. Okuyucu da onu tanıma, onun yakınına ulaşma hazzını tadamaz.
Bu kitapta seçkin davet sahibi, ıslahatçı, eser veren yazarların kitaplarından, anlattıklarından o kadar çok
alıntılar, o kadar çeşitli iktibaslar verilmiştir ki, okuyu­cu vaktinin bir bölümünü onlarla sohbette geçirdiğini hissedecek, onları görme ve dinleme fırsatı elde edecek­tir.
Bu bakımdan kitabın yazan zamanının uzunca bir bölümünü o zatların eserlerinin, tavsiye ve nasihatlan-nm, ilmî ve fikrî eserlerinin arasında geçirmiş ve onları tanıtma ve anlatma sırasında kendi zamamnı onların çevresinde geçirmeye ve onların etkisinde kalarak aynı dönemde yaşamış olan, aynı mecliste oturan kimselerin tattığı duyguyu tatmaya çalışmıştır. Bunun sonucu ola­rak okuyucular, çeşitli büyük kişiler hakkında yazarın ruhî eğilimlerini açıkça görecekler, ifade ve üslûbunda da değişiklik bularak anlatılan zatın lisan ve üslûbuna, onun edebî ve ruhî yapısına uygunluk göreceklerdir. Herhangi bir tenkitçinin anlayışına göre eğer bu yaptı­ğım; tenkid edilmeye ve kitabın bir kusuru kabul edil­meye lâyık sayılırsa ve o tenkitçiye göre bir tarihçi; yazdığı kalem gibi (kuru bir ağaç) ve duygusuz bir ak­tarıcı kabul edilmeli ise, o zaman böyle bir eksikliği, bu tür bir kusuru kabul ederim. Bunun için de bir mazeret göstermeyi gerekli görmem.
4— Tarihî şahsiyetlerin sadece ilmî değerlerinin anlatılmasıyla, eserlerinden aktarmalar yapılması ve hayatlarının incelenmesiyle yetinilnıemiş, onların ha­yatlarının manevî ve ruhî tarafı, Allah'a karşı olan ilgi­leri ve ahlâkî özellikleri de açıklanmaya çalışılmıştır. Çünkü öncelikle onların ilmî değerleri, derin malumat­ları ve yılmayan müthiş faaliyetleri ile birlikte Allah'a yönelmede ve ibâdete düşkünlükte özel bir zevk sahibi olmaları; önceki dönem davetçilerinin, ilim ve fikir adamlarının ortak yönleri, müşterek özellikleridir. On­ların başarılı oluşlarında, herkes tarafından benimsen-
melerinde bu özellikleri önemli bir yer tutar. Bu yönleri açıklanmadan onları anlatmak zordur; anlatılsa da tam olmaz.
Sonra bu hacimli eseri, tarihin bu geniş defterini okuyanların beklentileri, sadece tarihî bir bilgi edin­mek değildir. Aksine ruhlarının, gönüllerinin tazelen­mesini ve çalışma zevklerine katkıda bulunmasını iste­meleri de haklarıdır. Bu onların araştırma ve okuma çabalarının, dikkatle öğrenme iştiyaklarının sessiz bir isteği, dile gelmeyen bir arzusudur.
5— Büyük bir zatı tanıtırken sadece onun fazilet­lerinin, üstünlüklerinin açıklanmasıyla yetinilmemiş, bilâkis onunla aynı dönemde yaşamış insaflı ve adaletli kimselerin, veya daha sonra gelmiş bilgi ve fikir ehli ki­şilerin o zata veya onun eserlerine, görüşlerine karşı yaptıkları tenkidlere de yer verilmiştir. Bu tenkidler sı­ralanmış ve onlara şayet biri tarafından cevap verilmiş ise, o zat adına savunma yapılmışsa, bu da okuyucuya sunulmuştur. Ama tarihi tenkid edercesine eser yazıl­dığını göstermeye çalışmak için yersiz, gereksiz tenkid-leri aktarmaya önem verilmemiştir.
Elinizdeki bu kitap, dizi eserlerin birinci cildidir. Daha önce bu cildin İbn Teymiye ile tamamlanması dü­şünülmüştü. Böylece bu cildde İslâm tarihinin birinci yüzyılından başlayıp sekizinci yüzyılına kadar süren İslâm'a davet ve cihad tarihinin, yenileme ve ıslahat durumunun anlatılması plânlanmıştı.
Fakat îbn Teymiye'nin tanıtılması, döneminin öne­mi ve çalışmasının çok geniş çaplı olmasından dolayı o kadar geniş yer tuttu ki, onu bu kitapdan ayrı bir cild yapmak gerekti. İbn Teymiyye bölümü bu dizinin ikinci cildi olacak. Üçüncü cildi ve eğer olacaksa dördüncü cil­di de Hindistan'ın davet ve cihad ehli kişileri hakkında
olacaktır. Bu kişiler, önceki asırlar içinde İslâm âleminde yenilemenin ve ıslahatın öncülüğünü yapmış­lar, düşünce ve incelemenin kaynağı ve ocağı olmuşlar­dı.
Sonuç olarak yazar; bu eserin ortaya konulması için ne kadar uzun süreli yazıp çizmek gerektiğini, ne ka­dar iç rahatlığı, ne kadar derin ve geniş bir araştırma­ya, ne kadar derin ve geniş bilgiye sahip olmaya ihtiyaç olduğunu, kendisinin ise bundan pek fazla nasîbi olma­dığını açıkça itiraf eder. Ama yazarın ilmî sermayesizli­ği, dağınık ahvali ve perişan durumuna rağmen bu sü­re içinde ve bu durumda olabilen, yazılabilen ve okuyu­cunun önünde oluşan ne varsa, sadece Allah'ın lütfü, O'nun desteklemesi ile olmuş, O'nun tevfîk-i ilâhîsi sayesinde yazılmıştır. Başarı ancak Allah'tandır.
Rebiülevvel 1374 H. Ebu'l-Hasan en-Nedevî [4]

 

Giriş

 

Yenileme Ve Islahat İhtiyacı Ve Bunun İslâm Tarihindeki Yeri Hayat Hareketli Ve Değişkendir


İslâm, Allah Teâlâ'mn en son mesajıdır. Bu ilâhî hükümler eksiksiz ve mükemmel şekilde insanlığın önüne gelmiş ve:
"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üze­rinize nimetimi tamamlayarak İslâm'ı size din olarak seçtim.[5]    diye ilân edilmiştir.
Bir tarafta Allah'ın dini eksiksiz, kusursuz ve mü-' kemmeldir; diğer tarafta hayatın hareketli ve değişken olduğu bir gerçektir. Onun gençliği her an yürürlükte­dir.
Şair:
"Her an taze, sürekli akıcı, devamlıdır hayat" de­miştir.
Bu akıp giden, daima genç ve taze olan hayatla yanyana olması ve ona yön verip önderlik yapması için Allah Teâlâ'mn son olarak gönderdiği dininin temeli, her ne kadar "değişmez gerçekler ve inançlar" üzerine atılmışsa da o, dinamizmle doludur, hareketlilik ve canlılık onun damarlarında çağlamaktadır. Allah Teâlâ, her şart ve durumda ona, dünyaya önderlik ede­bilme kabiliyeti vermiş, her konak ve durakta değişive-ren insanlığın elinden tutma, o insanlığa yardımcı ola­bilme gücü vermiştir. İslâm, Özel bir dönemin kültür ve medeniyeti değildir. Veya her hangi özel bir dönemin ortaya koyduğu, o dönemin müzelik eserleri arasında korunan, kendi canlılık ve hayatiyetini yitirmiş bir şa­heseri de değildir. Aksine canlı, diri, hayat dolu ve her şeyi bilen, hikmet sahibi Allah'ın sanat ve bilgisinin en güzel örneği olan bir dindir.
"Bu Aziz ve Alîm olan (her şeyi bilen yüce) Allah'ın ölçü ve takdiridir," [6]
"Her şeyi en sağlam şekilde yapan Allah'ın yaptığı şeylerdir (bu)."[7]

İslâm Ümmetinin Dönemi Çok Değişken Bir Dönemdir


Bu din en son ve evrensel din olduğu için, bu üm­met de en son ve evrensel (ırklar karışımı) bir ümmet olduğundan, dünyanın çeşitli insanlarıyla ve değişik dönemlerle karşılaşacaktır. Cihan tarihinde hiçbir üm­met ve milletin karşılaşmadığı çatışma ve sıkıntılara karşı koyacaktır. Bu ümmete verilen zaman dilimi çok değişkendir ve devrimlerle doludur. O zaman diliminde meydana gelen buncadeğişiklikler tarihin geçmiş hiçbir devrinde göze çarpmamaktadır. [8]

İslâm'ın Bekası ve Devamı İçin İlâhî Düzenleme:


Çevrenin etkilerine karşı koymak, zaman ve mekân değişikliklerinden etkilenmemek için Allahü Teâlâ bu ümmete iki şey lütfetmiştir:
Birincisi: Allah, Hz. Peygamber'e öyle mükemmel, kusursuz ve canlı bir öğreti (inanç ve amel sistemi) ver­miştir ki; o her kargaşaya, bunalımlara ve değişimlere kolaylıkla karşı koyabilmektedir. O öğreti her devrin problemlerini, meselelerini eksiksiz bir şekilde çözme gücüne sahiptir.
İkincisi ise, Allah o öğretiyi korumayı kendi üzeri­ne almıştır. (Bu devrin tarihi de buna şahiddir.) Nite­kim Allah bu dine her devirde daima öyle canlı, diri in­sanlar verecektir ki, onlar bu Öğretileri hayata aktarıp duracaklar, toplumun yaşayışıyla kaynaştıracaklar ve topluca veya ferdî olarak bu dini taze, bu ümmeti de fa­al ve hareketli tutacaklardır. Bu dinde; öyle büyük şah­siyetler ortaya çıkarma gücü ve yetkisi vardır ki, bu daha önce hiçbir dinde görülmemiştir. Bu ümmet ise; cihan tarihinde öyle yiğitler ocağı, kahramanlar otağı olduğunu, içinden nice dâhiler çıkardığını isbat etmiş­tir ki, dünyanın diğer ümmet ve milletlerinde bunun benzeri görülmemektedir. Bunlar birer tesadüf değil, bilâkis ilâhî bir düzenleme, programlamadır ki, hangi devirde hangi güç ve yetenekte insana ve hangi zehire karşı panzehire ihtiyaç varsa o, bu ümmete lütfedilmiştir. [9]

 

İslâm'ın Kalb ve Ciğerine Saldırı


Daha başlangıçta İslâm'ın kalbine, ciğerine ve sinir sistemine öyle bir hücum yapılmıştır ki, başka herhan­gi bir din olsaydı bu şiddetli saldırıya karşı koyamazdı. Kendi devirlerinde dünyaya hükmetmiş başka nice dinler, bu saldırılardan daha hafifine karşı direnenle-misler, varlıklarını kaybedip gitmişlerdir. Ama İslâm bütün rakiplerini yenmiş, düşmanlarını altetmiş, kendi öz ve asıl şeklini korumuştur. Bir tarafta, Bâtmîlik ve
kolları; İslâm'ın özü, ruhu ve inanç düzeni için büyük ' bir tehlike teşkil ediyor, diğer tarafta müslümanlarm; hayatla ilgisini kesmek için Haçlıların hücumu ve Mo- ' ğolların saldırısı tamamen yeterli bir sebep oluşturu­yordu. İslâm'dan başka hangi din olursa olsun, bu du­rumla   karşılaşsa   idi,   bütün   özelliklerini   kaybeder,   ' tarihî bir efsâneden ibaret kalırdı.
Fakat İslâm içerden ve dışardan bütün bu saldıra-lara sürekli karşı koymuş, sadece kendi varlığını de­vam ettirmekle kalmamış, hatta hayat alanında yeni yeni fetihler, başarılar elde etmiştir. Saptırmalar, tah­rifat, bid'atlar, yabancı tesirler, müşriklere özgü hare­ketler ve merasimler, maddiyat, nefsânî ve lüks hayat yaşama, dinsizlik ve dinden sapma ve akılcılık İslâm'a ' defalarca saldırmış, hatta bazan, İslâm bu saldırılara artık fazla direnemeyecek, bunların karşısında teslim ;'; bayrağını çekecek denmeye bile başlanmış, ama İslâm ümmetinin vicdanı bunlarla barış yapmayı reddetmiş, İslâm ruhu mağlup olmamıştır.
Her devirde İslâmı tahrifden koruyan,  saptırma'6 perdelerini yırtan, îslâmm gerçek yönünü, dinin asliye-iV. tini herkese pırıl pırıl gösterip anlatan insanlar ortaya çıkmış; bid'atlara, yabancı tesirlere ve İslâm'a değişik inançların bulaştırılmasına karşı bayrak açmışlar, sün­neti bütün güçleri ile korumuşlar, sapık inançları cesa­retle reddetmiş, müşrikçe hareketlere ve âdetlere açık bir savaş açmışlardır. Nefsâniyet ve nefis kulluğuna öl­dürücü darbeyi vurmuşlar, eyyamcılığı ve dönemleri-; nin "mütrifîerini"[10] şiddetle kötülemişler,  zalim sultanlar karşısında hak sözü söylemekten korkmamı şiar­dır. Akılcılık tılsımım bozmuşlar (çözmüşler) ve İslâm'a yeni güç ve hareket, müslümanlara da yeni iman, yeni hayat kazandırmışlardır.
Bu insanlar ilmî, fikrî, ahlâkî ve manevî yapıları bakımından kendi devirlerinin en üstün kişileri idiler; güçlü ve gönül okşayan şahsiyetleri vardı. Cahiliyet ve dalâletin, sapıklığın, İslâm dışı düşünce ve davranışla­rın her yeni zifirî karanlığını aydınlatmak için, ellerin­de şöyle veya böyle bir yed-i beydâ (^parlayan el, meş'ale) vardı. Bununla onlar karanlıkların perdesini yırttılar, hak ve hakikat açığa çıktı, gerçeğin yüzüne ışık vurduğu için gözler onu görmeye başladı.
Bütün bunlar açıkça gösteriyor ve şüphe götürmez şekilde anlaşılıyor ki; Allah Teâlâ bu dinin devam et­mesini istiyor, onu koruyor. Dünyaya yol göstermeyi ve insanlığa hak, hakikat, adalet ve ahlâk öğretmeyi bu dinle ve sadece bu ümmetle yürütmek istiyor. Önceleri yeniden peygamberler göndererek, yeni mesajlar ilete­rek yürüttüğü işi, Yüce Mevlâ'nın artık, Hz. Peygam­ber'in vekilleri ve bu ümmetin ıslahatçıları, yenileyici-leri ile yürüteceği anlaşılıyor. [11]

 

Diğer Dinlerin Tarihinde Yenileyici Kişilerin Azlığı


İslâm'ın aksine, diğer dinlerde, o dinlere yeni bu­run kazandıran, müntesiplerinde yeniden canlanma ve diriliş meydana getiren böyle büyük kişilerin azlığı açıkça gözleniyor. Onların tarihinde asırları hatta, bin­lerce seneyi içeren öyle boşluklar göze çarpıyor ki, o sü­re içinde o dini yeniden diriltecek, ona yeni bir ruh ve hayatiyet verecek; dini içine düştüğü bunalımdan çıka
racak ve gerçek yüzünü, aslını insanlığa tekrar suna­cak, insanlığı dinin temel yapısına davet edecek; âdet ve uydurma merasimlere karşı en şiddetli tepkisini gösterecek; maddecilik ve nefsin isteklerine köle olma yönelişlerine karşı cihad etmek için meydana atılacak; kendi gücüyle, kesin imanıyla sağlam maneviyatı ve fedâ-karlıklarıyla o dinin inananlarına yeni ruh, yeni hayat ve diriliş getiren, o dinin bir yenileyicisi göze çarpmıyor.
Bunun en açık örneği Hristiyanlıktır. Bu din, daha ortaya çıkar çıkmaz, yani miladî birinci asrın yarısın­da, öyle bir tahrifata, aslından saptırılma felâketine yakalandı ki, benzerinin bu devrin dinler tarihinde gö­rülmesi asla mümkün değildir. O, tertemiz ve sade bir tevhid dini (tek Allah'a inanan, benzeri,ortağı olmayan bir mabuda iman etme mesajının dini) iken öyle bir şirk dinine, Öyle bir tevhid dışı dine dönüştü ki, artık ona eski Yunan ve Budist düşünce ve inançlarının ka­rışımı bir din denebilirdi. Şaşılacak olan şey, bütün bunların hepsinin, o dinin en büyük temsilcisi ve en büyük propagandacısı olan Saint Paul (10-65 M)'ün eli ile yapılmasıdır. Bu değiştirme, aslında ilk ve asıl şek­linden sadece ismi ve bazı ortak merasimleri kalan, bir ruhdan (özden) başka bir ruha, bir şekilden başka bir şekle, bir biçim ve düzenden başka bir biçim ve düzene sıçrayış veya atlayıştı. Yani bu değişiklik öyle değişik­lik oldu ki; adından ve ufak tefek merasimlerden başka Hıristiyanlığın aslına benzer hiçbir tarafı kalmadı. Hristiyan bir araştırmacı, Eruset De Bunsen bu değiş­me ve bozulmayı belirtirken şöyle yazıyor:
"Bizim İncil'de gördüğümüz inanç ve akide sistemi­ne Hz. İsa hiçbir zaman sözleriyle, davranışlarıyla in­sanları davet etmemişti. Bugün hıristiyanlarlayahudîler ve müslümanlar arasında sürüp giden anlaşmaz­lık ve çekişmenin sorumluluğu Hz. İsa'ya âit değil, ak­sine bunun hepsi o dinsiz yahudi Paul (=Pavlos)'un oyunudur. Hatta mukaddes kitapların temsil ve tecsim (Allah'ın Hz. İsa şekline girişi, Allah'a şekil ve biçim verilmesi) şeklinde açıklama yapması ve o kitapların, gelecekten haber vermelerle, misâllerle, temsillerle dol­durulması ile sonuçlanması da onun eseridir. Paul; Es-senio dininin, inanışının davetçisi olan Stephen'i taklid ederek Hz. İsa'ya pek çok Budist merasimleri yakıştır­dı. Bunların Hz. İsa'nın kendisine ait olduğunu ileri sürdü.
Bugün İncil'de görülen ve Hz. İsa'yı kendi seviye­sinden çok aşağı şekilde tanıtan, birbiriyle çelişkili hikâyelerin, olayların hepsi Paul'ün uydurduğu şeyler­dir. Bütün bu inanç ve akideleri Hz. İsa değil, tama­men Paul ve ondan sonraki patrikler, rahipler düzenle­mişler, Ortodoks hristiyan dünyası da bunları 18 asır­dan beri inançlarının temeli kabul etmişlerdir."[12]
Hristiyanlık, asırlar boyu hatta bugün bile Paul'ün ruhunu, onun bıraktığı kötü mirası kucaklamış, ona sımsıkı sarılmıştır. Bütün bu çağlar süresince Hristi­yanlık dünyasında, bir adam çıkıp da Hıristiyanlığa kendi öz cevherinin dışından gelip bulaşmış, sahte ve uydurma olan inanç sistemine karşı isyan bayrağını yükseltememiş, Hz. İsa'nın ve onun gerçek şakirdleri-nin, onun hakiki takipçilerinin bırakıp gittikleri nokta­ya geri dönülmesi için çalışmamış, çaba gösterip savaş-mamıştır. Asırlar üstüne asırlar geçmiş, Hristiyanlığın asıl özünde olanla özünde olmayıp, dışarıdan gelip bu­laşanı birbirinden ayıracak bir kişi çıkmamıştır.
Nihayet 15. asırda Almanya'da Martin Luther orta­ya çıkmış; bazı cüz'î, basit meselelerde sınırlı ölçüde düzeltme yapmıştır. Bu; ne öyle Hristiyanhğın cevheri, özü ile ilgili genel bir düzeltme idi, ne de Hristiyanhğın yanlış yüzüne, onun bozulmuş tarafına karşı bir isyan­dı. Bir bakıma, Hristiyanhğın hemen hemen 15 asırlık tarihinde inkılabcı temele dayanan ve başarılı bir ısla­hat ve düzeltme hareketi olmamış, o süre içinde hiçbir gayret ve çaba meyve vermemiş ve tam manasıyla iyi bir sonuç elde edememiştir. Hristiyan araştırmacıları ve gerçekçi ilim adamları da bu uzun zaman dilimi bo­yunca, Hristiyanlığı ıslah ve yenileme yolunda açık ba­şarı elde edebilmiş bir kimsenin ve hareketin ortaya çıkmadığım itiraf etmektedirler.
Encyclopedia Britannica'da J. Bassmullinger şöyle yazıyor:
"Onaltmcı asırdan önce dini ıslah etme, bozulan yö­nünü düzeltme yolundaki çalışmalarda küçük bir başa­rı bile sağlanamadığının sebeplerini, biz araştırdığımız takdirde, ortaçağ düşüncesinin, geçmişin düşünce ha­reketlerine kölelik yaptığını zorlanmadan söyleyebili-riz."[13] Aynı yazının başka bir yerinde de şöyle deniliyor:
"Kilisenin toplu bir ıslahat gerçekleştirme yolunda sürekli gayretlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, Av­rupa tarihinin çok iyi bilinen gerçek bir yüzüdür."[14]
Aynı yazar az sonra ise şöyle yazmaktadır:
"Onaltmcı asırdan önce dini yenileme, bozulan yö­nünü ıslâh etme diye bir şey yapılmamış, ancak çok ba­sit ve hatıra cinsinden bazı çalışmalar yapılmıştır. Ne var ki onların hepsi bila istisna kilisenin gazabına ve lanetine hedef olmuştur."[15]
Daha sonra başka bir şahıs çıkıp da kilisenin efsa­nelerine, hurafelerine, baskı ve zorlamalarına, zulüm­lerine karşı sesini yükseltemedi. En azından Luther'in -kendine özgü ve zayıf başarısına rağmen-yaptığını ya­pamadı.
Sözün kısası; böylece Hristiyanlık kendine seçtiği yolda yürümeye devam etti. Daha doğru bir ifade ile kendi başını belâya soktu. Kilisenin tesiri azaldı, in­sanlar üzerindeki etkisi zayıfladı. Daha sonra gitgide hâkimiyeti tamamen sona erdi. Avrupa'da maddecilik hâkim oldu ve maddecilik gerçek dinin yerini aldı, Ba-tı'nın bütün mezheblerini ve dinlerini geride bıraktı. Bütün bu maddeciliğe karşı koyacak ve dîni kendi sağ­lam özüne döndürecek, gerçek çekirdeğine oturtacak veya hristiyanlarm kendi dinlerine güvenmelerini sağ­layacak, onların içinde maddeciliğin meydana getirdiği korkunç dalgalanmaları, imanı yok eden özenti ve eği­limlere karşı iradeli bir şekilde kendilerini korumaları için ruhlarında iman ve ahlâk gücü meydana getirecek; sağlam hristiyan inancına, ahlâka ve ilme dayanan, ye­ni devrin sorunlarını ve modern çağın meselelerini kendi fikirlerinin ışığında çözecek olan bir hayatı yaşa­maya mecbur edebilen bir adam Hristiyanhğın içinden ortaya çıkamadı.
Bunun aksine hristiyan düşünürler, yazarlar, bil­ginler bu dinin geleceğinden ümidlerini kestiler ve din­siz materyalizm, inançsız maddecilik karşısında içle­rinde yetersizlik hissettiler, acizlik duygusuna kapıldı­lar.
Aynı hâdise doğuda ortaya çıkan dinlerin de başına geldi. Hindu dîni de kendi aslî yapısından tamamen saptı. O; sade yapısından ve kâinatın yaratıcısı ile doğ­rudan ilgi kurma inancından tamamen ayrıldı. Ahlâkî güç ve değerlerini kaybetti. Kendi dolambaçlı karmaşık inanç durumundan dolayı, sadece ince ve uygulanamaz bir felsefî görüş şekline döndü.
İnanç sistemindeki saf tevhid akidesi (pürüzsüz bir tek Allah inancı) ve uygulamalı hayattaki eşitlik gibi iki önemli birleştirici bağ, zamanla elinden tamamen çıkıp gitti. İşte bu çok önemli iki temelin üzerine içerde (bâtında) kökleri sağlam, dışarda (zahirde) gövdesi dal budak salmış bir din kurulabilirdi.
Hinduizm'in kitabı olan Upanişad'm (Vedalaruı) yazarları bu bozulmanın önüne geçmek için çok uğraş­tılar. Nitekim onlar Hinduizm'in üzerini tamamen kap­layan, hindu sosyal düzenini tamamen kendi kontrolü­ne alan âdet ve merasimleri reddettiler. Onun yerine öyle bir felsefî ve hayalî sistem koydular ki, o sistemde çokluk içinde teklik, yani pek çok ilâhlar bir tek ilâhı temsil eder oldu. Bu yeni kavram ve anlayış Hindu­izm'in temsilcileri arasında zaten daha baştanberi eği­limleri (herşey O'ndan ibarettir) vahdet-i vücûd (pante­izm) düşüncesine meyyal olduğu için kesinlikle beğe­nildi. Fakat halkın umumi düşünce düzeyi düşük, fikri seviyesi aşağı ve basit olduğu, amelî (uygulamalı) bir düzeni ve amelî öğretileri arzuladıkları için bunu kabul etmedi ve böylece Hindu dini gitgide gücünü, etkisini yitirdi. Bu dine karşı duyulan güvensizlik, itimadsızlık her geçen gün artmaya başladı. İşte Hindu toplumu­nun bu güvensizliği ve huzursuzluğu daha da ileri gi­derek Budha'nm kişiliğinde ortaya çıktı. Bu olay mi-laddan altıyüz yıl Önce meydana geldi.
Budha yeni bir fikir, yeni bir din (eğer burada din kelimesini kullanmak doğru ise) ortaya sürdü. Bu din; dünya ile ilgiyi kesmeyi, nefsi terbiye edip gemlemeyi, istek ve arzulara karşı koymayı, yumuşak kalbli olup yardımseverliği, hizmet ve iş yapmayı, örflere, âdetlere bağlanmaya ve sınıf çekişmelerini reddedip karşı çık­ma prensipleri üzerine kurulmuştu. Bu fikir (anlayış) veya bu din çok süratle yayıldı. Asya'nın Hind Okyanu­su ile Büyük Okyanus arasında kalan doğu ve güney bölgelerinde bulunan bölümüne hâkimiyet kurdu.
Fakat hemen bir süre sonra bu muazzam dinî hare­ket de asıl yolundan saptı, tahrifata ve aslından uzak­laşmaya av oldu. Putlara, eski örf, âdet ve merasimlere karşı isyan bayrağı kaldıran bu din üzerine, yeniden o isyan ettiği şeyler hücuma geçti. O derecede ki; son dö­nemlerinde o da, şirk ve putperestlik dini olup çıktı. Kendinden önceki Hindu dininden, putların değişik oluşundan ve sayılarından başka hiçbir farkı kalmadı. Ahlâkî görüş ve anlayışları silindi, düşünce ve kavram­larında dolambaçlılık daha da arttı. Yeni yeni dinî fır­ka ve zümreler ortaya çıktı.'[16] Prof. İşver Etopa, Hin­distan Medeniyeti  isimli eserinde şöyle yazıyor:
"Budizm sayesinde öyle bir devlet (imparatorluk) kuruldu ki, bu devlette pek çok put ve yaygın bir put­perestlik görülmeye başladı. Arslanlarm[17] dünyası değişiyor, onların arasında din dışı hareketlerle, gerçek dine âit hareketler birbirini kovalıyordu."
Pandit  Cevahir  Lâl  NehrûDiscovery  of İndia (=Hindistan Araştırması) isimli eserinde Budizm'in bo­zulup gitgide yok olarak silinişini anlatırken şöyle yaz­maktadır:
"Brahmanizm Budha'yı bir put haline getirdi. Bu­dizm de aynı şeyi yaptı. Arslanlar çok zengin oldular ve özel bir grup insanın menfaatlerinin merkezi şeklini al­dı. İçinde hiçbir prensip ve kaide kalmadı. İbadet şekil­lerine sihir ve evhamlar girdi. Hindistan'da bin sene kadar hüküm sürdükten sonra Budizm'de çöküş başladı.
Budizm'in o dönemdeki hasta halini MrsRhys Da-vis şöyle anlatıyor:
O; hasta kavramların karanlık gölgesine girerek Budha'nm ahlâk öğretileri gözlerden kaybolup gitti. Bir farklı görüş ve anlayış ortaya çıktı, gelişti, onun ye­rini bir başkası aldı ve her adımda yeni bir görüş (mez-heb) ortaya çıkmaya başladı. O derecede ki, düşünce ve hayalin sihirli uydurmalarından dolayı zifirî bir karan­lık bütün fezayı kapladı ve Budizm dininin kurucusu­nun sâde ve üstün ahlâk öğretisi, o ilahiyatın bir yığın inceliklerinin altında ezilip kaldı."[18]
"Genel olarak Budizm'de de Brahmanizm'de de dü­şüş meydana geldi. Çoğunlukla bunların içine adi ve kötü merasimler girdi, ikisini birbirinden ayırdetmek zorlaştı. Bu kadar geniş bir alana yayılan Budizm dün­yasında ve çok uzun süren hakimiyet süresi içinde, in­sanları gerçek Budizm'e çağıran, bu yeni ve bozulmuş dine bütün gücü ile karşı çıkan, onu eski gençlik çağma ve kaybolmuş sadeliğine, asıl temiz haline tekrar kavuşturacak bir adam ortaya çıkmamıştır."[19]
Özetlersek; eski Hindu dini karşısında Budizm kendini toparlayamadı. Sonunda miladî sekizinci asır­da Şenker Açarya[20] Budizm'e karşı savaşıp eski Hin­du dinini yaymak için bayrak açmış, nihayet bu dini hemen hemen bu ülkeden dışarı çıkarmıştır. Veya şöy­le de denilebilir: Budizm, Hindistan'ın pek çok eski din­leri arasında yok olmaya yüz tutmuş, sınırlı bir din ha­line gelmiştir, Şenker Açarya; zekâsı, dinî cesareti, ak-tivitesi ile Budizm'in hayatla ilgisini kesti. Ama o, eski Hindu dininin ilk ve gerçek şeklini geri getiremedi; ona tevhid akidesini veremedi, kâinatın yaratıcısı ile doğ­rudan ilgi kuramadı. Allah'la kullarının arasındaki va­sıtayı reddedip kaldıramadı, sosyal adaleti tesis edeme­di, sınıflar arası eşitlik ruhunu ortaya koymayı başara­madı. (Belki de onda temelden böyle bir düşünce ve is­tek yoktu.) Nitekim Hind dinleri bugüne kadar değiş­miş, bozulmuş durumlarını korumakta, o vaziyette de­vam etmektedirler. Çöküş dönemlerinin mirası olan örf, âdet ve merasimlerini, putlarını kucaklayarak on­lara sarılmış bir halde varlıklarını sürdürmektedirler. Encyclopedia Britannica'nm Religion and The Ethics maddesinin yazarı, Bombay'daki Alfıston Koleji'nin Sanskritçe profesörü ve Hindistan'ın eski dinleri ve fel­sefeleri üzerinde derin bilgisi olan V.S. GhateŞenker Açarya'yı anlatırken şöyle yazıyor:
"Onun hayattaki en büyük hedefi, Upanişad (Veda-lar)'da anlatılan din düzenini ve felsefesini diriltmekti. O, mutlak ve kesin vahdet-i vücûd (panteizm) inancını yaydı. Asıl amacı; Upanişad ve Bhekwet Gita'da kanun ve prensip ortaya konmadığım, aksine tam ve gelişmiş bir vahdet-i vücûd öğretisi olduğunu göstermekti. Şen-ker Açarya, putperestliğe ne hücum etti ne de ona kar­şı çıktı. Ona göre put bir sembol, bir görüntüdür. Şen-ker Açarya, merasime göre âyin ve ibadet yapmayı (ri-tualizm) ve Hindu âyinini kötülemiş, fakat herkes ta­rafından benimsenen ilâh putlara ibadet yapmayı sa­vunmuş ve şöyle demiştir: Gelişip büyümenin özel bir konumunda putperestlik bizim için bir mecburiyettir. Ne zaman ki dinî ruh olgunlaşır, ergenlik çağına ula­şırsa, o zaman artık putperestliğe ihtiyaç kalmaz. Sem­bol, işaret ve putları, dinî ruh olgunlaşıp geliştiğinde terketmelidirŞenker; sıfatlardan sıyrılmış ve değişti­rilemeyen Brahmanların mevkiine yükselmeyen kişile­rin bir sembol ve alâmet olarak putlara tapmalarına izin verdi. "[21]
Bütün bunlara rağmen Şenker Açarya'dan başlaya­rak Deyanmd Sersoti ve Mahatma Gandi'ye kadar sü­ren zaman içinde yapılan bütün çalışmalar başarısızlı­ğa uğradı. Peygamberliğin daveti insanın hakiki fıtra­tına ve değişen zamanın hevesine uygun düşsün diye bu dini kendi ana temelleri üzerinde ayağa kaldırıp canlandırmak isteyenlerin gayretleri de boşa gitti. So­nunda bu iki din, maddeciliğin ve dinsizliğin karşısın­da kollarını indirip tamamen teslim oldu. Hayattan eli­ni eteğini çekerek ibadethanelerine ve manastırlarına sığındı. Merasimler, âdetler ve görüntüden ibaret şekil­lerle çepeçevre kuşatılıp kaldı.
Bugün Hindistan'da bildirisi, davası "Tekrar dine dönün" olan öyle güçlü bir hareket yoktur. Aksine çağ­rısı, iddiası ve özü, "Kendi eski medeniyet ve kültürü­nüzü canlandırın ve Hindistan'ın eski tarihî dili olan Sanskritçe'yi yeniden ülkeye yayın" şeklinde olan çalış­malar ise pek çoktur. [22]

 

Dinin Aktif İnsanlara İhtiyacı Vardır


Aslında bu özellikleri uzun süre koruyamıyan ve değişen hayata etkili olamayan din; ara sıra kendi için­den bir adam çıkıp da; çok kuvvetli imânı, maneviyatı, fedakârlığı, hasbîliği ve üstün fikrî ve ruhî yetenekleri ile o dinin Ölü vücûduna yeni ruh üflemedikçe ve o dine inananlarda yeni bir güven, cezbe, hareket ve aksiyon meydana getirmedikçe, bu zamana kadar yaşayamaz.
Hayatın ihtiyaçları her zaman tazedir. Maddecilik ağacı sürekli bahardadır. Nefsaniyete çağrıya ve onun dininde gerçekten bir yenileme yapmaya ihtiyaç yok­tur. Çünkü nefsin isteklerine yöneliş ve insanı ona teş­vik eden şeyler adım adım her yerde vardır. Yine de onun tarihi, o nefsâniyet dininin cezbeli, atak davetçi-leri, propagandacıları ve başarılı yenileyicileri ile dolu­dur. Onlar, nefsâniyet dînini bugüne kadar genç tut­muşlar ve ona daveti bu zamana kadar canlı olarak sürdürmüşlerdir.
Şiir:
"Her ne kadar mü'min ihtiyarlarsa da, Lât ve Vlenât (putları) gençtirler."[23]
Buna karşılık gerçek din; yeni bir hayat, yeni bir güç ve enerji ile ortaya çıkmazsa ve ara sıra onun yeni­lemesi yapılagelmezse yeni kan taşıyan (canlı) madde­cilik karşısında yaşaması zor olur. [24]

 

Her Yeni Fitne ve Tehlike İçin Yeni Bir Kuvvet ve Ulu kişi Gerekin


Şu gerçeği hiç kimse inkâr edemez ki, bu uzun ve kargaşa dolu tarih süreci içinde îslâm davetinin tama­men kesintiye uğradığı, İslâm gerçeğinin, İslâm'ın aslı­nın, gerçek yüzünün perdelenip gözden kaybolduğu, İslâm ümmetinin vicdanının tamamen hissiz, duyarsız olduğu, bütün İslâm dünyasının üzerine karanlıklar yayıldığı, her tarafını zulmet kapladığı küçük bir za­man süresi bile yoktur. Böyle bir boşluk asla olmamış­tır.
Şurası tarihî bir gerçektir ki; ne zaman İslâm'ın önüne bir fitne çıkmışsa, onu değiştirmeye, aslından saptırmaya çalışılmışsa veya o yanlış bir biçimde tanı­tılmaya teşebbüs edilmişse, maddeciliğin şiddetli bir saldırısı olmuşsa; mutlaka bunlara şiddetle karşı ko­yan güçlü bir kişi çıkmış ve fitneyi ortadan kaldırmış­tır.
Kendi dönemlerinde çok güçlü olan pek çok dâvalar ve hareketler ilk sıralarda güçlü görünmüşler, ama on­ların varlığı bugün sadece kitaplarda kalmıştır. Onla­rın iç yüzünü ve ne demek olduğunu anlamak bugün için artık zordur. Kaderiye, CehmiyeMu'tezile mez­heplerini, Vahdet-i Vücûd ve halk-ı Kur'an mezhepleri­nin meselelerini bilen, onlar hakkında geniş bilgisi olan kaç kişi vardır? Halbuki bunların her biri kendi dönemlerinde çok önemli inançlar ve mezheblerdi. Bazılarının arkasında büyük devletler, imparatorluklar vardı. Dönemlerinin bazı çok zeki ve değerli kişileri, bu mezheplerin propagandacısı ve lideri idi. Fakat sonun­da İslâm onları yendi. Kısa süre içinde bu diri, canlı davalar, hareketler, akımlar ve resmî mezhepler sade­ce kelâm ilmi kitaplarında, inanç tarihi kitaplarında bir isim halinde kaldı. Bu dini koruma çabaları, yenile­me ve inkılap gayretleri, davet ve ıslâh mücadeleleri İslâm tarihi kadar eski, müslümanlarm hayatı kadar süreklidir. [25]

 

Tarihin Kaybolmuş Kaynakları:


Ama bunun sorumluluğu sadece tarihçilerin üze­rinde değildir. Bunun sorumlusu, tarihi; devletin resmî görevi bilen ve bir terim olmaktan Öte başka bir yönü ve değeri olduğunu kabul etmeyen, kütüphanenin tarih kitapları rafında bulunmayan bir kitabı veya tarih da­lında yazılmamış bir eseri kıymetli görmeyen herkes­tir. Halbuki öylesi pek çok kitap var ki, kendi içinde bir tarih hazinesidir ve çok önemli kaynaklar olarak kabul edilebilir. Bu kitaplar; ümmetin ıslahatçılarının ve da-vetçilerinin kendi duygularını, düşüncelerini, gönül dünyalarından geçenleri anlattıkları, hayatlarının önemli olaylarını ve tecrübelerini yazdıkları dinî ve edebî kitaplardır.
Bu kitaplar içinde müridlermürşidler ve öğrenci­ler; hocalarının ve şeyhlerinin öğrettiği nasihatlan, öğütleri, hakikat ve marifetleri yazmışlar, onların etki­leyici ve mübarek sohbetlerinin özetini vermişlerdir. Bunlar öğütler ve mektuplar derleme sidir. Onların dü­şünce ve anlayışları, coşkuları ve nicelikleri sağlam olarak o derlemelerden anlaşılır. Veya o kitaplar, toplumdaki kötülükleri tenkid eden, din dışı hareketlere (bid'atlere), çirkin hareketlere karşı çıkıp onlara mani olma yolunda yazılmış kitaplardır.
Eğer incelemelerimiz belirlenmiş çizgiden aşıp da o önemli ve kaybolmuş tarihî kaynaklara kadar genişle-yebilirse ve gayretli, çalışkan, azimli, geniş bilgili bir araştırıcı bu konuya kendini vererek çalışırsa, o zaman mükemmel ve olayları birbiri ile irtibatlayan ıslah ve yenileme tarihini ortaya koymayı başarabilir. Açıkça görüyoruz ki, İslâm'a davet ve İslâm'ı yaşama mücade­lelerinin ikisi de bu ümmetin her devrinde, her merha­lesinde o ümmetle birlikte devam etmekte ve hiçbir za­man bu çalışmalar onları mahrum ve perişan bırakma­maktadır. [26]

 

islâm'ın Mirası:


İslâm canlı ve devamlı bir din olduğu, hiç bir kesin­tiye uğramadığı için elimize ulaşan bu mirasa biz, Av­rupalıların anladığı manada bakmıyor, onu Avrupa­lının anladığı tarzda ele almıyoruz. Biz, miras kelimesi ile: önceki büyük ilim adamlarımızdan bize aktarılan sağlam temellere oturtulmuş inanç prensiplerini, sağ­lam ilim ve kültürü, güçlü imanı, sünnet-i seniyyeyi, güzel ahlâkı, şeriatı, fıkhı, şanlı İslâm edebini ve edebi­yatını ve bunların hepsinin meydana getirdiği değeri kastediyoruz.
Bu mirasda; İslâm'ın herhangi bir döneminde, hilâfet makammda oturarak devleti idare eden, cahili-yet ve maddecilik prensipleri ile mücadele edip Allah yoluna çağıran, İslâm'ın ortadan kaldırılan özellikleri­ni yeniden parlatıp ortaya çıkaran, ümmette iman ru­hu ve şuuru meydana getiren herkesin payı ve hakkı
vardır. Bu dine, bu elinin kaynaklarına ve bildirdikleri­ne güveni yeniden sağlayan, ortaya çıkan yeni türeme felsefeleri geçersiz kılıp yanlışlığını isbat eden, İslâm'ın ana ve gerçek görüşünü koruyan; bu ümmeti yeni bir fitneye düşmekten alıkoyan, bu ümmetin dinini ve dînî kaynaklarım koruyan, hadis ve fıkıhtaki yeni düzenle­meyle en büyük hizmeti görerek ietihad kapısını açan ve ümmete şeriat düzenini, hayat ve toplum düzeninin sistemli hukukunu kazandıran; toplumda kendini: kontrol ve nefsini hesaba çekme anlayışını doğuran, toplumun doğru yoldan saparak eğri bir yola girmesi üzerine çekinmeden tenkidde bulunup doğru ve gerçek İslâm'a; açıkça, cesurca, çekinmeden çağıran; şüphe ve tereddütlerin ortalığı kapladığı, iman ve akidenin sar­sıntı geçirdiği dönemlerde.bilimsel metodlarla isbatla-ma -yolunu benimseyip kafaları tatmin etmeye çalışa­rak yeni bir ilm-i kelâmın temelini atan; İslâm'a çağrı ve öğretimde, günahlardan korkutma ve sevapların mükâfatı ile müjdelemede peygamberlerin görevini yüklenerek, üstü örtülmüş, küllenmiş iman kıvılcımla­rına hızlı bir alev harareti ve hareketi bahşeden; mad­deciliğin hızlı ve keskin akışına karşı dikilip onun hızı­nı ve felâketini azaltarak Allah'ın kullarını bu akıntıya kapılmaktan ya da onun içinde boğulmakdan koruyan; bu ümmetin siyasî gücünü muhafaza edip dış saldırıla­ra karşı koyabilmesi için ona sürekli güç ve kuvvet sağ­layan; İslâm dünyasını bir baştan bir başa altüst eden ve silah gücü ile yenilemiyen düşmanı, hikmetli daveti ve kendisine has sevgi ve muhabbet metodu ile yenen; güçlü imanı ve manevî gücü ile böyle düşmanları İslâm sahası içine sokarak Muhammed-i Arabî (s.a.v.) efendi­mizin kölesi olma şerefini kendilerine kazandıran; güç­lü edebiyatı, tatlı ifadeleri, kalbi titreten şiirleri ile,
ilmî tartışmalar, dinî yorumlarla tatmin olmayan kafa ve dimağları esir edip kendine bağlayan herkesin, her ulu kişinin, her yiğidin bu tükenmez, yok olmaz serve­te katkısı kabul edilecektir. Onların her birinin bu ser­vete bir şeyler kattığı, bu muazzam servetin böyle bir ihtişama kavuşmasında hakları ve hizmetleri olduğu unutulmamalıdır. Bu tamamen bir zincirleme çalışma­dır. Bu çalışmada her büyük zatın özel bir payı ve mev­kii vardır.
Aslında tarih; emâneti sahibine teslim etmenin, haklıya hakkını vermenin, gerçeği kabul etmenin, ger­çeği tanımanın adıdır. Bu hizmet silsilesi içinde onla­rın her biri, İslâm'ın herhangi bir sınırında muhafızdı ve İslâm'ın silâh deposunda güçlü, kıymetli bir silahtı. Bugün kendilerini tarih dürbünü ile görmeye çalıştığı­mız o insanların çok samimi ve ihlâslı çalışmaları ol­masaydı, bizim için ibret, şeref ve öğüt dolu olan ve on­ların varlığı sayesinde dünya milletleri karşısında hak­lı olarak başımızı dik tutabildiğimiz, övündüğümüz bu hazine bize kadar ulaşmazdı.
İşte yazar bu yola ve mektuplara dayanarak, -ki yazara göre bu insaflı ve adaletli yoldur -gelecek sayfa­larda; İslâm'a çağrı ve aksiyonda, ıslah ve yenileme alanında büyük bir hizmet vermiş kişileri anlatmaya çalışmıştır.
Başarı Allah'tandır. [27]


[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/13-15.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/17-18.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/19-20.
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/21-28.
[5] l.Mâide, 5/3.
[6] Enam, 6/12.  A
[7] Nemi, 27/88.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/31-32.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/32.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/32-33.
[10] Kibirli zenginlere, herkese tepeden bakan, lüks hayat yaşa-4-ir€  yan ve içi insanlık sıkıntısından uzak kimselere Kuran-ı Kerim (mütrifler=mütrifîn) tabirini kullanmaktadır.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/33-35.
[12] İslâm or True Christianity, s. 128.
[13] Encycklopedia BritannicaEd IX, Vol XX, 320.
[14] Articleby. J.B. Mullinger, aynı eser, s.321
[15] Aynı eser, aynı şayia.
[16] Budizm için din kelimesini kullanmakta tereddüt gösterdim. Çünkü onda bir yaratıcıya ve öldükten sonra dirilişe ait bir inanç ve akide görülmüyor. Çoğunlukla tarihçilerin, ilim adamlarının görüşü de budur. Encyclopedia Britannica'nın Budha maddesine bakınız.
[17] Budizm'in baş rahiplerine verilen unvan.
[18] Discovery of India, s.201-202.
[19] Discovery of India, s.201-203
[20] Şenker Açarya, sekizinci m. asrın ikinci yarısında yaşamış ve 32 yaşında ölmüştür.
[21] Bk. Encyclopedia of Religion and Ethics, 4. cild, 1958 baskı­sı, Şenker Açarya maddesi.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/35-45.
[23] Mümin insan ihtiyarlar, fakat nefisfültiyarlainaz.^
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/45-46.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/46-47.
[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/47-48.
[27] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/48-50.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder